Uçurumdaki Çığlık: SAPPHO

"Hatırlar bizi gelecek." 

Nerede başlar hikayem? Coşkunun en üst seviyede olduğu şeylerle çevriliyken hikayeye başlamayı önerir ozanlar. Öyleyse, Apollo Tapınağı’nın hala durduğu Leucadian Kayalıklarının zirvesine doğru, kamçılayan soğuk rüzgarda zar zor yürürken düşünün beni. Eski zamanlarda burada insan kurban ettikleri söyleniyor. Bu yerin havası hala eskiden dökülen kanın kokusunu taşımaktadır. Yeryüzündeki tüm büyülü yerler bu kokuyu taşır.

Yürüdüğüm yol boyunca küçük küçük, kurumuş çam ağacı kümeleri var. Giydiğim bu altın sandaletler tırmanırken ayaklarımın altında kayan ve sıçrayan taşlara uyum sağlamıyorlar. Bir defadan çok bileğimi burkuyor ve düşüyorum. Dizlerim, tırmanan bir çocukmuşum gibi yaralanıyor. Günlerdir denizdeydim. Beyaz kayalıklara tırmanırken ayaklarımın altında hala geminin sallanışını hissediyorum.

Ne kadar yaşlı olduğumu anlatamam- ellilerimdeyim. Sadece büyücüler elliye kadar yaşarlar! İyi kadınlar, neredeyse benim de kenarından geçtiğim gibi, on yedi yaşındayken doğumda ölürler. Ellili yaşlarımın sonuna kadar ölecektim ya da donuk bakışlarım ve her zaman renkli ipek pelerinde sakladığım bir parça eğilmiş omurgamla kocakarı olacaktım herhalde. Gençliğim gidiyor ama kendime olan beğenim hiç bitmiyor. Elli yaşında hala nasıl aşkı hayal edebiliyorum? Delirmiş olmalıyım!

Abanoz ağacı sunaklarda ıslak menekşeler gibi parlayan siyah saçlarım, şimdi çelik gibi gıpgri. Kölelerime artık boyatmıyorum saçlarımı. Bu günlerde yansımama bakmaktan hoşlanmıyorum. Yine de Afrodit’inki kadar çok cazibem, parfümlerim, iksirlerim, sihirli merhemlerim var. Hala birinin bana aşık olmasını sağlayabilirim kısa bir süre için olsa bile.

Geçmişte gençliğin çekiciliğiyle büyülerdim. Şimdiyse ünümle büyülüyorum. Dudaklarım, ellerim ve sesimle ustayım. Naucratis fahişelerinin güzel kokulu mahremlerini, Sirakuza’nın dans eden kızlarının gizli ayinlerini, Lesbos’lu flütçü kızların müstehcen melodilerini biliyorum.

Gustave Moreau - The Death of Sappho (1870)
Hakkımda birçok hikaye vardır. Efsanem Afrodit efsaneleriyle karıştırılır. Yakışıklı kayıkçının aşkı için ölüme atladım mı? Kadınları mı erkekleri mi seviyordum? Ve de onlarla cinsel ilişkiyi? Bundan şüpheliyim. Eğer sevmek için yeterince şanslıysanız, aşığınızın hangi süslü bedenle övündüğünü kim umursar ki? Sulu bir incir olan ilahi delta ve tören asası güçlü penislerin her biri düşünülenin tersine Afrodit’in görünüşleridir yalnızca. Bizler kalben hermafrodit değil miyiz? Delta Afrodit kadar yumuşak, penis Ares’in mızrağı kadar serttir. Ve kimse toprak örtü dışında, hiçbir şeyi fazla taşıyamaz üstünde. 

Tutku şiirleri kalır yalnız geriye.

Yakışıklı kayıkçı ünümden etkilenmişti. Bütün yakışıklı kayıkçılar gibi o da ünlü bir ozan olmayı hayal ediyordu. Kürek çekerken şiirler söylüyordu. Şiirleri çok sıradansa ne fark ederdi? Benden ve Homer’e kadar diğer tüm ozanlardan alıntı yapsa ne çıkardı? Yakışıklıydı ve sesi bal gibiydi. Saç lüleleri abanoz gibi simsiyahtı. Misket gözleri, çenesinde ayartıcı bir çizgisi vardı.

Adalılar sevgilim beni terk ettiği için perişan olduğumu düşünüyorlar muhtemelen. Ne saçma! Onun benimle oynadığından çok ben onunla oynadım. Haftalık bir eğlenceydi benim için. Asıl üzüntüm Afrodit’in benden yardımlarını esirgemesinden kaynaklanıyordu. Afrodit’in benden istediği hiçbir şey yok. Her zaman onu göklere çıkaran yeni ozanlar olur. Onlar öğrencilerim, yardımcılarım ve beni örnek alanlarsa, bildikleri her şeyi benden öğrendilerse ne var bunda? Aşk tanrıçası gençleri tercih eder. Her zaman da genç ozanları vardır.

Sonsuza kadar genç yüzlü, sonsuza dek çekici Afrodit, güzellik ve gençlik, ilham kaynağı ve tutkuyu kaybetmenin ne anlama geldiğini nasıl bilebilir? Afrodit’in beni sevdiği kadar ben de onu seviyordum. Şimdiyse onun sevgisini yakalamak ayaklarımın altındaki sert kayalarda yürümek kadar zor. Güzel genç yüzünü benden uzaklara çevirdi.


Yaşlılık hükmeder tenime 
Ve döndürür saçlarımı 
Siyahtan beyaza:
Taşımaz artık beni bacaklarım 
Neşeyle ve çevik
oyun oynayan geyik yavrularınınki gibi 
Ne gelir elimden?
Sonsuz olsa da şiirlerim
Ben değilim ki
Silebilir mi yaşlılığın izlerini
Aşkını koruyamayan
Pembeleşen şafak?
Gider gençliğim.
Taparım ben hala güneşe.

Gustave Moreau - The Death of Sappho (1870)

Sappho


Sappho’nun MÖ. altı yüz civarlarında Lesbos’da büyümesi dışında elimizde çok fazla bir bilgi yoktur. Ne zaman doğduğu da belirsizdir. Bunun yanında hayatı hakkında birçok efsane ve söylenti vardır. Bunlardan en ünlüsü Phaon adında cezbedici genç bir kayıkçının karşılıksız aşkından 
kurtulabilmek için orta yaşlarına geldiğinde kendini bir uçurumdan attığıdır. Aşk tanrıçası Afrodit Phaon’a muhteşem bir güzellik, şehvet ve karşıkoyulamazlık bağışlamış ve Sappho aşık olmuştu. Sappho hakkında çok az şey bilinse de o her yerde kadınların bir simgesidir. Kadınların cinselliği ve eşcinsel haklarıyla bağdaştırılır ama tamamıyla homoseksüel olmayabilir ve antik dünyada ve bizim dünyamızda çok sık görüldüğü gibi hem kadın hemde erkeklerden hoşlanmayabilir. Farklı bir yaşam tarzı olarak homoseksüellik kavramı klasik antik çağlarda yoktu. İnsanlar biseksüellerdi ve bizim bildiğimiz anlamda seks suçu yoktu. O zaman ki dünya pagan dünyasıydı. Aşka, sekse, fetihlere, köleliğe, paraya, sosyal yükselişe karşı tutumlar garip bir şekilde bizimkine benziyordu ama yine de şaşırtıcı farklılıkları vardı. Kadınlar her zaman olduğu gibi seks köleleri idiler ama asi ve maceracı kadınlar da var.


Ama Sappho gerçekten kimdi? Onu kendisi yapan her yaştaki insanın ona aşık olmasıydı. Daha sonraki şairler için bir musa olduğundan kendi betimlemeleriyle onu biçimlendirmişlerdir.

Çok az bilgi sahibi olmamıza rağmen onun sözlerinin etkisine hala sahibiz. Sappho’nun dizeleri antik çağdan bize gelen tek tük kadın cümlelerinden birisidir. Bize kadar gelen tutkulu, kişisel, ateşli şekilde erotik şiir kalıntıları 2600 yıl önceki kadınların bize ne kadar da çok benzediklerini gösterir. Yine de bilgimizde çok derin boşluklar vardır. Bilgimizin büyük ölçüde istek ve merak uyandıran efsanelerle çevrili boşluklar olduğunu söyleyebilirsiniz.

 Platon Sappho’yu “onuncu musa” olarak adlandırdı. Ovid onun şarkılarına aşık olup şiirlerini Roma geleneğine sokup onlar için para ödedi. Sonunda Sappho bize kadar ulaştı. Rainer Maria Rilke’den A.E.Housman, Thomas Hardy, Edna St.Vincent Millay, Robert Lowell, Sylvia Plath’a kadar her modern şair onun şehvetli cinsellik ve güçlü dürüstlük bileşimine gönül vermiştir. Sappho’nun işlediği konular: erotik aşk, evliliğin ikiyüzlülüğü, annelik ekstazisi, biseksüel tutkular, Afrodit’in -tanrıların bile boyun eğdiği aşkın tanrıçası- kararsızlığıdır. Onun çalışmaları bugün bile hala modern durmaktadır.

Verlaine'dan Sappho


Arzu yorgunluğunun gazaba getirdiği 
Sapho; mağara gözlü, taş bağırlı ve kızgın, 
Koşar dişi kurt gibi boyunca kumsalların, 
Ve Phaon’u düşünür, unutmuş ayinleri,

Sapho, ayıplanan ılık gözyaşlarıyla, bak 
Koparmada sonsuz saçlarını ağlayarak;
Sonra, dinmek bilmeyen vicdan azaplarında 
Ansır genç utkusunun ışıklı çağlarını,

Mısralarda söylenen eski sevdalarını,
Ki ruhumuz yeniden anlatacak kızlara:
Ve işte solgun gözkapakları kapanmada

Sonra Moire’ın çağırdığı denize atlar 
Oysa, gökte, suları alev renge boyayan 
Ve Dostlar’ın öcünü alan Selene çatlar.


Verlaine
çeviri: erdoğan alkan

Işık Saçtı Sappho

Arnold Bocklın - Sappho, 1862


VIII. Sappho: Bir dipnot

Keats ’ların bahçesinde 
şakıyan 
aynı bülbül
şakıdı onun doğumunda, 
iki koluyla
kucaklamaya çabaladı gökyüzünü Sappho 
ve başaramadı-
şairlerin başaramadığı gibi her zaman 
her halükarda şairlerin elde etme 
çabalarıdır 
hepsi.

Anladı Sappho 
yaşamının
ölümünün denizine açılan 
bir nehir olduğunu.
Anladı
bu nehrin
kelimelere döküldüğünü.

Sürüklenirken
tümüyle bağışlayıcı denize doğru 
arpı
yükseltti onu, Aironunki gibi.

Kelimelerinin çoğu 
karıştı kayıplara. Binlerce yıl
geçip gitti.
Denizin renksiz köpüklerinden doğan
tapındığı tanrıça
daha da gençleşip
güzelleşti,
şairin kelimeleri
eriyip giderken.
önceden söylenmişti bunların hepsi

Işık saçtı Sappho,
ve yaktı Hristiyanlar kelimelerini 
Mısır çöllerindeki 
papirüs parçaları 
sakladılar
alevler içindeki kalbinden gelenleri, 
gülümser Afrodit
anımsarken Sappho'nun kelimelerini:
"Felakettir ölüm,
yoksa ölürlerdi tanrılar da. ”

Sözüne güvenilen sen bilirsin
etler çürürken
kelimelerin de ortadan kalktığını
ve ne kalır geriye?

Afrodit'in gülüşü- 
pembemsi ayaklarındaki köpüktür
ölmekte olan yunusların oynaştığı.

şiir: Erica Jong

SAPPHO


Her şeyden önce, bir aşk şairidir Sappho, bir aşk ve doğa şairi. Onun şiirinde kişisel duygular Lesbos coğrafyasından ayrılmaz. Sözgelimi,

Gel bana Giritlerden 
bu kutsal tapınağa 
güzelim elma koruna senin 
sunakları günlük kokan

derken din, aşk, doğa örgüsü Sappho’nun kişisel tınısını birebir ele verir. Mitolojik göndermeleri aşkla ilgilidir. Himerios’un sözleriyle, “bütün şiirini Aphrodite”ye ve Eros’a adamıştır. Şiirlerini şarkılarını derleyenlerse, genellikle, bir genç kızlar çevresidir. Sappho’daki aşk duygusu Aphrodite tapımından ayrı düşünülemez. Aphrodite bir aşk tanrıçası, Sappho onun bir yakarıcısıysa, şair her zaman sevginin, aşkın hizmetinde demektir ve bu yaşam biçimini dizelerinde alabildiğine özgürce dile getirir.

Bir eğitmendir aynı zamanda Sappho. Şiir deneyimini Lesbos okulunda, “Musalar’a hizmet edenlerin evi”nde Ada’nın ve İonia’nın soylu kızlarına aktarır. Arkadaşlarıysa, Şiirlerini okuyan şarkıcılardır her zaman.

Alkaios ve Anakreon gibi, Sappho da lirik bir şairdir. Şiirleri lir eşliğinde okunmak üzere yazılmıştır. Kimi Yunan vazolarında Sappho lir çalarken tasvir edilmiştir. Bir tür lir çalma aracı olan plektrum’u Sappho’nun bulduğu söylenir. Athenaeus’a göre pektis adlı çalgıyı geliştirmiştir. Aristokseno ise şairin miksolidya makamını bulduğunu yazar. Sappho’nun yaşadığı dönemde müziği şiirden ayırmanın olanaksız olduğu düşünülürse, bu durum doğaldır.

Lawrence Alma TademaSappho ve Alcaeus (1881)

Solo Şarkı ya da monodi, ölçü ve dil bakımından koral-lirik şiirden ayrılır. Sappho’nun yazdığı solo şarkılar, genellikle yinelenen kıtalar ve daha basit ölçülerden oluşur. Monodi şairlerinin bir özelliği de kendi lehçelerinde yazmalarıydı. Sappho’nun bulduğu söylenen vezin ise üç on birli ve bir beşlik dizeye dayanır.

Nedir Sappho’nun şiir tarihindeki yeri. Burada sözü Azra Erhat’a bırakıyorum: “Eusebius ozanın 45. Olimpiyat’ın ikinci yarısında (İÖ 600-599) en verimli çağını yaşadığını söylüyor. Bu dönemde insanlık, yaşam görüşleri yönünden kökten değişiklikler geçiriyor. Bugün bu değişikliklerin amaçları çok aşılmıştır ama, o çağ için bir devrim söz konusudur. Uygarlığın önemli aşamalarından biri oluşmuştur. Birey bilincinin doğması, insanın içinde doğduğu koşulların gerektirdiği yaşayış ve düşünüş çerçevelerinden kurtularak, bilinciyle, istemiyle kendisine yeni gereksinimlerine uygun yeni bir yaşam, yeni bir düşünüş yolu yaratması dönemidir bu... Bireyci dünya görüşü insan yaşamına önem verir. Kişiliğini, benliğini, kitleden ayrı bir bütün olarak görmek, bireyciliğin ilk ve açık eğilimidir. İşte bu bireycilik, kişilik bilinci, Yunan liriğini doğuruyor, geliştiriyor. Başta da söylediğim gibi, bu liriğin doruğunda Sappho vardır. Sappho kendi benliğinde yaşadığı duyumları dile getirmek gereksinimi duyan,bunu gerçekleştiren, insan duyumlarını özgürce açığa vurmak yoluna adımını atan kişidir. Şairin önemini vurgulayan bu sözler yeterince açıklayıcı. Sappho şu dizeleri söylerken kişisel deneyimi olanca yalınlığıyla yansıtıyordu:

Battı ay
yedi kandilli Süreyya; 
gece yarısı, akıyor zaman 
uyuyorum tek başıma

Sappho epik şiirden kişisel-lirik şiire geçişi simgeler. Onda betimleme, öyküleme yok, duyarlık vardır. Mitolojik öykülemeden bireysel deneyime yönelir. Yakarılarını, acılarını, sevinçlerini, tutkusunu neredeyse bir genç kız savunmasıyla doğrudan dinleyenin-okurun yüreğine iletir. Ay, yıldızlar, anasonlar, altın kupalar, tan vakti, Lidya işi sandallar, menekşe rengi giysiler, meşe ağaçları, bütün bunlar Sappho’nun yapyalın tutkusunu dile getirmesine olanak veren nesne ve görüntülerdir.

Sappho’dan günümüze eksiksiz bir tek şiirin kalması alevler yüzündendir:
 Yanan kitaplıkların ve bağnazlığın alevleri.

*
Alova,
Lesbos Boğazı, Eylül 2008

"Atlılardır der kimi en güzel"

1910, John William Godward "Sappho"





Atlılardır der kimi en güzel
evrende: yayalar, gemiler kimi,
kimi severse kişi odur bence
en güzel olan

öyle kolay ki kanıtlamak bunu
bakın en iyisi diye Helena
gördüğü bunca kişinin içinde
kimi beğendi

Troya 'nın onurunu kıranı,
görünce onu, ana babasını
çocuğunu bile bir kez anmadan
düştü eline

Kypris 'in; böyledir kadın yüreği
kolay çıkar baştan, tutkulanınca,
Anaktorya düşer usuma şimdi
burda olmayan,

sevgili yürüyüşünü görmeyi,
ışık saçan yüzünü, yeğlerim
yaya arabalı savaşçılarına
Lidyalıların

Sappho'nun Bin Kulaklı Geceye Anlattıkları


Şiir türlerinin geçirdiği evrime bakacak olursak, lirik şiirin epik şiirden sonra İÖ VII. yüzyılda Lesbos Adası’nda ortaya çıktığını görürüz. Bireyin duygularını ve düşüncelerini dile getiren bir tür olan lirik şiir lir eşliğinde söylendiği için bu adla anılagelmiştir.

Bu türün ilk önemli şairleri arasında ise Sappho’nun özel bir yeri vardır. Çağdaşları arasında Alkaios ve Arkhilokhos gibi okurlarına kolayca ulaşabilmiş bir şair olduğu bilinir. Bizim Midilli dediğimiz Lesbos’un Mitilini şehrinde doğmuş. İÖ 6l0-580 yılları arasında yaşadığı sanılan Sappho’nun hayatı hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak Sappho’yla ilgili çeşitli söylentilere bakılırsa, bu ufak tefek esmer kadın Andros Adasından Kerkolas adlı zengin bir tüccarla evlenmiş. Kleis adlı bir kızı olmuş. Önemli bir aileden geldiği ve siyasal etkinliği olan bu ailenin Mirsilos ve Pittakos adlı tiranlar zamanında Pirha ve Siracusa’ya sürgüne gönderildiği biliniyor. Daha inanılır söylentilere göre de Sappho Lesbos’ta bir kız okulunun yöneticiliğini yapmış ve bu okulda aşk tanrıçası Aphrodite inancının ilkelerini ve kurallarını evlenme çağına gelen kızlara öğretmiş.

john william godwardin, the days of sappho (1904)

Şiirlerinde hep kişisel temaları işleyen Sappho'nun öğrencilerinden esinlendiği, onlar için düğün türküleri yazdığı gibi kendisini unutanlara sitem eden şiirler yazdığı da biliniyor. Bu arada kendisi gibi şiir yazan ya da kız öğrenci gruplarına önderlik eden rakiplerine karşı yergi şiirleri de yazmıştır. Genç kızlar için yazdığı şiirlerde sevecenlikten cinsel tutkuya kadar değişik duyguları dile getiren Sappho özellikle bu ikinci tür temalar yüzünden Hristiyanlığın yayıldığı dönemlerde ahlaka aykırı bir şair sayılmış ve şiirleri yasaklanmıştır. Oysa yaşadığı dönemde ve daha sonraki dördüncü ve üçüncü yüzyıllarda eski Yunan kültürünün yaygın olduğu yerlerde ona büyük hayranlık duyanlar Sappho’yu “onuncu esin perisi” olarak adlandırmışlardır.

İÖ III. ve II. yüzyıllarda İskenderiyeli bilginler onun bilinen bütün şiirlerini dokuz lirik bir de ağıt kitabında bir araya getirmişler. Ama zaman içinde, özellikle de Hristiyan kilisesinin bu şiirlerdeki erotik öğeleri onaylamaması yüzünden, Sappho’ nun şiirleri korunamamış, ancak başka yazarların onun şiirlerinden yaptıkları alıntı parçaları kalmıştır. l898’den sonra bulunan papirüs yazmalarındaki şiirlerle elimizdeki şiirlerin sayısı daha da arttı. Ne var ki Sappho’nun 28 dizelik “Aphrodite’ye Yakarış” şiiri dışında eksiksiz hiçbir şiiri günümüze ulaşmış değil. Buna karşın kalan eksik dizeler bile onun yaratıcı gücü konusunda klasik filologlara yeterince kaynaklık etmiş. Catullus gibi büyük şairler onu örnek alarak unutulmaz şiirler yazmışlar.

Sappho’yla ilgili söylentilerden biri de onun Phaon adlı bir denizciye aşık olduğu ve ondan yüz bulamadığı için kendini Leukadia kayalıklarından denize attığı hikâyesidir. Ancak ne bu konu ne de Sappho ve Phaon’la ilgili Atina’da “orta komedya” döneminde yazılan oyunlarda anlatılanlar doğrulanmıştır.

Cevat Çapan

Alkaios & Sappho

 Alcaeus and Sappho. Side A of an Attic red-figure kalathos, ca. 470 BC. From Akragas (Sicily).

Alkaios, Lesbos’taki Mytilene’de yerleşik eski bir soydan gelir. Bu adanın bile paçayı kurtaramadığı iç savaşlarda büyük bir şevkle soyluların yanında yer almıştır. Lesbos’un Solon’u olan Pittakos’u '“düztabanlı bir yağ tulumu” ve “palavracı bir çapkın” diye tanımlar, oysa Pittakos yedi bilgeden biriydi ve onu bağışlamıştı, daha sonra sikkeler üzerinde birlikte yer almışlardır. Alkaios tutkulu genç asilzade kişiliğine sahipti; ana temaları spor, içki, parti kavgası ile kulüp yaşamıydı, özellikle de şaraptan aldığı haz şarkılarını bir renk cümbüşüne boğar.

Alkaios ode’lerinden birinde Sappho’nun aşkı için yalvarır: “Siyah lüleli, gül yüzlü Sappho, sana bir şey söylemek istiyorum, lakin utanıyorum, söyleyemiyorum.” Sappho ise şöyle karşılık verir: “Erdemi sevseydin ve de soylu bir niyetin olsaydı, dilinin ucundaki sözlerden utanıp gözlerini yere indirmezdin.” Gelmiş geçmiş en şık red cevaplarından biridir bu. Sappho’nun kalbi hemcinslerine aitti. Oğlan sevgisini haykıran ozanlarda boş yere aradığımız o duygusal derinlik Sappho’nun aşk şiirlerinde fazlasıyla mevcuttu. Dünya edebiyatının ilk kadın şairi, aynı zamanda da en büyük kadın şairidir o. Vezin sanatı bakımından onun dizeleri Alkaios’un dizelerinden üstündür, yumuşaklık ve yarattığı atmosferin sihri bakımından da ancak yeniçağ lirizminin sonlarına doğru aşılabilmiştir. Öte yandan, gemi azıya almış tutkusu ve dobralığı sanatına eril bir hava katar. Eros’un gücünü, meşe ağaçlarını sarsan bir fırtınaya, tatlı dilli bir yılana benzetir. Geç eskiçağ Sappho’nun güzel oğlan Phaon’a duyduğu mutsuz aşktan dolayı kendisini Leukas kayalıklarından aşağı attığı efsanesini uydurmuştur. Grillparzer daha sonra bu efsaneyi bir Viyana varoş tragedyasına dönüştürdü: Ünlü bir opera yıldızı delikanlının birine aşık olur ama delikanlı “cici kız” Melitta’yı tercih eder. Bununla beraber, kadında şehveti ruhsallıktan ayrı düşünmek erkeğe nazaran daha zordur. Ovidius, Sappho’nun şiirlerinden daha duyusal bir şeyin olmadığını ileri sürmüş ve Romalı genç hanımlara bunları hararetle tavsiye etmiştir. Tabii Ovidius bu şairin bütün eserlerini okuma şansına sahipti, ancak Sappho’nun erotizminin inceliklerini bütünüyle kavradığı söylenemez. Eskiler Sappho’yu Sokrates’le kıyaslamaya bayılırdı; bizler de benzer bir biçimde Sappho’yla kız öğrencileri arasındaki ilişkiyi Sokrates’le çömezleri arasındaki ilişkiye benzetebiliriz: Eros, bedensel güzelliğin görünümüyle ateşlenmiş, fakat bir şairin erişebileceği en yüksek tinsellik ve ancak bir kadında olabilecek derin hassasiyetle aydınlanmıştır. Bu konuyu daha fazla deşmek, örneğin Goethe’nin Friederike’sini ve diğer şairlerin aşklarını didik didik eden sayısız araştırma kadar ahmakça ve kabacadır. Bu noktada dünyayı ilgilendirebilecek tek şey, gerek Goethe gerekse de Sappho’da şairin bir kadına yönelen duygu dünyasıdır; gerisi özel yaşamla ilgilidir. Bu arada, insanların güya onurlarını kurtarmayı amaçlayan savunmaların (profesörlerin bundan anladıkları, ilişkilerin aslında platonik olduğunu kanıtlamaya çalışmaktır) en az skandal öyküleri kadar bayağı ve banal olduğunu belirtelim. Herhangi bir ölümlünün, zevk sahibi her insan kadar devletin de reddettiği bu başbelalarına yakayı kaptırması için ne kadar ünlü olması gerektiğini tespit etmek, çalışkan edebiyat tarihçileri için bitmez tükenmez bir konudur....

*
Antik Yunan'ın Kültür Tarihi
Egon Friedell 
sf. 125-126

Erotik Kadın Edebiyatı ve Sappho

Erotik kadın edebiyatı geç ortaya çıkmıştır ve kökenleri kesin olarak belli değildir. Bugüne kadar ilginç, sağlam, hatta büyüleyici eserler yazılmışsa da bunlar başyapıt değildir. Henüz hiçbir kadın romancı, Nicolas Chorier'nin Luisa Sigea'nın Diyalogları'nın, Sade'ın Juliette'nin ya da Nerciat'nın İçimizdeki Şeytan'ının benzerini yaratamadı. Bunun nedeni, erkeğinkinden çok daha az beyinsel olan kadın erotizminin doğasındadır. Kadınlar, cinsel duyumları çok daha canlı ya da derin hissedebilirler, ama onları düşünceye ya da imgeye dönüştürmekte erkekten daha az yeteneklidirler.

İÖ 640'a doğru Lesbos adasının en önemli kent Mitylene'de doğmuş olan Sappho (kendi portresinin bulunduğu madalyalar üzerindeki Yunanca adı Sappho ve hatta Psappho'dur), Antikçağın ilk erotik kadın şairidir. Yine de, her zaman kibarca olan yazdıklarının içeriğini abartmamak gerekir. Lirik şarkılardan oluşan dokuz kitabından bize sadece iki eksik od (birisi Afrodit’e Çağrı'dır) ve yaklaşık yüz yetmiş beş parça kalmıştır; ama bunlar, Archiloque'da rastlanan müstehcenlik kırıntılarından daha az müstehcendir. Sappho'da böyle bir şey yoktur. Sappho eşcinseldi ve üç arkadaşı bilinmektedir: Athis, Telesipa Ve Megara. Oxyrhynchus papirüsü şöyle der: "Kimileri tarafından ahlakça gevşek ve kadınlara düşkün olarak eleştirilmiştir; berbat ve çok çirkin bir fiziği vardı, çünkü koyu tenli ve çok kısa boyluydu." Ama tutkularını öyle uyumlu ifade etmiştir ki, kullandığı kıta tarzı "safik kıta" diye adlandırılmış ve başka şairler tarafından taklit edilmiştir.

Sappho, Huile sur toile de Charles-Auguste Mengin, (1877)

Sappho bir şiir ve müzik okulu yönetiyordu ve Gurina ya da Anactoria gibi az çok aşk dolu şiirler yönelttiği kişiler kendi öğrencileriydi. Bunlar, aşk temalı üslup denemeleri olabilir. Athis'e, Andromeda'yı tercih ettiği için kızdığında, bu başkasına tercih edilen bir öğretmenin duyduğu kıskançlıktandır: Çünkü Andromeda, Sappho'nunkine rakip bir okulu yönetiyordu. Sappho, "Uzun zamandır seni seviyordum, ey Athis" dediğinde bunun bir itiraf olduğu bilinir. Ve belki şu da başka bir itiraftır: "Ey benim güzellerim, sizin karşınızda düşüncem asla değişmeyecektir." Aşk delilikleri üzerine yazdığı od, çok tutkulu olduğunu göstermektedir "Bütün vücudum ter içinde, her tarafımı bir titreme kaplıyor; çimenden daha yeşilim ve neredeyse öldüğümü hissediyorum." Ama bu düşüncenin Sappho'ya dair olduğunu kimse doğrulayamaz: "Ne yapacağımı bilmiyorum: İçimde iki ruh hissediyorum." Hektor ile Adromaque'in zifaf gecesi üzerine, bir delikanlının aşkından eriyip bittiğini annesine itiraf eden bir genç kız üzerine şiirler yazar. Kimi zaman, eşcinsel ilişkilerinin kanıtı olarak yorumlanan Sappho'nun bazı parçaları, bu ilişkilerle hiç ilgisi olmayan eserler olarak da düşünülebilir.

XVIII. yüzyıl çapkınları, Ovidius'dan dolayı, Sappho’nun tüm bir genç kızlar haremini baştan çıkaran çok büyük bir ahlaksız olduğunu sanmışlardır. XX. yüzyılın ilk yıllarında lezbiyenler onu kutsal koruyucuları yaptılar; Renee Vivien, Kitharedler' de, sanki aşırı açıklamalar söz konusuymuş gibi, Sappho'nun ve çağdaşlarının eserlerinden parçaları daha da vurgulayarak çevirdi. Gerçekte, Sappho'nun eşcinselliği ılımlıydı ve hatta kurulu düzene uygundu; en ünlü şiirleri, yeni evliler için Surnameler, evliliğe övgüler ve evlilik şarkılarıdır. Bunlar arasında, erkek kardeşi Charaxos'a yaptığı bir uyarı da vardır, çünkü o, Mısır’da Naucratis’deki bir fahişeye tutulmuştu: Çetin ceviz bir dul, kendi çevresindekilerden birinin uygunsuzluğunu daha erdemlice örtemezdi. Sappho'nun, Andros Adası yurttaşlarından biri olan Kerkolas'ın, evlendiği ve Cleis adlı bir kızının olduğu saptanır. Ama Sappho’nun kitaplarını imha edilmeden önce okumuş olan Maxime de Tyr, Cleis'e olan sevgisini ifade eden şiirlerinin sadece kızına hitap ettiğini doğrulamıştır.

*
Alexandrian
Erotik Edebiyat Tarihi

Sappho & Phaon


Jacques-Louis David - Sappho and Phaon (1809)

Erkek yazarlar yüzyıllardır lezbiyen ilişkilerin geçiciliği fikrini beslemişlerdi. Lezbiyenliğin kalıcı olmadığına baş örnek olarak da (çoğu araştırmacının efsane olduğunu savunduğu) Safo-Phaon öyküsü kullanıldı. İlk ansiklopedilerden biri olan Dictionary Historical and Critical’da(ilk Fransız baskısı 1697, ilk İngiliz baskısı 1710) Pierre Bayle Safo’ya ilişkin makalesinin büyük bölümünü, onun Phaon uğruna kadınları terketmesinin tartışmasına ayırır.

Safo Phaon’a öylesine tutulmuştu ki, tutkusu karşılıksız kaldığında Leucadia’da bir uçurumdan atlayarak intihar etmişti. Bayle, Phaon öyküsünün kaynağı olduğu söylenen Ovid’in “Safo’nun Phaon’a Mektubu” adlı şiirinden uzunca bir bölüm alır kitabına:

İstek yaratmıyor bende artık, bir zamanlar
yasak aşkımın sevgili nesnesi olan lezbiyen kadınlar,
Bütün aşklar eriyip gitti aşkında senin,
Bilemedin, genç adam, değerini böyle bir ateşin.


*
Kitap: Erkek Aşkının Ötesinde / Lillian Faderman

Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)




Baudelaire & Lezbiyenler

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazan Enid Starkie, şairin lezbiyen şiirlerinin yirmi bir ile yirmi beş yaşları arasında, “çağdaşlarını kızdırmaya çalıştığı ... çıraklık” döneminde yazıldığına işaret etmektedir. 1846 yılında yayıncısı, şiirlerinin kısa bir süre sonra Les Lesbiennes adı altında yayınlanacağını duyurmuştu. Eğer sonunda 1857 yılında çıkan aynı kitapsa, bu ad şiirlerin konusunu yansıtmak üzere değil (açıkça lezbiyenlik hakkında yalnız üç şiir vardır), azami rahatsızlık etkisi nedeniyle seçilmiştir. Les Fleurs du Mal yayınlandığında Baudelaire aradığı kötü üne kavuştu; hakkında üç lezbiyen şiirinden ikisi ile dört ayrı şiirinin pornografik olduğu iddiasıyla müstehcenlik davası açıldı. Kitap kısa sürede bir “skandal başarısı” kazandı.

Eğer Baudelaire’in kitabıyla ilgili sözlerinin alaycı bir dille söylenmediğini kabul edersek, Balzac gibi onun da ne yaptığı hakkında kafasının karışık olduğu ortaya çıkmaktadır. Delikanlılığından beri gelenekdışı davranışlarıyla insanları zor duruma sokmaktan hoşlanmıştı. Kendisine herkesin önünde “işten atılmış bir rahibin oğlu” diye değinmekten, “zavallı yaşlı babamı öldürdüğüm zamandan” söz etmekten, bir yandan inanılmaz öykülerinden birini ağzının içine bakan bir kalabalığa anlatırken birden sözünü kesip bir kadına şöyle laflar atmaktan hoşlanırdı: “Matmazel, başında altın başaklardan bir taç taşıyan ve beni çok içten bir ilgiyle dinleyen siz, biliyor musunuz içimden ne yapmak geçiyor? Beyaz etinizi ısırmak geçiyor. Ve eğer izin verirseniz, sizi nasıl seveceğimi anlatacağım. Ellerinizi tutup, onları birbirine bağlayıp, sonra sizi bileklerinizden odamın tavanına asmak isterdim. Bu iş bitince, önünüzde diz çöküp karbeyazı ayaklarınızdan öperdim.” Bir yandan orta sınıfın terbiye anlayışına ve sıradanlığa düşmanlığını ifade etmek isterken, gene de doğuştan bir burjuva Katolikti. Rimbaud une Saison en Enfer'de onun için "on est esclave de son bapteme" diyordu (kökeninin kölesi). Baudelaire’in burjuva, Katolik ahlakına ve değerlerine karşı benimsemek istediği tutum konusundaki kafa karışıklığı, Les Fleurs'e ilişkin şu sözlerinde de gözlenmektedir: 

“Ahlâksızlığa karşı dehşet ve korkuyu ifade eden bir kitap yazmış olmaktan son derece gurur duyuyorum.” Annesine de yapıtının “Katoliklikten esinlendiğini” yazıyordu. Bir yandan kitabıyla burjuvaziyi kızdırıp şaşırtacağı fikri hoşuna gidiyordu. Ama öte yandan varlığının derinliklerinde, bugün bizim için mümkün olmayan bir biçimde, yazdığı seks ve uyuşturucu konularının gerçekten dehşet verici olduğuna, bu ikisinden birine kendini kaptırmanın insanı derhal ve kesinlikle insanlıktan çıkardığına ve lanetlediğine inanıyordu. Les Fleurs du Mal’ daki şiirler, ikircimleri, röntgenciliği, lanetlenme korkuları ve “günah”ın zevkli çamurlarında bir çocuk gibi yuvarlanmalarıyla, ancak püriten ya da “Viktorya” gibi bir dönemin ürünü olabilirlerdi.

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazanlardan bazıları, lezbiyen şiirlerini yazmasından önce ilişkisi bulunan üç kadının da -Jeanne Duval, La Pomare ve Madam Stoltz- lezbiyen eğilimleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Ama şiirler tanıdığı gerçek insanlardan çok, erotik fantezilerle ilgilidir. Konu aldığı kadınlar onları uzaktan seyreden röntgencide boş umutlar ve kızgınlık yaratacak bir görüntü sunarlar. Şiirde ima ettiği gibi, şairin değerler sisteminde en çekici yaratıklardır onlar:

Gece gökleri gibi tutkunum sana...
Kaçtıkça benden, güzelim, daha çok severim seni...
Bir cesede üşüşmüş kurtlar korosu gibi 
Atılır, tırmanır, saldırırım;
Seni amansız, acımasız canavar,
Buz gibi soğukluğundur körükleyen ateşimi

Büyük olasılıkla sonuçsuz kalan Les Lesbiennes'in ilk şiiri olması düşünülen “Lesbos”ta, kadınlar “baygın ve çılgın" Karpuz kadar serinletici, güneş kadar kadar sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Ama sanki bunları, çocukluğundan beri böyle hayalleri hiç kafasından çıkaramadığını söyleyen konuşmacı erkek için yapmaktadırlar. Erkek sonra, hiç bir açıklama getirmeden, şunları söyler: “Çünkü Lesbos beni seçti herkesin içinden/Bu güzel bakirelerin gizini övmeye”. Konuşmacıya göre “Safo’nun kıvancını kıskanması” gereken “Venüs’ten güzeldir” Safo, ama lezbiyenler aynı zamanda lanetlidirler. Öpücükleri onların “aklını başından almış”, “kısır bir hazza” kapılmışlardır. Ama sonunda fallik merkezli adalet işe karışır: “Erkeksi” Safo Phaon’a teslim olur. Yazar kadının acısını, “ölümcül solgunluğunun güzelliğini” ve gece Lesbos’tan yükselen “iniltileri” anlatır. Baudelaire kadının durumuna acımasız kalmadığını iddia eder, hatta “taşkın yüreklerin... bitip tükenmez işkencesinin” onlara af sağlayacağını sezdirir (belli ki bir yandan ruhundan söküp atamadığı, öte yandan ise nefret ettiği ahlaki görüşlere karşı kendi mücadelesi dolayısıyla bu kalplerle kendini özdeşleştirebiliyordu). Gene de, bu yakınlığına karşın, hayal gücünden çekip çıkardığı kadınların arasındaki çılgın, erotik ve egzotik arzudan duyduğu dehşeti aşamaz. Onların aşkları içine “kara umutsuzluk karışmış çılgınca bir neşe”dir. Ama lezbiyenliğin neden çılgınca olması gerektiği ya da bunun burjuva Hıristiyanlığın dışında bir dünya olan Lesbos’a neden kara bir umutsuzluk getirdiği hiç açıklık kazanmaz. Aynı belirsizlik ilk (sansürsüz) “Cehennemlik Kadınlar” şiirinde de görülür.

Alt başlığı “Delfinia ve Hippolita” olan ikinci “Cehennemlik Kadınlar” şiiri, kadınlar arası aşkta seks ve günaha bakışını diğer iki şiirden de iyi vurgulamaktadır. Şiirin başında genç Hippolita, erkek fantezilerinde lezbiyenlerin çoğu kez yaptığı gibi, “kokulu yastıklar” arasında, “kederli bir şehvetle” “onun bakire iffetinin peçesini kaldıracak” usta lezbiyen okşayışlar hayal etmektedir. Baudelaire burada lezbiyenlerin, erkeklerin asla bilemeyeceği tuhaf seks teknikleri, “çok karanlık oyunları” olduğunu ima eder. Onun kendinden yaşlı, kötü lezbiyen sevgilisi Delfinia, kızı “dişleriyle damgasını vurduktan sonra" rahat rahat talihsiz avını hazla seyreden bir canavar” gibi izlemektedir. Çok geçmeden, kaçınılmaz olarak sado-mazoşist lezbiyen ilişkilerinde, Definia’nın çılgın bakışlı bir sadist, Hippolita’nın ise onun “solgun kurbanı” olduğunu anlarız. Delfinia, Hippolita’ya aşkını yineler ve beceriksizlik ve gaddarlıklarıyla canını yakacakları için erkeklerle asla yatmamasını uyarır, oysa kendisi eleştirdiği erkeklerden çok daha acımasızdır.

Hippolita içinden iki kadının “doğadışı şeyler yaptıklarını” bilir. Ama ölüme ve cehenneme sürüklendiğinin farkındayken bile, kendini kaptırdığı arzu onu Delfinia gibi bir canavar yapar. Burada şiiri anlatan işe karışır: “Devam edin, devam edin, zavallı kurbanlar/ Böyle başlar o sonsuz işkenceye hızla giden yol.” Ona göre aldıkları zevk kendi cezasını bizzat doğuracaktır, çünkü bu kadınlar doymak bilmezler ve lezbiyenlerin yaptığı hiç bir şey onların “kudurmuş isteklerini” bastıramaz - “kısır oynaşmaları” yalnızca susuzluklarını daha da kışkırtır. Baudelaire şiirin sonunda, kadınların içlerinde taşıdıkları ve hem tatmini, hem de kurtulması olanaksız olan sınırsız lezbiyen cinsel isteklerinden kaçmaya çalışacaklarını öngörür ve onlara öğüt verir: “Gidin, dolaşın çöllerde kurtlar gibi, Gidin, hastalıklı yaratıklar, elinizden geleni ardınıza koymayın.” Bu şiirlerdeki kadınlar genellikle hem kurban, hem canavar olurlar, çünkü Baudelaire’in onlarda gördüğü çılgınca cinsellik onun burjuva Katolik yanı için korkunç bir şey, radikal estet yanı açısından ise yürekli bir başkaldırıdır.

Baudelaire’in kötü ünü diğer Fransız yazar ve ressamlarının kadınlar arası aşk betimlemelerini de etkilemiş olabilir. Gustave Courbet’nin “Uyku” (1866) adlı resmi, Les Fleurs'ün ardından yaygınlaşan egzotik, erotik imajın bir örneğidir: Yüzlerindeki keder ya da acı uykuda bile silinmeyen iki genç kadın, bir yatakta çıplak olarak yatarlar. Esmer olanın sağ bacağı arkadaşının belinin üstündedir, sol uyluğu onun kasık kemiğine değmektedir. Sarışın kız sağ eliyle ötekinin bacağını okşar. Çenesi sevgilisinin göğsüne dayanmıştır. Yanıbaşlarındaki masanın üstünde bir karafe ile bir şarap kadehi (tabii ki boş) ve bir ucu bardağın içinde, diğeri yatakta olan bir dizi inci vardır - bunlar muhtemelen “çok karanlık oyunları” için kullanılmıştır. İki kız pekala Hippolita ile Delfinia olabilirler. Esmerinde Delfinia’nın “dağınık yelesi”, sarışında ise daha “narin bir güzellik” ve Hippolita’nın sözünü ettiği “kasvetli korkulan” düşlediği izlenimini veren bir ifade bulunmaktadır.


(1866, Gustave Courbet)

Blue Is the Warmest Color


Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)


Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)

Cehennemlik Kadınlar


*

lawrence alma tadema

*

Dalgın bir sürü gibi yan yana sokulmuş,
Kumlara yatmışlar da engine dalmışlar,
Elleri, ayakları birbirini bulmuş,
Acı ürpermelerle bayıla kalmışlar.

Gönülleri bitmez gizlere dalıp giden
Çoğu, sular çağlayan ağaçlı yollarda,
Çocuk dilleriyle söz açarlar sevgiden
Körpe fidanların kabuğunu oyar da;

Kimi, ermiş Antoine’in, nazardan çürümüş,
Lavlar gibi kızgın mor memeler gördüğü
Hayaller kaynaşan kayalara yürümüş
Kız kardeşler gibi ağırbaşlı, görgülü;

Sağır, dilsiz putçuluk inlerinde bekler
Devrilmiş çıraların ışığında seni
Yatışması gereken ne kızgın yürekler,
Baküs, eski dertlerin tek şifa vereni!

Kimi papaz atkıları atar boynuna,
Bir kırbaç saklayarak bol önlüklerine,
Loş ormanda, ıssız gecelerde boyuna
Katar deli yaşları zevk köpüklerine.

Ey şeytanlar, ifritler, ey kurbanlık kızlar,
Siz hiçe sayan yüce gönüller gerçeği,
Sonsuzluk düşkünü sofular, utançsızlar,
Bir ağlayacağı tutan, bir delireceği,

Sizi cehenneminizde izledim her an,
Kardeşlerim benim, acır severim sizi,
O bitmez susuzluk, o acı, o dolduran 
Aşk testileri yüzünden gönüllerinizi!

Baudelaire

Sappho: Bir lezbiyenin ruhsal trajedisi


Edouard-Henri Avril

Eski Yunan'ın en ünlü şairlerinden biri Sapho idi. Ancak onu diğerlerinden farklı kılan şiirlerinin özelliği değil, daha çok cinsel eğilimleri ve yansımalarıydı. Sapho, kadın kadına aşkın, yani lezbiyen (sevici) aşkın şairiydi.

O dönemde erotizmin her türüne rastlanıldığı gibi, kadınlararası ilişkilere de sıkça rastlanırdı. İşte bu eğilimin bayraktarlığını yapan Sapho, Midilli (Lezbos) Adası'nda yaşamış ve ünü bugünlere kadar gelmiştir. Şüphesiz, lezbiyen aşk Sapho ile başlamadı, o Sapho'dan önce de vardı. Ancak Sapho ilk kez ona edebi bir nitelik kazandırmış, farkında olmadan bir ekol kurmuştur. Ancak bu arada belirtelim ki, kimi iddiaların aksine Sapho bir fahişe değildi.

Sapho, açtığı okulda genç kızlara şiir, şarkı, dans ve aşk sanatı dersleri vermiştir. Aynı zamanda bu kızlarla lezbiyen ilişki kurduğunu varsayabiliriz. Çünkü ada erkekleri genç kızların yuva kurmasına engel olduğu, onları yanlış yola sevkettiği için Sapho'ya hücum ettiler. ölüm tehditi karşısında Sicilya'ya kaçmak zorunda kaldı.

Sapho'nun erkeklere karşı marazi bir düşmanlığa varan nefreti vardı. Bir kere evlenmiş, o evlilikten bir kızı olmuştu. Sapho'nun güzel değil, ama çekici bir kadın olduğu söylenir. Erkeklere olan nefreti onu kendi cinsine yöneltti.

Sapho, elinde bir Lir çalgısı ile genç kızları etrafına toplar ve onlara ilân-ı aşk ederdi; "Sen benimsin artık / Senin ölmez vücudunu / İlecrpcras'ın meşalesindeki ışığın içinden aldım / Tatlı fısıltıların/ Fırtınadan sonra yorgun denizin kırık sesi gibi / Elim seni okşarken / Gözlerim kapanıyor / Güzel yaratık.."

Sapho, özellikle bakire genç kızlara düşkün idi. Onlara şehvet dolu şiir ve mektuplar yazardı. Ancak Sapho'yu sevgilileri hep terketmişlerdir. Öyle görünüyor ki, Sapho erkek nefreti sonucu sarıldığı lezbiyen aşkta da aradığını bulamamıştır. Kadınlar da ona beklediği sadakat ve mutluluğu verememiştir. Atthis isimli 17 yaşındaki sevgilisi onu terkedince Sapho deliye dönüp, öfke krizlerine tutulmuştur. Onun bu kıskançlık ve aşırılıkları yaşlandıkça daha da çok tepki çekmeye başladı. Giderek tecrit oldu ve yalnızlığa itildi.

Ancak kader ona öyle bir oyun oynadı ki, o güne dek reddettiği, "kaba", "vahşi" bulduğu erkeklerden birine aşık oldu. Facon adındaki genç balıkçı ona yüz vermedi. Sapho, ona delice bağlandı. Her zaman ki duygusal aşırılıkları onu bu kez bir erkeğe yöneltmişti ama çok geçti. Aşkı tek yanlı kaldı. Bunun üzerine Sapho'nun zaten dalgalı olan ruh dengesi iyice bozuldu.

Midilli Adası'nı terketti. Korfu Adası'ndaki mitolojik kayalıklara gitti. Efsaneye göre bu kayalıklardan kendisini denize atan kara sevdadan kurtulurdu. Sapho, kayalara çıktı, ağlayarak şiirler okudu ve kendisini boşluğa bıraktı. Rivayete göre parçalanmış cedesi Midilli'ye getirilmiş ve gömülmüştür.

Öyle veya böyle, Sapho’nun duygusal dalgalanmalarını sonuçta Akdeniz'in dalgaları dindirmişti. Sapho, böylelikle adını erotizm tarihine yazdırdı.

 * 
kitap: Yalnızlık Adasının Erkekleri  / Pınar Çekirge

David Hamilton's Girls


http://onlinebrowsing.blogspot.com.tr/2010/11/ Les Demoiselles - D. Hamilton


http://onlinebrowsing.blogspot.com.tr/2010/03/ David Hamilton - The Age of Innocence


Vajina Üzerine

Vajinayı ilk görüşümde ona tapacak kadar aşırı bir içine girme susuzluğu yaşamadım. Ona penisimle girmeden önce, onu öpmem için bilinmeyen bir güç tarafından çekildim ve bunun ödülü tadını ve aromasını tanımam oldu. O zamandan beri bir ayin geliştirdim. Her yeni vajinayı önce öpüyorum. Genellikle bu öpüş o gelene kadar devam ediyor.

Vajina hakkında, asla kötü konuşmak ya da ondan iğrenmeyle bahsetme arzum olmadı ve Lyceum’dayken şaşırmıştım ve onun hakkında saygısız ve hor görücü kelimeler duyuyordum. Birçok hafif süvari askeri vajinanın kokusuna duydukları nefreti dile getiriyorlardı. Buna vajina için tutkuyla karşı koydum ve herkes şiirsel olanına ek olarak, benim için büyük bir gelecek olduğu kehanetinde bulundular. Benim için bir hanımefendiye ya da ucuz bir fahişeye de ait olsa, her vajina kutsaldı ve kutsaldır.

Beni şehvete ve tapınmaya yöneltmesi yanında, bir vajina beni bir bebeğe, kedi yavrusuna, ya da köpek yavrusuna her bakışımda hissettiklerime yöneltiyor. Sanırım bizim çocuklar tarafından yönlendirilmemiz onların vajinada yakın zamanda geçici olarak bulunmaları yüzünden. İçinde olan her şeye sihrini bulaştırıyor. Penisimi vajinanın kalbine girme şansına sahip olduğu için o kadar kıskanıyorum ki. Ah! Onun derinliklerine, dilim, burnum ve gözlerimle girebilseydim.


The Origin of the World, 1866, Gustave Courbet


Vajina iki narin komşunun -kıç ve sidik deliği- eşlik ettiği paha biçilmez bir elmas gibidir. Vajina iyiliğiyle bok kokusunu, idrarı ve üç kokunun oluşturduğu buketi kutsar. Kadının vücudunun her yerinde vajinayı görürüz. Lazımlıkta kalmış bok ya da idrar kokusu bana bok ya da idrar kokusunu değil vajinasını hatırlatır. Vajina bir kadının vücudundaki her oyukta görünür. Koltukaltındaki kılları, kasık kıllarını hatırlatır ve kasık kılları vajinanın bayrağıdır.

Vajinanın benim üzerimdeki büyüleyici etkisi, kasılmalarla gelen hayal kırıcı ferahlamanın ardından sona erer ve ben sakin ve rüya görür bir halde ona, fırındaki bir ateşe ya da denizdeki dalgalara bakan biri gibi bakarım. Sonra onun kutsal dış hatları su yüzüne çıkmaya başlar, bir duygu seline kapılırım ve bedenim tutuşur. Belki ateşin bana bu kadar çekici gelmesinin nedeni budur. Onun oburluğu ve dikkatsiz her şeyi tüketme yeteneği. Ateşten güvenli bir mesafede hoşlanırım. Her ne kadar beni yaksalar ve ruhumu sonuna kadar tüketse de, vajinalardan uzak durabilmek için gerekli karaktere sahip değilim.

Vajinaya üzerine o kadar düşünmeme rağmen, hala ona baktığımda neden böylesine güçlü duygulara neden olduğunu tam olarak anlayabilmiş değilim. Benim için ona bakmayı sürdürmek her zaman zor oluyor ve vajinanın çiğ etini gören bir hayvan gibi saldırmamak ve onu sivri uzun dişlerimle delmemek için kendimi zor tutuyorum. Sevgili vajina ilişki süresince görülmez ve eğer ona bakmak için penisimi tamamen dışarı çıkarmadan geri çekilirsem vajinayı kılla süslenmiş ama kahretsin ki penisle tıkanmış görürüm. Bunun yanında tattığım zevk beni çıldırtır ve sona götürerek susuzluğumu vajinaya zihinsel sokuş uğruna gidermek zorundayım. Oysa düzerken, vajinayı değil sevgilinin yüzünü görürüm. Yalarken bile vajina gözlerime o kadar yakındır ki yeterince dikkat edemem; Çünkü görüşüm bulanıktır ve onu ağzımla kapatırım. Ona hayranlık duymak için uzaklaşırsam, sahibi ateşli bir bakış değil ateşli bir dokunuş istemeye başlar. Önünüzde utanmadan alışılmış olarak bacaklarını ayırmış ve dizlerini kırmış vaziyette yatmış kadın. Harikaya bakıyorsunuz ve üzerinizdeki gücü muhakkak. Akıl zeki olmaya ve vajinanın sadece derinin kıvrımları olduğunu mırıldanarak ateşinizi soğutma girişiminde bulunur ama kalbiniz farklı şekilde inanmaktadır. Vajina hayatın ve ölümün sırrıdır. Bu pembe, kıvırcık kıllarla gölgeli, nemli et vajinanın bu hipnotize edici görünüşü Tanrı’nın suretidir.

Bir vajinaya iman etmek tek Tanrıya imandır. Ahlaksızlık, birçok vajinaya tapmak paganların çoktanrıcılığına benzer. Altın Çağ’ın paganizm zamanlarında özlenmesinin nedeni bu mudur?

*
Puşkin
Gizli Günce

raylar

Lindenstrasse'deki Jüdisches Museum Berlin, yukarıdan bakıldığında kırılmış bir Davud yıldızını anıştırsın istemiş Daniel Libeskind. Shoah'nın toplam karabasanını simgeleyen acı açılarla, eğimlerle, sivri, batıcı çizgilerle hareket eden yapının dış cephelerinde,  pencere düzenlemelerinde de sürüp gidiyor çizgilerin çekişmeleri. Çektiğim karelerden birini yerleştiriyorum buraya, çizme beceriksizliğimin kuyusuna daha fazla düşmemek için: Kamplara yönelen, tek yön rayların paramparça karşılığını okudum onlarda -

Enis Batur / Siyah Sert Berlin



Claude Lanzmann’ın Shoah belgeseli, geniş kitlelere, II. Dünya Savaşı boyunca yaşanan soykırım kâbusunda trenlerin oynadığı rolü gösterdi. Avrupa’nın dörtbir yanından toplanan Yahudiler, Çingeneler, Komünistler, Eşcinseller istasyonlara yığıldılar. Yük vagonları tıkabasa dolduruldu. Nihai hedefin ‘nihai çözüm’ olduğunu bilmiyorlardı. Raylar onları Dachau’ya, Auschwitz’e, Treblinka’ya, başka toplama kamplarının kapılarına götürdü.

Raul Hilberg’in araştırmaları, ‘sistem’in nasıl çalıştığını aydınlatıyor: Büyük, karmaşık bir kara dul ağını çağrıştırıyor ölüm trenlerinin güzergâhları. Kendi kendini besleyen, yöneten, masraf yükü bindirmeyen özel bir ekonomi bekliyor demiryolu örgüsünün arkasında.

Tren, ona ırkçı Azrail ordusunun biçtiği bu rolle yaralı, tarihinin silinmez sayfaları arasından son istasyona varıyor.

Ondan mıdır, trenden korkanlar vardır: Siderodromofobi, Freud’da da varmış!


Enis Batur / Başkalaşımlar  XXI - XXX



Sade: Güneşe Saldırı


...

Sade, bütün evrene karşı bir kundakçılık düşünür: "Tiksiniyorum doğadan. ..Tasarılarını bozmak, yürüyüşünü çelmelemek, yıldızların çarkını durdurmak, uzayda uçuşan küreleri altüst etmek, ona hizmet edeni yoketmek, ona zarar vereni korumak, kısacası yapıtlarında alçaltmak isterdim onu, ama bunu başaramıyorum," Evreni tuzla buz edecek bir makinist tasarlasa da boşuna, kürelerin tozunda yaşamın gene süreceğini bilir. Evrene karşı kundakçılık olur şey değildir. Her şey yokedilemez, bir kalıntı vardır her zaman. "Bunu başaramıyorum...", bu yatışmaz ve donmuş evren birdenbire zorlu bir hüzünde gevşeyiverir, Sade da hiç istemediği bir sırada bizi etkiler böylece: "Belki de güneşe saldırarak evreni ondan yoksun bırakabilir, belki de ondan yararlanıp dünyayı ateşe verebilirdik, işte bunlar gerçek birer cinayet olurdu doğrusu..." 

Başkaldıran Sade /Albert Camus

The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)












GENET

249./

Jean Genet
iliklerine kadar tiksiniyor
kapitalist-burjuva toplumdan.
Özellikle kendi yurdundan, Fransa'dan.
Peki, Genet
sosyalist bir toplumda
bir "yaşa-dışı" olarak 
özgürlüğüne sahip olabilir miydi? 
Yazar Genet, böylesi bir toplumda 
ortaya çıkabilir miydi?

250./

J. Genet, evet, 
yetimhanede yetişti 
mahpushaneye düştü 
ama yaratıcı yüzünü 
ortaya koyabildi.
Sıradan bir yazar olarak değil,
XX. yüzyılın
en büyük yazarlarından biri 
olarak.

Böylece kabul gördü.
Ama gene de tek yataklı bir 
otel odasında öldü.
Daha fazlasını da beklemiyordu. 
Kitaplarının tüm gelirini de 
bir Arap çocuğuna bıraktı.


251./ 
Gene, J. Genet
Fransızlardan ve Fransa'dan
öylesine tiksiniyordu ki
Fransa'ya karşı olan herkese
gönül verebilirdi.
Almanlara gönül verdi.
Zencilere gönül verdi.
Araplara gönül verdi.
Fransa'ya onu bağlayan tek şey dildi. 
Kuşkusuz, bir başka dilde yazabilse 
(Beckett örneğinde olduğu gibi) 
o dilde yazardı.
Ama Fransızca yazarken de, 
burjuvalara olan tiksintisini 
öylesine dile yansıttı ki dili, 
o güzel Fransızcayı onların 
elinden aldı.
Serserilere, eşcinsellere, 
katillere, hırsızlara mâl etti.
Onlar için bir dil yarattı.
Kusursuz, eksiksiz, yanlışsız 
ve... olağanüstü.

Edgü / Ders Notları

Blog'da Genet:
...

Ayıp!


Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da, insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.

Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan'da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleriyle donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek organları kutsal simgelerdir. Tantra'nun kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleriyle bezelidir.

Nietzsche'nin ünlü, "Eros'u zehirleyen tektanrılı dinler olmuştur" sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa, Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır olduğu Ortaçağ Avrupa'sı, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tektanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya'da, Çin'de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir, ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz, her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir.

Başta, Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri, Mevlana'nın ulu Mesnevisi erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemleri inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise, savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz.
Bugün, bizde olduğu gibi.

Dün, Batı toplumlarında olduğu gibi.

Örneğin, çok değil otuz yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade'ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacqjues Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur.

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Birçoğu 475 adet basılmış; en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitapları yayımlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert'i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"ne çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü 'rahatsız' edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 Anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yayımlanan hiçbir şey sansüre tabi tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüz yıl önceki bu anayasa maddesini, güncelliği dolayısıyla, "özel olarak" aktardım buraya.) Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: "Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın otuz yıl gerisindedir."

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Fransa'nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade'ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.

1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan otuz değil, on beş yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiçbir kovuşturmaya uğramamıştır. On beş yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade'ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir?

Tek örnek ne Fransa'dır, ne de Marquis de Sade olayı. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır.
Henry Miller'ın, kendi yurdunda, Amerika'da yayımlanması için otuz yıl beklemesi, Fransa'da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterley'nin Aşığı'nı, Majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce'un Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün "Kâbeleri"nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi?

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Tüm yasaklar, koruyacakları hiçbir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün, Türkiye'deki durum da budur. Sağdan ya da soldan, ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkura indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır, demektir. Toplumun tüm "maddi ve manevi' değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yayını da, o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. Böylece, yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük "AYIP"tır.

Ferit Edgü'nün 
1986 tarihli bir yazısı