Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

 9 Eylül 1908 – 27 Ağustos 1950


 Albert Camus'nün ve Karl jaspers'in, meşhur metinlerinde, intihara dair yazdıklarına göndermede bulunmak isterim. Albert Camus'nün konuyla ilgili çarpıcı değerlendirmeleri şunlardır:

"Gerçekten de ciddi olan bir tek felsefi sorun bulunmaktadır:
O da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı hakkında
yargıda bulunmak, felsefenin en temel sorusunu yanıtlamak
demektir." 

Camus şöyle devam eder:

 "İnsanın kendini öldürmesi,
bir anlamda ve tıpkı melodramda olduğu gibi, itiraf etmek demektir:
Kişinin, hayatın kendisini aştığını ya da hayatı anlamadığını
itiraf etmesidir.

Bunlar, insani açıdan taşıdıkları radikal ve simgesel anlamları yitirmemiş olan ve acıklı intihar olayıyla, intiharın bilinmezlikleri ve giziyle karşılaştığımızda her birimizde yeniden
filizlenen değerlendirmelerdir.

Karl Jaspers'in felsefi deneyimlerinden de ziyade, olağanüstü psikopatolojik deneyimlerinden kaynaklanan düşünümleri, ölüme dair istemli arayışın varoluşsal temellerini görür gibi olmamızı
sağlamaktadır.

"İntihar dramında doğrudan doğruya rol almış kişi, bir şekilde
insaniyet becerisi kazanmışsa ve ruhun meselelerini açıkça anlamaya
biraz meyilliyse, bir şeyi kabul etmenin gerektiğini düşünecektir:
O da bu tür bir olayı açıklayacak tek bir neden olamayacağıdır.
En nihayetinde intihar daima bir sır olarak kalacaktır." 

Ardından da daha da kati bir netlikle şöyle demektedir: 

"Görünen o ki, en kolay ve rahat yol, bunu, akıl hastalığı varsayımına dayandırmaktır.
Zira intihar eden her kişiyi akıl hastası şeklinde tanımlayacak
kadar ileri gidilmiştir. Böylelikle intiharın nedeniyle ilgili sorun
sona erdirilmiştir. İntihar sorunu çabucak çözülüp normal dünyanın
dışına atılıverilmiştir. Ancak hal aslen böyle değildir." 


KAPSAM


Psikopatolojik bir yaşam biçiminden doğan insani bir deneyim mahiyetindeki intihar ve bu mahiyette olmayan intihar, Karl Jaspers'in dediği gibi, her halükarda nüfuz edilmez bir sır damgası taşır:

İntihar arayışında bulunmuş, ardından da istemli ölümü gerçekleştirmiş kişinin içselliğinin uçurumlarına yanaşıldığı ölçüde, bu sırrı bir nebze aydınlatmak mümkündür.

Bu içeriksel ufuktan hareketle, Cesare Pavese'nin mektup, günce ve şiirlerine atıfta bulunarak, yaşadığı deneyimlerde, kaygı ve önsezilerinde intihar fikirlerinin (intihar ile ilgili hayallerinin ve
buna eşlik eden itkilerinin) ne şekilde biçimlendiğine eğilmek isterim. Bu amaçla, fırtınalı ergenlik döneminden başlayarak, içeriksel ifadeleri dönüşümlü süreçler sergilemekle birlikte, duygulanımsal
kökenleri bakımından aslen süreklilik arzederek yayılım gösteren intihar fikirlerinin tamamen somutlaştığı yetişkinlik dönemine dek uzanacağız.

Kronik (diya-kronik) intihar durumu ifadesinden, ergenlikten başlayarak intiharın gerçekleştirildiği zamana dek uzanan istemli ölüm özlemini anlayabiliriz. Söz konusu olan, daha ergenlikten
beri intiharın büyülü ve kontrolsüz albenisine kapılmış ve içsel hayatlarının fırtınalı girdaplarına ve eli kulağında yıkımına inmiş kaderlerdir. (Bu; sadece Cesare Pavese, Karoline von Günderrode
ve Heinrich von Kleist için değil, Paul Celan, Gerard Nerval, Antonia Pozzi ve Georg Trakl için de geçerlidir.) İntihar, gerçekleştirilmiş intihar kadar denenmiş ama başarısızlığa uğramış
intihar da, karşımıza, her defasında, sırlı ve elden kaçıcı şifreleriyle çıkar: Bu şifreler; hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman, insani eylemlerin, özellikle de nihai ve geri dönüşsüz meydan okumaların mührünü taşıyan insani eylemlerin: İstemli ölümün elle tutulmaz girdaplarının öznelliğine, içselliğine ve dile gelmezliğine yabancı kalan geometrik istatistiksel şemaların tektipleşmiş ve birimselleşmiş haliyle çözülmez. Öte yandan, sonu olmayan bir arayış
içinde, kadın ve erkek hastaların içselliğinin gizli anlamlarını çözmekle ilgilenen hermeneutik psikiyatrinin, psikanalitik (Freudcu ve Jungcu) ve fenomenolojik psikiyatrinin varoluş nedenlerini
belirleyen bilişsel patikalar da bunlardır.

Elbette ki, kronik intihar durumunun klinik ve psikopatolojik kategorisi tek yönlü değildir: Bu durumun kökenleri, zaman zaman, belki de Antonia Pozzi'de olduğu gibi, elden kaçıcı ve dur
durak bilmez gelgitleri bulunan depresif halde yatabilir. Ama bu kökenler, Margherita'da olduğu gibi, kaygı ve kendine yönelik öngörülmez saldırganlık kasırgaları içeren psikotik dissosiyasyonun
dalgalı sularında da yatabilir. Ancak bu kökenler, Pavese'de olduğu gibi, her halükarda psikotik bir yön taşımayan, sorunlu ve karmaşık kişiliklerde de yatabilir.

Her kronik intihar durumunun, bu duruma dahil edilebilecek her klinik gerçekliğin ortak noktası, önceden de demiş olduğum üzere, zamanda süreklilik gösteren öz yıkım meylidir. Bu meyil,
ergenlikten (ortak kaynakları olan ergenlikten) başlar ve intihar eylemi halini alacağı gençliğe ya da yetişkinlik dönemine dek dur durak demeden, tedavilere, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilere
bile direnir ve duygulanımsal hayattaki manidar olayların ışığında dahi dönüşüme uğramayarak yayılır.


Ungatz



Gerçek bir nesnedir. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız gerçeğidir. Ve bununla yüzleşip kabul etmelisin. Çünkü evrenin gerçeği hala bekliyor. Yani... Hepsi kaybolup gidecek. Sen, sen, sen, sen, ben, bu sigara, her şey... karanlıkta kaybolacak, geçersiz olacak. Ve kimse sorumlu değil.
Sadece başbaşa kalacağınız bir... ungatz. (Hiçlik)... Ungatz.(Hiçlik)...

Hiçlik. Hiçlik. Bu...hepsi bundan ibaret. Peki biz bununla ne yapacağız?

Gülümseyeceksiniz.

İNTİHAR


Ben, nihilizmimin en karanlık derinliklerinde bile yalnızca nihilizmi aşmanın yollarını aradım.


Kendimde en temelli olan şeyin ne olduğunu aradığım zaman bunun bir mutluluk tatmak isteği olduğunu gördüm. Benim yazılarımın kökünde yok edilemeyen bir güneş ışığı vardır.


Eğer hayata karşı işlenmiş bir günah varsa o da öteki dünyadaki umuda bu dünyadaki umutsuzluktan daha çok bağlanmaktır; bu durum insanı bulunduğu yerin ve şimdinin zorunlu güzelliklerinden alıkoyar. 


Ben bu rüzgarım, bu rüzgarın altında duran bu sütunlarım ve kemerim. Bu ısı veren döşeme taşlarıyım ve yıkılmış kenti çevreleyen solgun dağlarım. 


Ölüm karşısında duyduğum tiksinti yaşam kıskançlığından geliyor.


"Saçma ona razı olmadığımız ölçüde anlamlıdır."

Camus başkaldırmaya başlangıçtan karar vermiştir, onun için intiharı yadsıyacaktır. Camus'nun intiharı yadsıması, onun hayat özlemi, saçma ile bir dereceye kadar yapılmış bir uzlaşmadır. 

Hayatın saçmalığına varmak bir son değil, sadece bir başlangıç olabilir.


 İntihar olsa olsa genel bir geçerlikten uzak özel bir cevaptır! İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile bir çürütme yolu hiçbir zaman olamaz. Camus, Düğünler'de önce çekinerek ortaya attığı yaşamın anlamı olmadığı yargısı ile yaşamaya değmediği kararı arasında bir ayrılık gözetilmesi gerektiğini düşünür. Varlıkta bir anlam aramaya çalışan eylemin karşısında hayatın sadece saçma olabileceğini söylemenin — Camus’nün mantık anlamında -— elbette bir gücü vardır. İntihar saçmaya boyun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır, ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki intihar saçma ile bir çatışma olabilir, ama saçmanın çözümü olamaz. Sonra intihar saçmayı ortadan kaldırmak şöyle dursun onu uygular ve yoğunlaştırır. Ölüm önce de gördüğümüz gibi saçmanın yönlerinden biridir. İntihar ise isteyerek atılan bir adım ve ölümün önceden görülmesidir. Oysa saçmanın insanda yarattığı başkaldırma kısmen ölüm olayına karşı bir başkaldırmadır. Bu çeşit bir başkaldırma insanı intihar yoluyla bile bile kendini ölüme atması şeklindeki başkaldırma ile uzlaşamaz. ölüme mahkûm -bir insanın doğal duygusu hayatı daha yoğun olarak yaşamak istemek olur. Ve bilinmeyen bir suç için metafizik olarak mahkûm edilmiş bir insanın kendi felâketini hazırlaması mantıksal değildir. Camus, intihar eden bir insanla ölüme mahkûm bir insanın durumları tastamam birbirinin tersidir, derken herhalde bunu söylemek istiyor.


*
John Cruıckshank
Albert Camus ve
Baskaldırma Edebiyatı

Felsefe / Edebiyat

Yetişme yıllarımda, Felsefe ile Edebiyat’ın eşit payları oldu. İlk ürünlerime doğrudan yansıyan bir durumdur bu. Zamanla, düşünme dilinin yazınsal dille çatışması, Felsefeye duyduğum ilginin ikincil bir düzleme inmesine yol açtı. Bir kopma değil şüphesiz, sözünü ettiğim: Bir mesafe alma sorunu. Bugün, Felsefeyle temasımın farklı bir boyut aldığı kanısındayım-. Artık ona Edebiyat’a bir biçimde zarar verebilecek bir alan olarak bakmıyorum. Şu da eklenebilir: “Sistem” filozoflarından çok “üslup” filozoflarına yakınlık duydum baştan beri; Schopenhauer’den, Nietzsche’den Deleuze’e uzanan bir çizgide.

Enis Batur


Sıkıntı


Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâlâ; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...


Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kâfidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; bâtıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.

Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.


Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur; Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki maddesiz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?

Sıkıntı, o devasız nekahet...)

Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar da var olma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısına gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gereksizliğin algısına yüceltene dek...)

"Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda, "acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgâr, havanın çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan istifa ediyorum. Nâmevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... Arzu', sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."

Cioran

bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/02/sikinti.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/melankoli-can-sknts-zaman.html

An


(...) Hafızayı ne pahasına olursa olsun silmek gerekir, içimizde billurlaşmaya uğraşan duyguları da. Bütün kalıcı bağlanmalar, birazcık süren bütün pişmanlık ve özlemler yaşamamızı engeller, bizi zor durumda bırakır ve varoluşumuza tıka basa doluşur. Hatırlamanın ve arzu etmenin neye hayrı var? Sonu olmayan bir içerikler dizisiyle geçmişi doldurmak, bundan daha uzun bir diziyle de geleceği öncelemek niye? Kendilerini zaman içinde ifade eden duyguları muhafaza etmek ve bunlar üzerinden nesnelerle bağ kurmak niye? Eninde sonunda dünyaya bağlanmak niye?

Hayat yolu üzerinde dikilen engelleri, içinde hayatın fiillerini eriten genel bir anlamlandırmanın ve bütünleştirmenin etkisinden kurtaracak saf bir tecrübeyle aşamaz mıydık? Süre içinde yaşamak, hayatın fiillerinin her birini, bir art arda geliş unsuru, zincirin bir halkası, kısmi ve simgesel bir parça haline getirir; bu yolla, hayatın bütün fiilleri hafızayı besleyerek yararsız bir benlik devamlılığı kurar. Zira benliğin sürekliliği ve devamlılığını, duygu evrimlerinin, özlem kabarmalarının ve koyulaşan pişmanlıkların ötesinde hissetmek ve bunun bilincinde olmak yararsızdır. Bütün mesele, hafızayı kullanmaksızın bütünsel olabilmektir. Bu da ancak, hayatın her fiili bütünen gerçekleştirilirse mümkündür; ötekiler nazarındaki göreceliğine ve onlarla ilişkisine bakmadan... Mutlak bir şekilde ânın içinde yaşamak, bireysel hayatın en üst noktada güncelleştirilmesidir ve zaman içinde yaşama ümitsizliğinin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Anları sorun gibi değil de, mutlak eserler gibi yaşamak; her ânı, nihaî, başsız sonsuz bir şey gibi yaşamak. Bir şeye başladığını ve de bir şeyi bitirdiğini hiç zannetme; hayatın, her ânında bütünsel ve mevcut olduğun, unutacak ya da arzulayacak hiçbir şeyin kalmadığı bir sarhoşluk gibi olsun. Sadece an içindeki mutlak eser, bizi, geçmişin ve geleceğin cesetleri eşliğindeki kendi zamanımıza sahip olma işkencesinden esirgeyebilir.

Her anda bütünsel olunduğunda, bertaraf etmek zorunda kalacağımız hiçbir şey yoktur, zira artık dışarıdan hiçbir şey üzerimizde ağırlık etmez, ve bir varoluş gibi, hayat ve ölümün artık hiçbir anlam ifade etmediği bir varoluş doluluğu gibi kalınır. O zaman, kendi kendine, canlı olunduğu söylendiğinde de, ölüneceği hatırlandığında da aynı ölçüde şaşırılır.

SANATÇI / GOTTFRIED BENN



SANATÇILAR DÜNYAYI 
DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
GOTTFRİED BENN

Çeviren : Kâmuran ŞÎPAL


A.: Şimdiye değin bir yığın yazınızda sanatçıyla ilgili olarak aşağı yukarı şöyle bir görüşü savundunuz: Sanatçının zaman üzerinde hiç bir etkisi yoktur, sanatçı tarihin akışına karışmaz, özünden ötürü yapamaz bunu, tarihin dışında bulunur. Bu biraz saltık bir görüş değil mi?

B.: Sanatçı parlamentoyla, belediye işleriyle, arsa alım satımıyla, hasta sanayi ile ya da beşinci toplumsal sınıfın kalkınma sorunuyla ilgilenmelidir diye mi yazayım isterdiniz?

A.: Ama sizin bu yadsıyan görüşünüzü paylaşmayan ve zamanın bir dönüm noktasında bulunduğumuz kanısından yola koyularak; yeni bir insan tipinin oluştuğu, baştan başa değişik ve daha mutlu bir geleceğe götürecek yolun yazılıp çizilerek gösterilebileceği görüşünden kalkarak çalışmaya koyulmuş bir hayli ünlü yazar var.

B.: Daha iyi bir geleceği tasvir etmek mümkün tabiî. Her vakit düşçü yazarlar çıkmıştır, sözgelişi Jules Verne  ya da Swift. Zamanın dönüm noktasında olduğumuza gelince, zamanın habire değiştiğini, boyuna yeni insan tiplerinin oluştuğunu, insanlık şafağı ve nurlu sabahlar gibi sözlerin yavaş yavaş efsanevî bir sağlamlık ve düzenlilikte deyimler haline geldiğini şimdiye değin tekrar tekrar göstermeye çalıştım yazılarımda.

A.: Demek oluyor ki, sanatçının günlük sorunların tartışılmasına herhangi bir katılışı doğru bir davranış değil sizce?

B.: Bana göre bir heveskârlıktır. Bakıyorum da kimi yazarlar 218. maddenin, kimileri de ölüm cezasının kaldırılması için uğraşıp duruyor. Aydınlanma’dan beri toplum içinde görülen bir tip yazarlardır bunlar. Çalışma alanları, Voltaire’in Calas için giriştiği ünlü savaşla Zola’nın J’accuse ünü  andıran yerel (mevziî) uğraşılar ve düşünce özgürlüğüne yönelmiş çabalardır.

Â.: Siz de bu yolda bir yazarlığı sanat sınırları içerisine sokmuyorsunuz demek ?

B.: Tecrübeler böyle bir yazarlığın binde bir sanat sınırları içerisine girdiğini göstermiştir. Çalışmalarını uygarlığın deneysel kuramlarına yöneltmiş olan yazarlar, dünyayı gerçekçi bir açıdan duyan, dünyayı maddi bir kılık altında görüp üç boyutlu olarak etkinliğini hissedenlerin tarafında yer alır; teknisyenlerin, savaşçıların, sınırları yerlerinden oynatan ve yeryüzüne teller çeken ellerle ayakların tarafına geçer, yüzeyde kalan, tesadüfi değişimlerin çevresine girerler. Oysa sanatçı, ilke olarak, bir başka çeşit yaşantı sahibidir; pratik etkisi olan ve kalkınma sorununa hizmet eden kompozisyonların değil, daha başka türlü düzenlemelerin ardından koşar.

A.: Teknisyen ve savaşçı dediniz, yani size göre dünyayı yalnız bunlar mıdır değiştiren?

B.: Dünyanın değişebilecek olan yanını. Teknisyen ve savaşçının üstünde bir deyim olan bilgin deyiminin, sanatçının tamamen ve taban tabana karşıtı olduğunu söylemek isterim. Varı yoğu, sözde genel bir geçerliliği öne sürülen, ama aslında yalnız fayda sağlamaya yarayan bir mantıktır bilgin kişinin. Bilginler, denenebilme herkesçe öğrenebilme ve değerlendirilebilme gibi halkın sevdiği tasarımları geniş ölçüde benimseyen bir gerçek kavramının tutunmasına yol açmışlardır, ortanın üstünlüğünü sağlama amacı güden bîr ahlâkın propagandasını yaparlar. Sanatla bilimi her vakit bîr çırpıda söyleyivermekten başka bir şey öğrenmemiş bir ulusun, sanatçıyla bilgine her vakit yanyana yer veren Aydınlanma'nın bilgeliğine ister istemez açgözlülükle sarılacağını ve gerçekten büyük çapta yaratıcı bilginlerin yetiştiği bir yüzyılda haydi haydi bu davranışa yöneleceğini bilmiyor değilim. Ama bildiğim daha başka şeyler de var: Bir pazar kalkıp Berlin'in 160 kilometre kuzeyindeki Büyük Seçmen Prens'in topraklarına, Fehrbelen’e  gidin. Büyük Frederik'e ait yerlere gidin; bir arazi göreceksiniz, cılız ve kuru, dünyada anlatılacak gibi değil, yoksulluk ve darlığın ta kendisi, nedensellik güdüsünün gerçek yuvaları. Bu yerlerde, çiftlik sahipleri ve muhtarların etkisinde işe yararlılık ilkesini renksiz duygularına temel edinmiş bir halkın neden Penthesilia yazarına sıkıcı ve küstah bir yazar olarak baktığını anlayacaksınız.

A.: Yani Penthesilea'nın büyük bir sanat eseri olduğunu, ama ne siyasal, ne toplumsal, ne de kültürel bakımdan en ufak bir etki yaratmadığını mı söylemek istiyorsunuz ?

B.: Evet, budur söylemek istediğim. Ayrıca, Penthesilea'dan sonra en büyük Alman sanat eseri, yani Heinrich Mann’ın Die kleine Stadı da örnek olarak gözlerimizin önünde. Bu eser de, üslûp bakımından bile olsa, en ufak bir etki yapmış değil. Bunu ancak şöylece ifade etmek mümkün: Sanat eserleri görüngü (fenomen) dünyasının malıdır, tarihsel bir etkileri yoktur, pratiğe gelmezler, zaten büyüklükleri de buradadır.

A. : Ama bu düpedüz nihilist bir sanat görüşü değil mi?

Goethe


Balyoz olmak için yaratılmış insan, örs olmasını Öğrenmeli ilkin. Vuruşların altında durabilmek... Sonra, onları indirmek için gereken yüz kat fazla kuvvete sahip olduğunu bilerek, yüreğine umut kazandırmalı. Direnmek için, kendini bir kitle hâline koyuyor. Oysa örsün ne sert vuruşlara dayanmış olduğundan kuşku duymağa imkân var mı? 

«Ayrıca bir köpek gibi kederler altında ezilmek ve susmak özelliğini kendimde buldum. Fakat daima amacımı gözümün önünde tutuyordum. Sonunda onu gerçekleştirmek ânına eriştim mi, ne olursa olsun işime bütün kuvvetimle sokuluyordum. Beni, az mı yıktılar, dişlediler? Hem de en saf hareketlerim için yaptılar bunu. Ama yaygaralar bana hiç etki yapamadı»


Onun mutluluğundan ve Olympe sakinlerine has susuşundan az söz açılmamıştır. Alıklar. Bu somurtkan azgın kırışığına ve bu herşeyden iğrenmiş olmanın deyimini taşıyan burun deliklerine hiç bakmadılar mı?

 «Beni daima mutluluğun koruduğu bir insan olarak görmüşlerdir. Aslına bakarsanız, benim hayatımda acı ve didişmeden başka bir şey olmamıştır. Diyebilirim ki, yetmişbeş yılda dört haftalık gerçek bir huzurum yoktur. Taş durmadan, ısrarla düştü, onu boyuna yeniden kaldırmak gerekiyordu.»

 Oysa, bundan hiç yakınmamıştır, Dişlerini sıkar ve dik yokuşa tırmanmaya devam ederdi. Ama çok zaman umutsuzlukla basbaşa kaldığı olmuştur. Kim onun kadar umutsuzluğu ağzında çiğnemiş ve tekrar tekrar, çiğnemiştir. Şu feryadı yükseltebilmek için onun umutsuzlukla yeteri kadar dolmuş bulunması gerekmez mı?

«Umutsuzluk içinde çırpınmayan yaşamamalı.» 

Ya kahramanlık dolu bir karamsarlığın şu açıklaması: 

«Her çeşit teselli bayağıdır ve umutsuzluk bir Ödev oldu bana.»

Peki o, bütün bu eğilimlerden kendini nasıl kurtarabildi? Nasıl oldu da yenilmedi? Nasıl ve ne ile korunabildi? 

«Cesaret ve haşinlikle» 

«Siz diyorsunuz ki, özetlersek, tabiat yüreklerimizi tatlılığa ve duygululuğa göre biçimlendirmek istemiştir. Oysa, tabiat hiç bir zaman böyle davranmaz. O, Tanrıya çok şükür, belki her şeyi sertleştirir.» —

 «Dünya lâpa ve marmelâttan yapılmış değildir. Onda çiğnenmesi gereken sert lokmalar vardır. Ya onları çiğnemeli, ya da tıkanıp gebermeli.»

Cesaret.. En başta gelen özelliği.

 «Cesaretsiz her şey hiçten ibaret, doğmamış olmak daha hayırlı.»

Cesaret Goethe’den hiç ayrılmamış. Ölümüne üç yıl kala, büyük bir acının başlangıcında 81 yaşındaki ihtiyar adam doğruluyor ve diyor ki: 

«Işığa sahip olduğumuz sürece başımızı dik tutacağız ve sanat yapıtı verebileceğimiz müddetçe yenilmiyeceğiz.»

Zırhının içine çekilmiş bu yaşlı ozanı ziyaret edenlerden, hem de en yakın dostlarından bir çoğu onun üzerine çelişik yargılar vermişler. Onu duygusuzlukla suçluyorlardı. Oysa biz biliyoruz, yüreği çok hassastı. Vücut bir çok savaşlardan, bir çok defalar ürperdiği için zırh bu kadar sert olmuştu.

O,sınırsız evrenin kumları üstünde, tıpkı sahrada olduğu gibi, varlığın ehramını kurmak istiyordu. Bu işe, belirsiz bir şekilde ta gençlik yıllarında kapılmıştı. Son gününe kadar bu erekten uzak durmadı. Her şey onun yapısı için taştı, sevinçleri ve acıları, kör karşılaşmalar, sağlık ve hastalık, gördüğü ve elde ettiği herşey, gücü yetip kazanamadığı herşey. Fakat herşey, ancak kendi yapıcılığının ilkelerine göre, güçlü ve aydınlık kafasının tasarladığı yol dışında hiç bir şey... «Ben neyi yapabileceğimi, neyi yapamayacağımı biliyorum.»


Romain Rolland


SIKINTI

"Ah sevgili Michel, bilemezsin burada nasıl sıkılıyorum. Hem de ne sıkılma! Gerçekten inanıyorum ki, kişi kendini hangi ülkede bulursa bulsun, sıkıntının önünü alacak tek şey var: çalışma."

Baudelaire,
 Michel Lévy'ye  (Brüksel, Mayıs 1864)


"Bana, çalışamadığı için sıkıldığını söyleyen arkadaşıma, sıkıntının üstün bir hal olduğu ve onu çalışma fikriyle ilişkilendirmenin sıkıntıyı azaltmak olduğu cevabını veririm."

 Cioran


"...Zira sıkıntı kendi zamanının diliyle konuşur ve sana en değerli hayat derslerini verecek...; yani sen tamamen saçmasın!" 

 Joseph Brodsky


 "Üzüntü, bir umutsuzluk, peki neden dolayı? yaşanmamış bir hayattan dolayı; pek yakında artık yaşanacak hiçbir şeye sahip olmamanın verdiği bir kızgınlık ya da bir korku değil, ama içinizi kemiren gerçekten yaşamamış olma, gerçek yaşama sahip olmamış olma duygusu"

Tor Ulven


"Sigaralarını da her kırk beş dakikada bir yakmayı isterdin."

Uyuyan Adam
(sf. 97, Perec)




Siegfried Kraucer'in Sıkıntı başlıklı
kısa yazısı (1924)

SIKINTI

Siegfried Kracauer


Günümüzde halâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü böylelerinin benliği silinip gitmiştir — o benlik ki varlığı, günümüzün koşuşturmalı dünyasında onları belli bir yerde uzunca kalamayıp, amaçsız salınmaya zorluyor olacaktı.

Çoğu insan huzur(zaman)dan yoksun, bu doğru. Onlar temel gereksinimlerini karşılamaya ancak yetecek kadar kazanmak için tüm enerjilerini harcadıkları bir yaşam sürdürmektedirler. Bu yorucu görevi birazcık hafifletebilmek uğruna, uğraşlarına ahlaki bir tül çekecek, en azından kendilerine belirli bir ahlaki doyum sağlayacak bir "iş etiği"  icad etmişlerdir. Kendini ahlaki bir varlık olarak düşünmenin kişiye verdiği övüncün her tür sıkıntıyı giderdiğini iddia etmek abartı olurdu. Gene de burada söz konusu olan, gündelik koşuşturmaya özgü bayağı, kaba sıkıntı değildir; çünkü bu türden sıkıntı ne öldüresiye ne de kişiyi yeni bir yaşama aydırıcı değil, ahlaken onaylı halihazırdaki uğraştan daha iyisi çıktığında hemen silinecek bir doyumsuzluğun dışavurumudur yalnızca. Bununla birlikte, görevleri arada bir kendilerini esnemeye itenler, yatkınlıkları gereği işlerini sürdüre-gidenlere göre daha az sıkıcı olabiliyorlar. Öbür mutsuz tipler ise gittikçe koşuşturma içine batarak, sonunda nerde olduklarını bilemez hale gelirler; onları yeniden kafalarıyla bütünleştirecek, o olağandışı, kökten sıkıntı hiçbir zaman ulaşamayacakları bir uzaklığa çekilmiştir artık.

Gene de kimse huzur (zaman)dan tümüyle yoksun değildir. Ofis sürekli sığınılacak bir yer olmadığı gibi, Pazar günleri de bir kurumdur. Böylece, en azından ilke olarak, serbest zamanın o güzel saatlerinde herkesin kendini gerçek sıkıntı düzeyine yükseltme olanağı vardır; ama insan hiçbir şey yapmak istemese de ona olanlar olur. Dünya kişinin [yitirdiği] kendine erişememesini güvence altına almıştır bile. Dahası, kişi dünyayla ilgilenmese bile dünya onunla öyle ilgileniyordur ki, huzur ve dinginliğe bir türlü kavuşamayarak toptan sıkıntı içine yuvarlansın. Dünya da sonunda bu toptan sıkıntıyı haketmekte.

İnsan içinden doygunluğun serpilebileceği bir doymamışlıkla yüklü, akşamları caddelerde sürter durur. Binaların tepelerinde aydınlatılmış sözcükler kayıp durmaktadırlar ve zaten kişi kendi boşluğundan kovulmuş, reklamların o yabancı dünyasına sürgüne gönderilmiştir bile. Beden asfalta kök salmış, artık kendi tinimiz olmaktan çıkmış tin de [Geist] ışıklı panoların aydınlatıcı vahiyleriyle birlikte durmaksızın gecenin içine dalıp çıkar hale gelmiştir. Ortadan silinip gitmelerine izin verilmiş olsa bari! Ama bu tin tıpkı atlıkarıncada inip çıkan Pegasus [kanatlı at] gibi kendi çevresinde çemberler çizmek zorundadır ve alkollü içkinin görkemini göklere çıkartmaktan, en kaliteli beş sigaranın nimetlerini övüp saymaktan bıkıp usanmaz. Binlerce ampul ortasındaki insan bir tür büyü tarafından amansızca mahmuzlanarak kendini yeniden ve yeniden parlak cümlelerle biçimlendirmeye yönelir.

Diyelim ki, söz konusu ruh raslantı eseri bir defasında çıktı, geri geldi; hemen kendine değişik kılıklar ardında yitmek üzre bir sinemaya gitmeyi önerir. Sahte bir afyon tekkesindeki sahte bir Çinli gibi çömelir. Bir film diva'sını hoşnut edebilmek için gülünç oyunlar çevirmek üzere yetiştirilmiş bir süs köpeğine dönüştürür kendini. Yalçın dağ tepelerini kasıp kavuran fırtına içine dalar. Aynı anda hem aslan hem sirk terbiyecisi oluverir birden. Nasıl direnebilirdi ki böyle dönüşümlere? Afişler onun doldurulmasına karşı çıkmayacağı boşluklarda sallanır, terk edilmiş bir palazzo kadar çıplak beyaz perde önüne sürüklerler onu. imgeler de birbiri ardından boy göstermeye başladı mı bir kere, onların geçip gidiciliğinden başka bir şey kalmaz dünyada. Boş boş bakarken unutur kişi kendini ve o koca kara delik hiç kimsenin olmadığı gibi herkesi de tüketen bir yaşam yanılsamasıyla canlanır.

Aynı şekilde radyo da, onlarda tek bir kıvılcım çakmasına izin vermeksizin varlıkları unufak eder. Çoğu insan yayınlara inanmak zorunda hissettiğinden, Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne, Berlin'e gebe, sürekli bir [edilgen] alıcı durumunda bulur kendini. O narin kulaklıkların davetine kim direnmek ister ki? Haberler oturma odalarında ışıldayarak döner sararlar kafaları. Oturanlar da yetkin bir sohbeti -o bile sıkıcı olabilir- geliştirecek yerde, gizil nesnel sıkıcılıkları bir yana, kendilerine kişisel sıkıntıyı yaşamak gibi en basit bir hakkı bile tanımayan dünyanın o uğultusunun oyun alanı haline gelmişlerdir. insanlar sanki ruhları uzaklarda başıboş dolaşırken, sessiz ve yaşamazcasına yan yana dizilidirler. Ama bu ruhlar keyiflerince dolaşamamaktadırlar; dizginlenemeyen habercilerce taciz edilir dururlar ve kısa zamanda kimdir avcı kimdir avlanan, kimse söyleyemez. insanın, kirpi gibi tortop olmak ve kendi hiçliğine aymak istediği cafelerde bile buyurgan bir hoparlör kişiye özel varoluşun her bir izini siler, süpürür. Gürültüyle savurup yaydığı duyurular konser arası zaman dilimine hükmeder; zaten kendileri de aynı duyuruları dinlemekte olan garsonlar bu gramofon taklidini susturmaları yolundaki saçma istekleri "ne münasebet!” dercesine geri çevirirler.

Antenlerle gelen bu tür yazgıyı kişi çaresiz kabullenirken beş kıta gittikçe birbirine yaklaşmaktadır. Hakikatte oralara uzanan bizler değiliz; bizi kendi sınırtanımaz emperyalizmlerine maleden onların kültürleri aslında. Sanki boş midenin doğurduğu düşlerden birini yaşıyor gibiyiz: çok uzaklardan yuvarlanıp gelen küçücük bir topun birden yakın çekime girip irileşerek seni ezip geçmesi gibi. Ne durdurabilirsin, ne kurtulman mümkün; o noktada zincirli, gelen devin kütlesi altında silinip gidecek zavallı bir oyuncak bebek, kaçabilmek söz konusu değil. Diyelim ki bu bunaltıcı Çin bilmecesi ustaca geçiştirilebildi; hemen bir Amerikan boks maçının sizi alıp götüreceğinden emin olabilirsiniz. Kabul edilsin ya da edilmesin, burada fazlasıyla egemen olan Batı'dır. Şu yeryuvarlağı yüzünde yer alan dünya tarihinin utançsız yaşam hırsıyla dolu tüm olaylarının —salt şimdikiler değil, geçmiştekilerin de- tek isteği vardır: bizi nerede istiyorlarsa orada bir buluşma belirlemek. Ama efendileri yerlerinde bulmak ne mümkün. Gezmeye çıkmışlar, nerede oldukları bilinemiyor; boş salonlarını da çoktandır "beklenmedik misafirlere" terk etmişler; onlar ise efendilik taslayarak işgal etmekteler odaları.

Ama ya birisi böyle kovalanmaya hayır derse? işte o zaman sıkıntı kişinin söz gelimi halâ kendi varoluşu hakkında söz sahipliğine bir tür güvence sağladığı için tek uygun [özgün] uğraş haline gelir. Eğer kişi hiç sıkılmasaydı, başta da iddia edildiği gibi, belki de gerçekte hiç mevcut olmayacak ve böylece sıkıntının nesnelerine bir yenisi daha eklenerek, insan ya çatılarda yanıp sönüyor ya da film şeridi halinde makaraya sarılıyor olacaktı. Ama eğer kişi orda mevcut olacaksa, o zaman her yerde hazır ve nazır o soyut tezgâhtan sıkılmaktan, ve aynı zamanda bu tezgâh içinde varolduğu için kendisini sıkıcı bulmaktan başka seçişi yoktur.

Bir yaz ikindisi herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda salınmak ya da en iyisi evde kalıp perdeleri çekerek sofa üstünde kendini sıkıntıya terk etmek. Hüzünle kaplı olarak, bu süreç içinde saygınlık bile kazanabilen fikirlerle oynaşılır; hiç yoktan ciddi görünüme giriveren değişik tasarımlar düşünülür. Sonunda da masa üstündeki sıçrayamayan cam çekirgeden ya da kendi kaprisinden bile habersiz küçük kaktüsün sevecen şapşallığından etkilenen insan, gerçekte ne yapması gerektiğini bilmeksizin, kendiyle başbaşa olmaktan öte hiçbir şey yapmamakla yetinir. Tıpkı bu dekoratif yaratılar gibi ciddiye alınmazlığıyla insan da içinde sadece nedensiz bir huzursuzluk, yana itilmiş bir doyumsuzluk, ortalıkta ama gerçekte varlıktan yoksun şeyler karşısında bir bitkinlik taşır.

Ama eğer kişi sabreder, meşru sayılır sıkıntıya özgü sabrı gösterirse, işte o zaman neredeyse bu dünyaya ait olmayan bir tür huşu yaşar. Tavus kuşlarının içinde dolaştığı bir manzara açılır karşıda; ruh dolu insan imgeleri belirir gözönünde. Ve bak— senin ruhun da aynı şekilde dolup taşmaya başlıyor ve haz içinde hep eksikliğini duyduğun şeyi, o büyük tutkuyu adlandırabiliyorsun artık: Bir göktaşı gibi kayan bu tutku inip de, seni, başkalarını ve dünyayı sarıverseydi— ah, işte o zaman sıkıntı biter, ortalıktaki her şey de var olurdu...

Ama insanlar halâ uzak imgelerden ibaret; o büyük tutku da ufuk çizgisinde süzülüp gitmekte. Dağılmaya direnen sıkıntı içindeki kişi de tıpkı burda olduğu gibi sıkıcı gereksizlikler yumurtlamayı sürdürmekte.

Çeviren: 
Haşan Ünal Nalbantoğlu


*
İlgili okumalar:


Gülmek / Cioran

Nietzsche...  O yok mu o? Aslında her şeye ‘‘çilelerimiz”in neden olduğunun delilidir adeta!

diyor Cioran:

Le diable probablement (1977, Robert Bresson)

Hiçlik benim içimdeydi, onu dışarıda aramama gerek yoktu. Daha çocukken, uçurumların keşfine götüren can sıkıntısı yoluyla, bunu önsezi düzeyinde hissetmiştim. Boşluk hissini, zamandan dışarı atılmış olma izlenimini ilk tattığım anı tam olarak gösterebilirim. Bu boşluğu sürekli hissetmekten başka şey yapmadım, benim için neredeyse gündelik bir karşılaşma haline geldi bu. Önemli olan, bir tecrübenin sıklığıdır, bir baş dönmesinin ısrarla kendini hissettirmesidir.

Yazmak, eğer ilaçlara düşkün değilseniz, büyük kaynaktır; yazmak, iyileşmektir. Size bir öğüt vereyim: Birinden nefret ediyorsanız, ama ille de onu yok etmek diye bir isteğiniz yoksa, yüz kere ismini, yanına da “seni öldüreceğim” yazın. Yarım saatte yatışırsınız. Dile getirmek, kurtulmaktır; sadece zırvalar bile yazsak, hiçbir yeteneğimiz dahi olmasa.



Akıl hastanelerinin her sakinine, karalamak için tonlarca kağıt verilmeliydi. Bir tedavi yolu olarak ifade. İntihar fikrinde de aynı fazilet vardır. Kendi kendine, “istediğimde kendimi öldürebilirim,” dendiği anda, hayat bir kabus olmaktan çıkar. Elde böyle bir başvuru çaresi olduğu zaman, gerçekten de her şeye tahammül edilebilir.

Gençliğimde, ölüm gecem gündüzümün merkezindeydi; kendi kendini haklı çıkaran, en yüksek derecede meşru, ama yine de marazi bir mevcudiyet. Tuhaf şey: Yaşla birlikte, bu gitgide daha az düşünülür. Yakınlarda eski bir dostumdan bir mektup aldım, hayatın onun için artık hiçbir şey ifade etmediğini yazıyordu bana. Şöyle cevap verdim: "Bir öğüt istersen: Ancak artık gülemediğin zaman kendini öldürmelisin. Bunu yapabildiğin müddetçe, bekle daha. Gülme bir zaferdir, hayat ve ölüm karşısında tek hakiki zaferdir. 

Cioran

ORUÇ ARUOBA


...şimdi sen bu yaşamı yaşıyorsun, yaşamın bu noktasına geldin, bir eylemde bulunacaksın. Düşün ki bu eylemde bulunacaksın ve öleceksin. Ondan sonra aynı yaşamı, tıpatıp aynı yaşamı, yeniden yaşayacaksın... gene geleceksin bu eylemde bulunacaksın ve öleceksin... yine doğacaksın ve yine tıpatıp aynı yaşamı yaşayacaksın, her bir adımıyla, bu noktaya geleceksin... o eylemde bulunacaksın ve öleceksin... istiyor musun? buna evet diyor musun?... bu nokta yani bengi dönüş amor fati, güç istemi... bütün düşüncelerinin iplik uçlarının bağlandığı nokta burası... o zaman bu benim bir erdemim olabilir çünkü benim bütün yaşamımdan çıkmış bir şey benim bütün yaşamımın bir sonucu, o zaman erdemli bir şey olur çünkü bana aittir başka hiç kimseye ait değildir...


DECADENCE

İyi ama bu "düşmüşlük (decadence)" nedir? Nietzsche bu tabiri on dokuzuncu yüzyıl sonunda
Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri'nde (1857) kişileşen Fransız edebiyat hareketinden almıştır
-bundan sonra da modernliğin kötü yönlerini özetlemek için kullandığı gözde tabiri olur. Düşmüşlüğün (decadence) başlıca nitelikleri "gotik" bir beğeni, yüzyıl sonuna ait bir çürüme, sapkınlık ve ölüm takıntısıdır. Neredeyse çağdaşları olan "empresyonistler" nasıl ilk başta kendilerini kötülemek için kullanılan bir tabiri sahiplendiyse, düşmüşler (decadent) de kendilerine verilen adı şeref payesi saydılar.

Nietzsche düşmüşlüğü (decadence), "tükenmişlerin" hayat için "zararlı olanın çekimine kapıldığı" bir "nevroz" olarak tanımlar. Putların Alacakaranlığı'nda benzer bir şey söyler: Kendinize zararlı olanı içgüdüsel olarak seçmek ... düşmüşlüğün pratikteki formülüdür" .

Esasen Fransız edebiyat hareketinin doğru bir tanımıdır bu: Ölüm-bulaşmışlara kafayı takmış, bir tür "ölüm-isteği" sergileyen, Keats gibi "huzurlu ölüme yarı aşık" estetik düşmüşler tam da "zararlı olanın çekimine kapılıyorlardı".


" Düşüş" önemli bir felsefi terim olarak ilk kez Nietzsche'nin 1888'deki eserlerinde boy gösterir. Daha önce belirtildiği üzere bu kavramı zorlaştıran şey Nietzsche'nin onu iki şekilde tanımlamasıdır. Birinci tanıma göre düşüş "hiçlik" özlemi, "ölüm istencidir"; Baudelaire'in çürüme ve sapma sevgisinde ve örtük olarak da Wagner'in son operalarında açıkça görülen budur. İkinci tanıma göre düşmüşlük atomlaşma çerçevesinde açıklanabilir: ister sanattan, ister toplumdan bahsediyor olalım, modernliğin düşmüşlüğü, karmaşık birliklerin koruma gücünde yozlaşma, "hayatın bolluğunun" "en küçük biçimlere doğru itilmesi" ve böylece eski bütünlüklerin tortulara, "kaosa" indirgenmesi demektir. Fakat bu nitelendirmeler bana birbiriyle bağdaşmaz görünmüyor. Nietzsche dekadan (decadent) hale gelenlerin "zayıf ve tükenmiş" olduğunu söyler. Hayattan nefret eder ve hayatı terk etmek isterler, çünkü artık zorlukların karşısına çıkamamaktadırlar. Bunun sebebi, yani onlarda görülen yüzyıl sonuna (fin de siecle) özgü Weltschmerz ve hayattan bıkma halinin sebebi atomlaşmada; onların "içgüdülerinin anarşisi"nde, hayatın güçlükleri karşısında "galibiyet" -ve galip geleceğine güven- için gereken tutarlı, azimli eylemi yapabilecek disiplinli bütünler olarak kendilerini örgütlemedeki başarısızlıklarında yatar. Pforta'da söylenebileceği gibi, dekadanlar artık "kendilerini toplayamayanlardır".

Nasıl "savaşçı" olunacağını unutmuşlardır.

*
Julian Young / Nietzsche


*
İlgili Okumalar: 
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/Sanatta Pesimizm mi? / Nietzsche

"Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"

Nevermore'dan detay


 Gauguin, Cosmopolis dergisinin 1897 Mayıs sayısını görmüş müydü? Tahiti'deki, ölümüyle tamamlanacak son sürgününde Paris'le bütün ilişkilerini koparmamış olduğu biliniyor - örneğin Mercure de France'a abone (üstelik derginin hissedarı da), okuduğu her şey hırslandırıyor, tuvale saldırtıyor onu. "Bir Zar Atımı" çıktığında Mallarme de göndermiş olabilir Cosmopolis'i: Gauguin'in 'kargalı portresi' 1899'dan, biribirilerini önemsiyorlar. Bir ayrıntı daha: Gauguin'in "Nevermore" resmi de 1897 tarihini taşıyor - büyük olasılıkla, Poe'nun şiirini Mallarme aracılığıyla tanımış olmalı Tahiti'deki yorgun, hasta, umutsuz adam.

 Belinda Thomson, ressamın 1897'de "Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"u yapmaya karar verdiğini vurguluyor. Gauguin, gövdesinde açığa çıkan sifilis, kızının korkunç ölümü, yalnızlığı, Paris'e beslediği öfke, Tahiti'nin gözünün önünde yokoluşu ile ağır yaralı durumda: Ölmeye yatacağına intihar etmeyi yeğliyor. Ama son bir yapıt, bir başyapıt (sic!) çıkardıktan sonra. Boyalar, fırçalar ısmarlıyor Fransa'ya; onlar gelesiye bir eskiz yapıyor, arkasından da yaratıcılık yaşamının en büyük (139x375 cm. boyutlarında), en cüretli işine başlıyor - tabloyu bir ayda tamamlayacaktır.



   Tablo bittiğinde, nereye gideceğini biliyor Gauguin: Yanına bir şişe arsenik alarak dağa çıkıyor, aşırı dozda yükleme olduğu için gövde zehiri kusuyor, güç belâ atölyeye dönen ressam, yatağında hiç kıpırdamadan günlerce tablosuna bakıyor;  Thomson'dan aktarıyorum. 1903'e dek yaşamıştır sefilleşen koşullar altında. Tahiti'deki papaz tören yapmayı yadsımış, bazı tablolarını hemen oracıkta yakmışlar. Küçük fırça hareketleriyle işte hayatının son dönemi.   
                
    Gauguin'le XIX. yüzyıl kapanıyor, denilebilir mi?, Cezanne'la birlikte, XX. yüzyılı başlattıkları söylenebilir: Braque'ı, Picasso'yu, Kübizm'i; öbürü Dışavurumculuğu Fovizm'i hazırlamış, doğurmuştur. Batı resminde egzotik arayışın (sözgelimi Picasso ve arkadaşlarının Afrika heykelini keşiflerinin) kaynağında da Gauguin'i görüyoruz. Ama asıl yolunu açtığı dünya: Renk ve form adına kırdığı sınır çemberinin dışındadır - bir özgünleşme yolu.

    Başyapıta dönecek olursak: "Nereden Geliyoruz?" ile "Bir Zar Atımı"nın aynı yıl gerçekleşmiş olmalarında rastlantıdan ötesini görmek, okumak gerekir. Biri ötekinin karşılığı mıdır? Hayır, böyle yaklaşınca tutarlı bir yörünge kuramayız; koşutluğu farklı bir zamanda kurcalamak sağlıklı olur.

  
  "Nereden Geliyoruz?"un, plastik güzergâh açısından ataları, komşuları bellidir, hüdainabit bir yapıttan sözedemeyiz: Genel yapısı gözönünde tutulduğunda, sanat tarihçileri Puvis de Chavasnes'ın "Inter Artes et Naturem"ıyla (1890) bağlantıları göstermişlerdir; figür bakımından da kimi alıntılar gündeme getirilmiştir (Rembrandt, Monet, vb.). Esin kaynakları ne olursa olsun, "Nereden Geliyoruz?" Gauguin'in kişisel damgasını en ince ayrıntılarına dek taşır gene de - kesinkes ikincil bir yapıt sayamayız onu.

 Gelgelelim, "Bir Zar Atımı" düpedüz önce'siz, öncülsüz bir şiirdir: Mallarme'nin çağdaş yazın üzerindeki etkisinin gücü, herhalde bundan, Gauguin'in çağdaş resim üzerindeki etkisinin gücünden kat kat fazla olmuştur.

    Bu iki yapıtın tek ortaklığını gerçekleştirildikleri yıla odaklayacak değilim şüphesiz. 1897'de bir fetiş görmüyorum; bir eşik bu tarih: Yeni bir çağ başlıyor orada, peşpeşe ve içiçe gelişecek onlarca kolektif yeniliğin ilk doğum sancıları duyuluyor artık. Mallarme'nin şiiri bir köprü: Onunla başlayan çok şey var da, onunla biten bir dünya olduğuna da dikkat kesilmek gerekiyor: Avrupa uygarlığı, beşiği Eski Yunan'dan alıp üçbin yıl oyunca taşıdığı imgelere, simgelere, arketiplere ve izleklere bir son senfonik dokunuş getiriyor "Bir Zar Atımı"yla - bu gecenin sonunda eldeğmemiş bir karanlık bekliyor.

"Nereden Geliyoruz?" - Gauguin'in ilk sorusuyla bütün bir metafizik program açılıyor önümüzde. Bir yer soruluyor: /Yer/i bilinmediği için. Tablonun neresinde bu soru? İçinde, sol üst köşede yazılı durduğunu söylemek işin içinden sıyrılmak olur. (O üç satırı tabloyu bitirdikten bir süre sonra, başarısız intihar girişiminin ardından eklediğini biliyoruz). Tıpkı "Nereye Gidiyoruz?" gibi, bu sorunun karşılığının da tablonun dışında, ötesinde kaldığını ileri sürmek başka bir çözümsüzlük. İki 'yer'i birden, aynı yerde, tablonun içinde aramaktan geçiyor bize kalan tek çözüm yolu - belki orta-sorunun içinden: "Neyiz biz?".

    Gauguin'in resminin arkasında simgeci anlayışın, alegori geleneğinin yükünü görmek ve göstermek güç olmamalı - işin bu yüzünü aydınlatma görevini uzmanlar gereğince yerine getirmiştir. Ressamın, özellikle Tahiti'ye gidişiyle birlikte, yapıtına yazıyı eklemleme çabasının belirginleştiği üzerinde de herhalde durulmuştur. Ne ki, bu üç soruyu, sözgelimi "Ne o, kıskandın mı?" (1892) ile aynı düzlemde değerlendiremeyiz: Tabloyu, tablodaki durumu vaftiz etmenin ötesinde, adlandırma kaygısını aşan bir içerik geliyor burada önümüze - bu içeriği bize engelleyen birşey var.

AD ABSURDUM:



Düşünce insanı denilen insan, kendini o çığır açan yapıt dediği tek yapıtla bozar ve sonunda gülünç duruma düşürür, ister adı Schopenhauer olsun, ister Nietzsche fark etmez, ister Kleist olsun ya da Voltaire, kafasını harap eden ve sonunda kendini ad absurdum'a ulaştıran zavallı insanı görürüz. Tarih onu yuvarlamış ve geçip gitmiştir. Büyük düşünürleri kitaplıklarımızda tutukladık, oradan bize ilelebet gülünçlüğe mahkûm edilmiş olarak bakarlar, dedi, diye düşündüm. Gece gündüz kitaplıklarımıza hapsettiğimiz büyük düşünürlerin yakarışlarını duyuyorum, o gülünç düşünce büyükleri dumura uğramış kafalar olarak camın arkasındalar, dedi, diye düşündüm. Bütün bu insanlar doğa karşısında yanıldılar, dedi, düşüncede sermaye suçu işlediler, bu yüzden cezalandırılıyorlar ve biz onları sonuna kadar kitaplıklarımıza tıkıyoruz. Çünkü kitaplıklarımızda boğuluyorlar, gerçek bu. Kütüphanelerimiz sanki cezaevi, büyük düşünürlerimizi tıktık oraya, doğal olarak Kant'ı, tıpkı Nietzsche gibi tek kişilik hücreye, Schopenhauer'i de, Pascal'i de, Voltaire'i de, Montaigne'i de, en büyükleri tek kişilik hücrelere, tüm diğerlerini koğuşlara, ama hepsini de sonsuza kadar olmak üzere dostum tüm zamanlar için ve sonsuzluğa kadar, gerçek bu. Bu sermaye suçlularının biri kaçacak olursa vay haline, kaçarsa işi hemen bitirilir, gülünç duruma düşürülür, gerçek bu. İnsanlık tüm bu sözüm ona büyük düşünürlere karşı kendini korumayı bilir, dedi, diye düşündüm. Akıl nerede ortaya çıkarsa çıksın yok edilir ve hapsedilir ve doğal olarak her zaman hemen akılsızlık olarak damga yer, dedi, diye düşündüm lokantanın tavanına bakarken. Ama konuştuklarımızın hepsi saçma, dedi, diye düşündüm ne dersek diyelim saçma ve yaşamımızın tümü de başlı başına bir saçmalık. Ben erken kavradım bunu; düşünmeye başlar başlamaz kavradım biz yalnızca saçma şeyler söylüyoruz, söylediğimiz her şey saçma, ama bize söylenen şeylerin de hepsi saçma, yani söylenenlerin hepsinin saçma olduğu gibi, bu dünyada yalnızca saçma şeyler söylendi şimdiye kadar, dedi, gerçekten ve doğal olarak da yalnızca saçma şeyler yazıldı, elimizdeki yazılı metinlerin hepsi saçmalık dedi, diye düşündüm. 

Bitik Adam'ı (Thomas Bernhard)
yeniden karıştırırken

filozof-şair

Psikiyatrinin, daha insani bir şekilde yaşanması için, sadece şiire değil felsefeye de ihtiyacı vardır; felsefenin de şiire ihtiyacı vardır. Felsefi düşünce ile şiirsel yaratıcılık, düşünme ile şiir yazma arasındaki ilişki, dili baş döndürücü bir karmaşıklık barındırmakla birlikte, özgün hermeneutik yönleri açısından okunması ve incelenmesi ihmale gelmemesi gereken Heidegger'in bir kitabında ustalıkla ortaya konmuştur. Filozof şöyle yazmaktadır:

Düşünmek ile şiir yaratmanın ortak kökeni o kadar yakın görünmektedir ki, bazı düşünürler kendi düşüncelerini şiirsel öğeyle ifade ederler ve bazı şairler, sadece, düşünürlerin özgün düşünme şekillerine yakın olduklarından dolayı şairdirler. Batı felsefesinin son filozofu, Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt'teki "şair"e istinaden seve seve "filozof-şair" olarak adlandırılmaktadır.

Nietzsche'den Hölderlin'e, filozof-şairden şair-filozofa; Heidegger sözünü şöyle sürdürmektedir:

Öte yandan, biliyoruz ki şair Hölderlin, derin düşünmesinin kapsamlılığını, sahip olduğu potansiyeli ve de ziyadesiyle sezdiklerini, felsefeyle olan eşsiz yakınlığına borçludur - böylesi bir yakınlığın, Yunan şairleri Pindarus ve Sophokles haricinde, eşi benzeri yoktur, kaldı ki Hölderlin bu iki şairle daimi bir diyalog içindedir.

Heidegger, Nietzshe'ye ve Hölderlin'e, onların hayranlık uyandıran şiirsel düşüncesine atıfta bulunarak, bir kez daha şunları söylemektedir:

Nietzsche düşünürün bir şekilde şair olduğunu, Hölderlin de şairin bir şekilde düşünür olduğunu söylemekte bir yerde haklıdır, şiir yaratmak ile düşünmek birbiriyle eşsiz ve harika bir şekilde bağıntılı - hatta belki de birleşiktir.

Böylesine keskin ve kökten olan bu çıkarımlar, çok farklı tarihsel ve biyografik bir bağlama sahip olsa da, Giacomo Leopardi'nin takdire şayan şiirsel ve felsefi söylemi için de geçerli olamaz mı?


*
Eugenio Borgna

Karanlık Herakleitos

Sıradan, pratik hayat meselelerinde olası yanlış anlamalara netlik sayesinde imkan vermemek gerek. 
(Schopenhauer)

Aptal, kof bir kafanın, büyük olan her şeyi - nadir bir duygu için pek çok anlamdan birini taşıyan - kendi boş dünyasına çevirmektense anlamsız olarak ilan etmesi için, onun sadece kısa ve (bu yüzden) karanlık ifade edilmesi, aslında genel olarak yerindedir. Çünkü aptal kafaların çirkin bir marifeti vardır: En derin ve en zengin özlü sözde kendi sıradan fikirlerinden başka hiçbir şey bulmazlar. 

(Jean Paul)

Sade'ı Neden Ciddiye Aldım?


 "...hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor...."   (Philippe Sollers / Tanrısal Hayat)


Okuma modern bir ciddiyettir.

Ciddiyetin koşulu düşünümselliktir: Düşünümsellik olmadan, şeyin kendi üzerine geri dönüşü olmadan, düşünümsel şeyin bununla ilişkili özneye geri dönüşü olmadan, okumanın okura geri dönüşü olmadan, okumanın kendine geri dönüşü olmadan ciddiyet yoktur.

Sade'ı okumak özel bir deneyimdir ve Sade'ı ciddiye almanın koşulu, bizzat okuma eylemini ciddiye almaktır. Bu ciddiyet olmadan Sade kuşku yok ki sadece nadir kitap meraklıları ya da erotizm meraklıları için ilginç bir nesne olarak kalırdı.

Sade hepimizi ilgilendirir, bizim gerçeğimizdir ve yüzleşilmesi gerekir.

Sade ancak yirminci yüzyılda ciddiye alınabildi; 19. yüzyılda henüz felsefi olarak ele alınmamıştı. O, hovardalığın, yasaklı rafların, karanlık folklorik geleneğin bir parçası olarak duruyordu.

20. yüzyılda artık şairlerin ya da yazarların değil, filozofların elindeydi. Ve bunların çoğu Bataille'ın ortaya attığı terimle anti-filozoflardı.

*
Eric Marty
20. Yüzyılda Sade Neden Ciddiye Alındı?


merci de sade!




Başlıyor yeni yaşam!

Hesse'nin Nietzsche izleri çok açık olan öyküsünde olduğu gibi insan korkusuzca en uca gidebilir
ve bir dönüşümü talep edebilir..

Başlıyor yeni yaşam!



HERMANN HESSE

INCIPİT VITA NOVA

Almancadan çeviren : Oruç ARUOBA

Yaşamımda, çoğunluk insanların yaşamındaki gibi, bir özel baş­kalaşım noktası, bir korku, karanlık, yalnızlaşmışlık yeri, bir görülme­miş körelme ve boşluk günü var; bugünün akşamında ise, gökyüzün­de yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.

O zamanlar, titreye titreye, gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler, kopuk, dağınık düşler üstün­de; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu. Yanımdan, tanı­maktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, san­ki yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıl­dı, kaydı gitti, korkunç bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik aşılmıştı. Sanki bütün temiz­lik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları kırılmış, ayaklar al­tına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık, tapınacak, nefret ede­cek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne kaldıysa, ba­kışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri uyuyakalmıştı. Bü­tün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden soyulmuştu.

Çekici, sevmeğe değer ne varsa böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin, anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilli­ğimin bilincine vardığımda, gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacak­larım ağır, kalktım, geçmişimin bütün alışkanlıklarını bırakıp uzaklaş­tım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı kapatmadan evini bıra­kıp giden bir hükümlü gibi.

Yalnızlığın dibini gören kim var? Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma ülkesini ge­zindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önüm­de uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.

Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu ve rahatlatıcı, kubbelendi üze­rimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler sırtımdan.

Hiç kazazede olup karayı gördüğün, yüzerek sana yaklaşan biri­ni gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı kıpırtısını hissettiğin ol­du mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana dostça yaklaş­tıklarını anladığımda.

Gökyüzü, daha önceleri hiç görmediğim bir görünümdeydi. Yıldız­ların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu billurlar gi­bi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.

Incipit vita nova. Yeni birisi oldum artık, kendi kendime bir mu­cize gibi geliyorum daha, hem dingin hem etkin, kabul eden ve bah­şeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha bilmediği değerlerin sahibi.



***
Çevirenin Notu:

Metin, Hesse’nin 1897-99 yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince (Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9 parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.

Kitabın ilk farkına vararak üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500 nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi «yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının yaygın okur kitlelerini ilgilen­dirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler çevresine yeniden ulaştırılma­ları gerektiğini söyler.

Burada aslı ve çevirisi verilen metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).

Parçanın (son paragrafın ilk tümcesi olarak yinelenen) Latince başlı­ğı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da «dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni ya­şam») demektir. Bu, akla hemen (metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte) Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının (1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya. Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik gör­meksizin) Nietzsche’nin bir sonraki kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en ba­şında yer alan parçadır.

"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4

Arture 622 (Gottfried Benn)


Şimdi de bir Alman ozan, bir adli tabip. Gottfried Benn (A 622). Nietzscheciler familyasından..."Alain Bosquet'yle yaptığı bir konuşmadan küçük parçalar aldım' diye açıklıyor Arslan.

"Söz aklın erkeklik organıdır.'

'Kapitalist pazarın, yetkelerin, basının ve edebiyatın, konferans salonlarının dışında, kendim için yaşadım, yalnız yaşadım...’

1910 ve 1912'de. insancıllık karşıtı isteriye katkıda bulundum. Ötekilerin mazereti yoktu, benimse vardı: Bir tıp öğrencisi zamanının çoğunu kiliseden ya da müzedense morgda geçirir. Günde üç kez ölüm. (...) sanırım iyi bir doktor oldum. (...) Organlarla uğraşmak, insanın şiirde teknik kusursuzluk konusunda çok önemli bir fikir edinmesini sağlıyor.

Tek bir toplardamarda bile başarısız olmamak gerekir: Aynı şekilde tek bir dizede de başarısız olmamak gerekir, insanın kendini kokuşmuş bilmesi, bunu incelikten yoksun söylemlerle dile getirmesini gerektirmez. Umutsuzluk bana göre bir görevdir, şiir aracılığıyla umutsuzluktan kurtulmak da başka bir görev. (...) Şiir sperm gibidir: Belli aralıklarla fışkırması gerekir. Ben bir memeliyim: İnekler sağılmazlarsa çatlarlar.' 

'Patoloji yaratıların kaynağı, yapıtın kanı, aklın ilacı adeta; kişinin iliklerine işler. Batı'daki yüz elli deha arasında, elli tanesi eşcinsel ya da iki cinsıyetlıdır ve toplu halde zehirlenmişlerdir; (...) üretkenliğin olduğu yerde, anormallikler, yara izleri eşlik eder ona...'


Ya işte, bu tür metinler çalışmalarımı haklı çıkarıyor! 
Kendimi bu şekilde özdeşleştiriyorum onlarla.



Arture 434 (İntihar)

Geçen ay Nerval'le başlayıp intihar üzerine epey başlık açtım blogda; 
Yüksel Arslan'ın bir Arture'siyle devam edelim:

ARSLAN. - Suçlulardan sonra, intiharlarla ilgilendim. En sonunda, konu üstüne birkaç tane kitap buldum. Birkaç klasiği okudum.

Herakleitos’un intiharı çok önemli. Ephesos'taymış, hastaymış, hekim falan istememiş! Vücudunu inek gübresiyle kaplamış ve güneşin altına uzanmış. Uyumuş. Ve köpekler onu çiğ çiğ yemişler!

- Onun ölümüne ilişkin farklı farklı hikâyeler var.

ARSLAN. - Biliyorum. Biliyorum. Ama herkes onun vücudunu ya gübreyle ya da çamurla sıvadığını, sonra da köpekler tarafından parçalandığını ileri sürüyor. Öte yandan, Hindistan’da, çok yoksul insanlarda rastlanan bir intihar biçimi bu, onlar da vücutlarını çamura bulayıp kuruyorlar, ardından da kendilerini yakıyorlar! Ama ne adam şu Herakleitos!

- Haklısınız. Herhangi bir beynin hayatı kavramada hâlâ ondan daha ileriye gidemediğine inanıyorum. Benim için bir ışık o. Onun düşüncesinin gücü, sağlamlığı asla aşılamadı.
(Bir meşenin gölgesine oturuyoruz. Devam ediyorum:)

İntihar edenler genellikle düş kırıklığına uğramış hayat aşıkları oluyor. Cioran’ın bir yergisinde söylediği gibi: “Yaşamak için hiçbir nedenleri olmayan ötekilerin neden ölmek için bir nedenleri olsun ki?” Bu bir ozan hastalığı! Örneğin, insan sevdiği zaman ortaya çıkan ışığı dile getirmeyi çok iyi bilen Andre Frederique: “Kadınların gölge teni tan kokuyor...”

ARSLAN. - Acı çeken insanların bazıları için ölüm şiirsel bir şey oluyor. Gabriel Deshaies bir şizofrenin şu sözlerini aktarıyor: “Ölüm, tıpkı superileri, nympha’lar gibi yeryüzündedir. Hayat göksel bir şeydir, bir hayli kötü kalpli bir kadındır o. Ölümse çok güzel bir kadındır, kara bir kadındır.” 

- Yıkılmış insanlarda bu tür izlenimlere rastlanıyor. Paul Celan kendini Seine’e atmadan önce “boş konuksevmezlik”ten söz etmiş. Birçok hasta acılarının başka türlü sözlerle ifade edilmeyeceğini biliyor. Peki ama siz nasıl ele aldınız konuyu?

ARSLAN.-75. İnsan (A 434) özellikle kendilerini asan insanlarla ilgili. Arture'ün ortasına, bir manzara, bir de kendini bir ağaca asan bir adam çizdim. Toprakrengi bir zeminde, mavi bir gökyüzünün altında. Hava güzel. Bu bulaşıcı bir “intihar".


- Açıklar mısınız bunu bana?

ARSLAN. - Bu durumu eski bir kitapta okudum, Aubry’nin bir kitabında, onun betimlemelerinden hareketle çizdim bu manzarayı. “Kentin yakınlarında" kendini bir armut ağacına asan bir adam bu. Gazetede ondan söz ediliyor. Derken, bir kendini asma salgını baş gösteriyor. Onu izleyen haftalarda birçok insan kendini aynı ağaca asıyor.

 - Böyle yerler, böyle dönemler olmuş gerçekten de. Bretagne’da, biri kendini bir köprüden atmaya görsün, bir-iki ay boyunca onunkinin tıpkısı intiharlara rastlanmış. Taklit intiharlar. Bir de, nasıl desem, neredeyse kalıtımsal intiharlardan söz edildiğini duydum: Biri babasıyla ya da dedesiyle aynı yaşta aynı şekilde ve genellikle aynı yerde intihar ediyor.

ARSLAN. -  Bu konuda bir sürü acayip hikâye var. Asılmış adamımın iki yanına onun intiharının bulaştığı, asılmış, tuhaf adamlar çizdim, Balthazard'ın adli tıp kitabında fotoğraflar buldum, ölümün mekanizmasını incelemek için kendini asan insanlarda ipin durumunu gösteriyor. İnsanın kendini öldürmesi kimi zaman çok karmaşık şekillerde gerçekleşebiliyor, kesinkes kararlı olmak yetiyor. Vücut ne konumda olursa olsun intihar edebiliyor.