MELANKOLİ

Melankoli ruhun uçurumlarıyla ilgili bir şeyler fark etmemizi sağlar: Ruhun umutsuzluğunun ve kaygısının yanı sıra, yaralı umutlarını ve yanar döner, engin ışıklarla bezeli ufuklarını da görmemize izin verir. Melankoli, Leopardivari bir anlamda, yaratıcı imgelemin sonsuz bir kaynağı değil midir? Nietzsche'nin söz ettiği mutluluğun beraberinde sürüklediği deneyimden farklı olmakla birlikte, onun kadar anlamlı değil midir? Ve Simon Weil, o cesur ve ulaşılmaz, derin mi derin sözleriyle, Aiskhylos'u anarak, acısız bilgi yoktur dememiş midir?

Giacomo Leopardi, melankoliyi, insan olma halinden koparılamayacak bir Stimmung ve sonsuz bir acı kaynağı olarak yaşamış ve onu kendine has olağanüstü otoanaliz yeteneği ve köklü derinliğiyle betimlemiştir. Kendisinin Pietro Giordani’ye yazmış olduğu (meşhur) iki mektubundan birkaç cümleyi alıntılamakla yetiniyorum, ilki, 30 Nisan 1817 tarihlidir ve şöyle yazılıdır:

“Bütün bu dediğime beni törpüleyen ve yutan, çalışınca beslenen, çalışmayınca çoğalan şu saplantılı, kara ve korkunç melankoli belasını eklemeliyiz. Onun ne olduğunu iyi bilirim, onu yaşadım ama güzel şeyler, sevinçten de tatlı şeyler filizlendiren o tatlı melankoliyi artık hissetmiyorum. Tabiri caizse alacakaranlık gibidir o, öyle ki orada gece zifiri karanlık ve korkunçtur, zehirdir, zatıâlinizin de dediği gibi, bedenin ve ruhun gücünü tüketir.”

 19 Kasım 1819 tarihli ikinci mektupta ise şöyle yazılıdır:

 “Eğer şu an delirecek olsam, öyle sanıyorum ki benim deliliğim daima şaşkın gözlerle,
ağzım açık, ellerim dizlerimde, gülmeden ve ağlamadan öylece oturmaktan ve bulunduğum yerden ancak zorla kalkmaktan ibaret olur. Hiçbir şey, ölümü bile istemeye mecalim yok, ölümden korktuğumdan değil bu, ölüm ile acının bile gelip de beni teselli etmediği hayatım arasında hiçbir fark görmez olduğumdan.” 


Domenico Fetti Melancholy 1622

Ve sonuç bölümü dehşet içermektedir:

 “Hayatımda ilk defa sıkıntı beni bunaltmak ve yormakla kalmıyor, çok ağır bir sancı misali beni soluksuz bırakıp, paramparça da ediyor ve her şeyin öylesine boş olması ve benim gibi, tutkuları ölmüş bir insanın içinde bulunduğu hal bana dehşet veriyor, ruhumdaki tutkular söndü ve ben kendimden çıkıp umutsuzluğumun bile bir hiç olduğu kanaatine vardım.”


Giacomo Leopardi melankoliyi sadece öylesine acılı ve umutsuz bir insani deneyim olarak ele almaz, aynı zamanda ve bununla bağıntılı olarak, onu her kökten şiirin kaynağı ve anahtar kelimesi sayar.

Kendisinin Zibaldone adlı eserinde de, ateş gibi yakan bu düşüncelerle karşılaşırız: 

“Zamanımıza melankolik şiirden başka şiir uymaz ve şiir, hangi konuyu işliyor olursa olsun, ancak melankolinin yankısını taşır. Şayet bugün gerçek anlamda şairler varsa, ve gerçekten de şiirsel bir esin duyuyorlarsa ve bunun üzerine ya da herhangi bir konu üzerine şiir yazıyorlarsa, esinleri her nereden kaynaklanıyor olursa olsun, illa ki melankoliktir; şairin doğallıkla yalnız başına ya da başkalarıyla birlikte bu esini izlerken yakaladığı yankı illa ki melankoliktir (ve esin yoksa şayet, o zaman şiir olarak anılmaya layık bir şey de yok demektir).

Hiçbir şiirsel yaratıcılıktan koparılamayacak bir ruh hali olarak melankoli ve bilgi taşıyıcı: şeyleri ve şeylere dair edinilen deneyimleri parlatan ve ışıl ışıl kılan çok yoğun bir ışık demedi mahiyetinde melankoli...

Eugenio Borgna

Doğa / Leopardi


Kimi zaman çekilirim ıssız bir köşesine tepenin
ilişirim ucuna gölün, kımıldamadığı yerde çevresindeki
otların rüzgârda ve durgun sularına
güneşin kendi resmini çizdiği öğle saatlerinde.
Dal oynamaz, yaprak kımıldamaz rüzgârda;
bir tek dalga yoktur sularda;
ağustosböceğinin cırcırı; daldaki kuşun kanat
çırpışı ve ne de kelebeğin vızıltısını görür,
duyarsın; ne yakında ne uzakta ne bir ses
ne bir nefes. Sonsuz bir sessizlik egemendir
o kıyılarda; unuturum kendimi ve
dünyayı sessizce orada oturduğumda;
duyarım kol ve bacaklarımın çözüldüğünü
uzattığım yerde; ne bedenim ne ruhum
can verir onlara; devinimsizlikleri
karışmıştır sanki bu yerlerin sessizliğine.


SONSUZLUK / Leopardi



 Hoşlanırım oldum olası bu ıssız tepeden, 

bu çitten, birçok yerinden en uzaktaki

ufkun görüntüsünü yok eden gözlerimden.

Ama durup bakarken ardındaki bitmez

tükenmez boşluklara, insan ötesi sessizlik,

sınırsız huzura; dalıp giderim düş dünyama; 

duracak gibi olur kalbim orada.




Ne ki, duyar duymaz hışırtısını

yaprakların rüzgarda, ölçerim o sonsuz

sessizliği bu sesle: Bir yandan

ölümsüzlük  gelir aklıma, bir yandan ölü

mevsimler; yaşayan şimdiyi ve onun sesini. 




Dalarken bu

sonsuzluğa düşüncelerim, keyif alırım bu

denizde, batan gemide olmaktan.



Giacomo Leopardi

Pessoa Kitaplığından: Leopardi


BEKLEYİŞ


Bekleyiş, kaygıya demir atmış bir deneyimdir: Kaygısız bekleyiş yoktur. Sorunlu olduğu kuşku götürmeyen bu sav bir yana, bekleyişin zaman zaman gerçekten de, Minkowski'nin de savunduğu gibi, ölüm imgesine bağlı olduğunu söylemek isterim.

"Zaman zaman, görünürde hiçbir neden olmaksızın, içimizde,
tüm yıkıcı gücüyle büyük adımlarla üstümüze üstümüze gelen
ölüm, havada asılı ölüm imgesi uyanır; kaygı, dehşet bizi bağlar;
biçare kalmış bizler, kaçışı olmayan, kaçınılmaz ve eli kulağında
olan hiçleşmeyi bekleriz. Eli kulağında olan bir tehlike karşısında
bizler, olduğumuz yere mıhlanır, dehşetle öylece kalakalır, bekleriz."


Elbette ki Minkowski gerek sevinçli olayların, gerekse de acılı olayların bekleyişi olduğunu kabul etmeden edemez; ama bekleyişin, asli halinin daima kaygı ve korkuyla dolu olduğunu ve her
bekleyişin kolaylıkla ve büyük bir hızla acılı bir olaya dönüştüğünü söyler.

Bekleyişin duygulanımsal içeriklerinin doğası üzerine yapılan tartışma önemli değildir; önemli olan bekleyişin, kendi zamansal oluşumundan, zamansal yapısından yola çıkılmadan anlaşılamayacağıdır.
Bekleyiş, ancak açılabileceği ve kendisine hayat verecek bir geleceğin, bir istikbalin var olması halinde vardır.

Minkowski'nin bekleyişin zamansal yapısına ilişkin yaptığı değerlendirmeler özgün ve radikaldir: Buna göre bekleyiş, bir şimşek gibidir, hayatın bir an için havada asılı kalmasıdır, onda anilik
vardır. Ayrıca bekleyişte süre yoktur, zaman tanzimi yoktur ancak birbirini özel bir şekilde izleyen iki zaman öğesi vardır: Öyle ki, geleceğin ben'e doğru aldığı yol; şimdiki zaman dışlanarak, hani
neredeyse yalnız başına yaşanmaktadır. Kısacası bekleyiş sırasında, geleceğin ani bir şekilde, taşkınlık içinde bana yaklaştığını hissederim. Psikotik olan ve psikotik olmayan insan halinin derin yapılarına dair radikal ve belirleyici bir bilgi kaynağı olan yaşanmış zamanın, içsel zamanın sonsuz biçimleriyle ilgili teşvik ve değerlendirmelerle dolu olan bu kitaptan son bir alıntı yapacağım.

"Bekleyişte, yaşayan varlığın sıkıştırılması, etkinliğin yayılımına
karşı duran 'küçülme' mevcuttur. Bekleyişte kişi, kendi üzerine
eğilir, kıvrılır, hani sanki düşman çevrenin karşıtlıklarına olabildiğince
az maruz kalmaya çalışır ve bunu yaparken, çevreden kopar,
onunla olan ilişkisinin sınırlarını saptar."


Eugene Minkowski'nin bekleyişe ilişkin fenomenolojik söylemi, o halde, zamanın gelecek tarafından nasıl yutulduğunu, geleceğin şimdiki zamanı nasıl da kendi içine çektiğini ve bekleyiş sırasında kişinin, kendisini her türlü çevresel bağlamdan uzaklaştıran ve koparan radikal derecede kişisel bir dünyada yaşadığını vurgulamak niyetindedir. En nihayetinde bekleyiş, kendilerini anilik ve
kırılganlıklarıyla ortaya koyan içselliğin ve yalnızlığın ifşasıdır ve bu içsellik ve yalnızlık, ancak solukları algılanabildiği ya da algılanamadığı ölçüde çözümlenebilir ya da çözümlenemezdir.


BEKLEYİŞ VE UNUTMA

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

 9 Eylül 1908 – 27 Ağustos 1950


 Albert Camus'nün ve Karl jaspers'in, meşhur metinlerinde, intihara dair yazdıklarına göndermede bulunmak isterim. Albert Camus'nün konuyla ilgili çarpıcı değerlendirmeleri şunlardır:

"Gerçekten de ciddi olan bir tek felsefi sorun bulunmaktadır:
O da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı hakkında
yargıda bulunmak, felsefenin en temel sorusunu yanıtlamak
demektir." 

Camus şöyle devam eder:

 "İnsanın kendini öldürmesi,
bir anlamda ve tıpkı melodramda olduğu gibi, itiraf etmek demektir:
Kişinin, hayatın kendisini aştığını ya da hayatı anlamadığını
itiraf etmesidir.

Bunlar, insani açıdan taşıdıkları radikal ve simgesel anlamları yitirmemiş olan ve acıklı intihar olayıyla, intiharın bilinmezlikleri ve giziyle karşılaştığımızda her birimizde yeniden
filizlenen değerlendirmelerdir.

Karl Jaspers'in felsefi deneyimlerinden de ziyade, olağanüstü psikopatolojik deneyimlerinden kaynaklanan düşünümleri, ölüme dair istemli arayışın varoluşsal temellerini görür gibi olmamızı
sağlamaktadır.

"İntihar dramında doğrudan doğruya rol almış kişi, bir şekilde
insaniyet becerisi kazanmışsa ve ruhun meselelerini açıkça anlamaya
biraz meyilliyse, bir şeyi kabul etmenin gerektiğini düşünecektir:
O da bu tür bir olayı açıklayacak tek bir neden olamayacağıdır.
En nihayetinde intihar daima bir sır olarak kalacaktır." 

Ardından da daha da kati bir netlikle şöyle demektedir: 

"Görünen o ki, en kolay ve rahat yol, bunu, akıl hastalığı varsayımına dayandırmaktır.
Zira intihar eden her kişiyi akıl hastası şeklinde tanımlayacak
kadar ileri gidilmiştir. Böylelikle intiharın nedeniyle ilgili sorun
sona erdirilmiştir. İntihar sorunu çabucak çözülüp normal dünyanın
dışına atılıverilmiştir. Ancak hal aslen böyle değildir." 


KAPSAM


Psikopatolojik bir yaşam biçiminden doğan insani bir deneyim mahiyetindeki intihar ve bu mahiyette olmayan intihar, Karl Jaspers'in dediği gibi, her halükarda nüfuz edilmez bir sır damgası taşır:

İntihar arayışında bulunmuş, ardından da istemli ölümü gerçekleştirmiş kişinin içselliğinin uçurumlarına yanaşıldığı ölçüde, bu sırrı bir nebze aydınlatmak mümkündür.

Bu içeriksel ufuktan hareketle, Cesare Pavese'nin mektup, günce ve şiirlerine atıfta bulunarak, yaşadığı deneyimlerde, kaygı ve önsezilerinde intihar fikirlerinin (intihar ile ilgili hayallerinin ve
buna eşlik eden itkilerinin) ne şekilde biçimlendiğine eğilmek isterim. Bu amaçla, fırtınalı ergenlik döneminden başlayarak, içeriksel ifadeleri dönüşümlü süreçler sergilemekle birlikte, duygulanımsal
kökenleri bakımından aslen süreklilik arzederek yayılım gösteren intihar fikirlerinin tamamen somutlaştığı yetişkinlik dönemine dek uzanacağız.

Kronik (diya-kronik) intihar durumu ifadesinden, ergenlikten başlayarak intiharın gerçekleştirildiği zamana dek uzanan istemli ölüm özlemini anlayabiliriz. Söz konusu olan, daha ergenlikten
beri intiharın büyülü ve kontrolsüz albenisine kapılmış ve içsel hayatlarının fırtınalı girdaplarına ve eli kulağında yıkımına inmiş kaderlerdir. (Bu; sadece Cesare Pavese, Karoline von Günderrode
ve Heinrich von Kleist için değil, Paul Celan, Gerard Nerval, Antonia Pozzi ve Georg Trakl için de geçerlidir.) İntihar, gerçekleştirilmiş intihar kadar denenmiş ama başarısızlığa uğramış
intihar da, karşımıza, her defasında, sırlı ve elden kaçıcı şifreleriyle çıkar: Bu şifreler; hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman, insani eylemlerin, özellikle de nihai ve geri dönüşsüz meydan okumaların mührünü taşıyan insani eylemlerin: İstemli ölümün elle tutulmaz girdaplarının öznelliğine, içselliğine ve dile gelmezliğine yabancı kalan geometrik istatistiksel şemaların tektipleşmiş ve birimselleşmiş haliyle çözülmez. Öte yandan, sonu olmayan bir arayış
içinde, kadın ve erkek hastaların içselliğinin gizli anlamlarını çözmekle ilgilenen hermeneutik psikiyatrinin, psikanalitik (Freudcu ve Jungcu) ve fenomenolojik psikiyatrinin varoluş nedenlerini
belirleyen bilişsel patikalar da bunlardır.

Elbette ki, kronik intihar durumunun klinik ve psikopatolojik kategorisi tek yönlü değildir: Bu durumun kökenleri, zaman zaman, belki de Antonia Pozzi'de olduğu gibi, elden kaçıcı ve dur
durak bilmez gelgitleri bulunan depresif halde yatabilir. Ama bu kökenler, Margherita'da olduğu gibi, kaygı ve kendine yönelik öngörülmez saldırganlık kasırgaları içeren psikotik dissosiyasyonun
dalgalı sularında da yatabilir. Ancak bu kökenler, Pavese'de olduğu gibi, her halükarda psikotik bir yön taşımayan, sorunlu ve karmaşık kişiliklerde de yatabilir.

Her kronik intihar durumunun, bu duruma dahil edilebilecek her klinik gerçekliğin ortak noktası, önceden de demiş olduğum üzere, zamanda süreklilik gösteren öz yıkım meylidir. Bu meyil,
ergenlikten (ortak kaynakları olan ergenlikten) başlar ve intihar eylemi halini alacağı gençliğe ya da yetişkinlik dönemine dek dur durak demeden, tedavilere, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilere
bile direnir ve duygulanımsal hayattaki manidar olayların ışığında dahi dönüşüme uğramayarak yayılır.


UMUT / İNTİHAR

Zibaldone'yi, düzenlemesini Francesco Flora'nın yaptığı Mondadori baskısının iki cildinden tekrar okurken, umut, umutsuzluk ve intihar konusuna odaklı bazı düşünceleri alıntılamak isterim.

 "Mutluluk ya da canlı ve mevcut görünen bir mutluluk hissetmeden önce, umutla beslenebiliriz ve eğer umutlarımız kuvvetli ve sabitse, bu, tıpkı çocukluk ve gençlik arasındaki yıllar gibi, insanın mutlu zamanlarıdır. Ama bahsini ettiğim mutluluğu hissedip yitirdikten sonra, umutlar bizi sevindirmeye yetmez, mutsuzluk belirlenir. Ayrıca, yaşanmış hüzünlü deneyimin ardından umutlar da çok daha zor hissedilir olur; kaldı ki, her halükarda, hissedilmiş mutluluğun canlılığı, umudun pohpohlamaları ve sınırlı keyifleri ile telafi edilemez ve bu kıyaslamayı yapan insan, daima yitirdiği ve kolay kolay geri dönemeyeceği şeye ağlar çünkü büyük yanılsamalar devri kapanmıştır."

Umutlar ile yanılsamalar arasındaki iç içelik, umuda açık olan
ve umut tarafından hapsedilmiş intihar ... 

"İnsan ruhu daima kendi umutları tarafından kandırılır ve daima kandırılmaya açıktır: Umudun kendisi, onu hep hayal kırıklığına uğratır ve o, hayal kırıklığına uğramaya daima muktedirdir: İntihar eylemine yönelik umudu açıktır, hatta onun hakimiyeti altındadır. Umut, insanın kendine yönelik öz sevgisi gibidir, oradan geliverir. İnsan, öz sevgisi olmadan yaşayamayacağı
gibi, umut olmadan da kesinlikle yaşayamaz. Umutsuzluğun kendisi de umut barındırmaktadır, bunun tek nedeni ruhta daima bir umut kalması, insanın ruhunda umutsuzluğun nesnesine doğrudan doğruya ya da neredeyse doğrudan doğruya ya da dolayımlı olarak karşıt olan bir fikir bulunması değildir; umutsuzluğun bizzat kendisinin, umuttan doğması ve umut duymayarak ve bir
şey istemeyerek daha az acı çekme umuduyla hayatta kalmasıdır da; ve belki de, umutsuzlukta, bir şeylerin keyfini sürme ya da daha özgür, serbest olma, kendine hakim olma, kaybedecek bir şey
kalmadığından kendi yeteneğine göre hareket edebilme umudu barınmaktadır."

Leopardi'nin, bir şekilde edebi olan bu değerlendirmelerinin yanında, gayet vurucu bir değerlendirmesi daha vardır:

"Kısacası umutsuzluğun kendisi de umut olmadan yaşayamaz ve
insan umut etmese umutsuzluk duyamaz."

 Buna göre umut, umutsuzlukla ölümcül bir iş birliği içindedir, bu ikisi birbirine bağlıdır. Umut ve umutların zamanı, ergenliğin zamanıdır: Umut ve umutlar, çocuklukta doğar ve gençliğe akar; ama ergenlik, en nihayetinde, büyük yanılsamaların da zamanıdır. Hiç olmazsa mantık bunu söylemektedir; ama yürek, hayallerin ve cüretkar sezgilerin yüreği belki de farklı bir şey söylemektedir (kaldı ki her metin, hele ki Leopardi'nin metni, açık bir metindir ve Nietzsche onu çekip alarak kendi yorumuyla aydınlatır).

 "Umut, daha doğrusu bir umut kıvılcımı, bir umut damlası insanı asla terk etmez; insanın başından bu umuda en karşıt, en keskin felaket bile geçmiş olsa gene terk etmez." 

Bu muhteşem imgenin ışığında ve içeriksel izinde, her karşıtlığın ötesinde, (kanaatimce) umudun aydınlık özünü yakalayan daha başka düşünceler yatmaktadır.

Katırtırnağı'ndan / Leopardi



Ey hoş kokulu katırtırnağı, 
çöl çiçeği; sen bu ürkütücü dağın, 
soykıran Vezüv’ün çorak 
yamacındasın; salarsın yalnızlığı seven 
salkımlarını etrafa; ne bir ağacın ne bir 
çiçeğin şenlendirebileceği bu yerde, 
sadece sen varsın.

Katırtırnağı ya da Çöl Çiçeği / Leopardi



Ey hoş kokulu katırtırnağı, 
çöl çiçeği; sen bu ürkütücü dağın, 
soykıran Vezüv’ün çorak 
yamacındasın; salarsın yalnızlığı seven 
salkımlarını etrafa; ne bir ağacın ne bir 
çiçeğin şenlendirebileceği bu yerde, 
sadece sen varsın.

Seni bir başka yerde de gördüm; 
süslüyordun zarif saplarınla 
bir zamanlar ölümlülerin baş tacı 
ettikleri kentin çevresindeki 
terk edilmiş toprakları. Suskun ve 
Ağırbaşlıydı bu topraklar; sanki tanıklık 
ediyor ve anımsatıyorlardı gelip geçene 
bir zamanların koca imparatorluğunu
Bir kez daha görüyorum şimdi seni; 
İnsanlığın terk ettiği bu topraklarda;
 hüzünlü yerlerin dostu, 
mutsuz yazgıların yoldaşı olarak.
İşe yaramaz küllerle kaplı ve gelen 
geçenin ayakları altında çatırdayan, 
taşlaşmış lavlarla örtülü bu yerler 
şimdi yılanların yatağı:
Kıvrılıp yatarlar güneşin altında 
ve gene bu yerlerde tavşan, ayağının
alışık olduğu lavların içine gizlediği 
yuvasına döner. Oysa bir zamanlar bu 
yerlerde ekin tarlaları ve neşe taşan 
villalar vardı, başak sarısına boyalı; 
yankılanırlardı sürülerin böğürtüleriyle; 
parklar vardı ve saraylar; işsiz, güçsüz 
beylerin, paşaların gözde dinlenme yeriydi.
Ünlü kentler vardı. Ne ki, kendini beğenmiş 
Vezüv alev kusan ağzından çıkardığı 
lavlarla gömdü toprağa, halkıyla beraber.

Her taraf şimdi harabe. Ey soylu çiçek, 
bulunduğun yerde yeşeriyorsun; sanki 
başkalarının başına gelenlere acıyarak, 
yayıyorsun hoş bir koku etrafına, 
çölün avuntusu olarak.


Pietro Giordani’ye Mektup / Leopardi



Pietro Giordani’ye Mektup

 5 Ocak 1821

Okuyor, yazıyor ve öyle çok tasarı kuruyorum ki, taslağını çıkarmakla kalmayıp ana çizgilerini belirlediklerimi tamamlamak için bile bana dört ömrün yetmeyeceği kanısındayım. İnsani şeylerin yararsızlığını her gün, üstelik yoğun bir biçimde anlıyor, hatta hissediyor olsam da, yapılacak ne kadar çok şeyin olduğu ve ne kadar az şey yapabileceğim düşüncesi üzüp kahrediyor beni, özellikle de, yoksunluk, doğanın bana bağışladığı bu tek ömrü eylemsiz ve eli kolu bağlı hale getirdiği için. Onun ellerimin arasından kayıp yok olduğunu görüyorum; bu yüzden tasarılarım için birçok ömür gerekirken, benim neredeyse bir ömrüm bile olmayacak.

TASSO İLE CİN'İN DİYALOGU / Leopardi

Tasso ile Cin'inin diyalogundan,
Ahlaki Operetler kitabı
Giacomo Leopardi

Memorial to Torquato Tasso engraved by TC Dibdin after a 1846 painting


CİN: Can sıkıntısı nedir?

TASSO: Bana öyle geliyor ki can sıkıntısı hava gibi bir şey ve öteki maddi şeyler arasındaki bütün boş alanları ve onların her birindeki boşlukları dolduruyor. Nereden bir cisim hareket eder ve bir başkası onun yerini almazsa, can sıkıntısı hemen orayı dolduruyor. Böylece, insan yaşamının zevklerle acılar arasına konulan aralıkları can sıkıntısı tarafından işgal ediliyor. İşte bu nedenle, Peripatetikler’e göre, nasıl maddî dünyada ara verilmiyorsa, aynı biçimde, bizim yaşamımızda da, aklın herhangi bir nedenle düşüncenin kullanımına ara vermesi dışında, ara verilmiyor. Bütün geri kalan zamanda ruhun, kendi başına ve bedenden ayrı olarak değerlendirildiğinde de, kimi tutkuları içinde barındırdığı görülür, tıpkı her çeşit zevk ve acıdan yoksun olmanın can sıkıntısı ile dolu olmaya yol açtığı kimsede olduğu gibi. Can sıkıntısı da tıpkı acı ve zevk gibi bir tutkudur.

CİN : Bütün zevkleriniz de, örümcek ağları gibi, incecik, sık ve saydam olduğu için, hava nasıl örümcek ağına girerse, can sıkıntısı da tutkulara dört bir yandan öyle girmekte ve onları doldurmaktadır. Aslında can sıkıntısı deyince, zevkin doyurmadığı, acının da açıkça incitmediği saf bir mutluluk arzusundan başka bir şeyin anlaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu arzu, az önce de söylediğimiz gibi, hiçbir zaman doyurulamaz, zevk ise tam anlamıyla bulunamaz. Öyle ki insan yaşamı, denilebilir ki, kısmen acı kısmen de can sıkıntısı ile hazırlanmış ve dokunmuş olup bu tutkuların birinden kurtulmak ancak ötekine düşmekle olanaklıdır. Ve bu senin özel yazgın değil, bütün insanların ortak yazgısıdır.


Tasso in the Madhouse,
 1839 - Eugene Delacroix


TASSO: Can sıkıntısına karşı hangi ilaç yararlı olabilir?

Tasso / Leopardi

En büyük şairlerimiz arasında, iki tanesi çok mutsuzdu: Dante ve T. Tasso, Mezarları ziyaret edilebilir: Her ikisi de yurtlarının dışında bir yerde. Ya ben. Tasso'nun mezarında o kadar gözyaşı dökmüş olan ben. (...) 
(Leopardi)

Torquato Tasso Venedik'te,  Ponziano Loverini 1875



Her şey boş, bir tek acıdan başka.
Sana gözyaşı, yok başka bir şey; 
bize eşsiz aklını armağan ediyordu Tanrı; 
Ey Torquato, o zaman, ey.
Yetmedi içli şarkın avutmaya seni; 
çözülmedi buzları, duygulu ruhunun 
etrafını saran; prenslerin,
saraylıların nefret dolu ve iğrenç 
kinlerinin üzerini saran.
Aşk da seni terk ediyordu, son aldatmacasıdır 
yaşamımızın. Bir gölgeydi hiçlik gerçek ve kalıcı;
bomboş bir çöldür, dünya.
Görmedi gözlerin gecikmiş onurlu tacı;
Kazançlıydın, ama zararlı değildin ölümünle; 
dünyanın kötülüklerine tanık insan; 
ölümü ister, çiçekleri değil.

Dönmek istersen aramıza, dön; 
çık dışarı, umutsuz ve dilsiz mezarından,  
istiyorsan eğer yaşamak sıkıntıları, 
ey felaketlerin çocuğu. Yaşamımız daha 
da beter; öylesine sefil, öylesine iğrenç ki 
senin bildiğinden, ey sevgili Tasso;  
senin yanında kim olacak senden başka, 
değilsen bir başkasının umurunda?
Çılgınlıksa eğer adı büyüklük ve 
seçkinliğin; kıskançlık değil artık 
ilgisizlikse, ki daha da beteri, değerli 
kişilerin başına gelen; 
kimse bugün bile ölüm acına aptallık demez ya da 
kim kondurur sanıyorsun defne dalını
başına, geliyorsa şiir hesap kitaptan sonra....




*
Tasso için bak:

CAN SIKINTISI

Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

“Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır”

 ve gene şöyle demektedir: 

“Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak
ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”


Öyle hisler, öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

“Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, ‘her şey’ üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzere: Can sıkıntısı, “hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. 



Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçağlıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”


“Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır.”

 Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungla yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, (yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan) can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır:

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından üretilir.”

Eugenio Borgna

Kont Carlo Pepoli'ye Mektup / Leopardi



Adını yaşam koyduğumuz
bu ıstıraplı ve sıkıntılı uykuya
nasıl dayanıyorsun sen, sevgili Pepoli?
Hangi umutla besliyorsun yüreğini?
Hangi düşünce, hangi işlerle,
neşeli ya da sıkıntılı, öldürürsün

MUTLULUK

Giacomo Leopardi'nin Zibaldone'de umuda ilişkin yaptığı muhteşem değerlendirmelere
atıfta bulunmadan edemem.


"Düşünce ve öz sevgisinin, kendi iyiliğini isteme gibi, umudun da hayat duygusuna, bir diğer deyişle hayata öylesine içkin bulunan ve hayattan öylesine koparılamaz bir tutku, bir varoluş biçimi olduğu belki az, belki hiç, belki de yetersiz derecede fark edilen bir şeydir. Uyku hali vs gibi hayatın hissedilmediği durumlar haricinde, "Yaşıyorum, öyleyse umut ediyorum" çıkarımı çok doğrudur... (...) Öz sevgisi olmayan insan gibi, umudu olmayan insan da kesinlikle yaşayamaz.”

Giacomo Leopardi, fikrinin gölgeli ışıklarında, mutsuzluğun herkes için kaçınılmaz bir kader olduğunu söylemiştir. Onun sözleri, Nietzsche'nin ateşli ve kökten kararlılığıyla olmasa da, mutluluğa ihtimal tanımamaya sevk eder; bu görüşün belirtildiği Zibaldone'den şu kısmı alıntılamak isterim:

"Yaşamı her halükârda ve tüm uzantısıyla arzulamak, özetle, mutsuzluğu arzulamaktan başka bir şey değildir; yaşamayı arzulamak, mutsuz olmayı arzulamak demektir."

Çarpıcı bir kısalıkta, keskin bıçak gibi bu değerlendirme, hayatta mutluluğa ulaşmaya dair her olası yanılsamayı kesivermektedir. Mutluluk, ancak, kendi küllerinden asla doğmayan bir Anka kuşu ya da gerçekle hiçbir ilintisi olmayan hayalperest bir deneyimdir. Bu değerlendirmenin yakıcı yoğunluğunda, yaşama arzusu ve mutsuz olma arzusu arasındaki yıpratıcı denkliğe yeniden rastlarız.

Mutluluğu arzulamaya ve ona ulaşmanın imkânsızlığına dair leitmotiv; anlamları hiç tükenmeyecek olan Zibaldone eserinin daha başka simgesel kesitlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Canlı, mutluluğu asla elde edemez çünkü başka yerde de izah edildiği üzere, mutluluğun sonsuz olmasını ister, bunu diler; bu da, fiilen gerçekleşemeyecektir. Dolayısıyla canlı, arzu nesnesine hiçbir zaman sahip olmaz ve olamaz. Arzuladığı sürece de mecburen hep mutsuz olur; onu mutsuz eden, başka her nevi
mutsuzluğu bir yana bırakalım, bu boş arzunun kendisidir de; çünkü gerçekleşmemiş bir arzu, acı veren bir şeydir, dolayısıyla mutsuzluk haline sebebiyet verir. Ve ne kadar tutkuyla istenirse, o kadar mutsuz olunur.

Mutluluk sonsuzdur ve onu arzulamak insanı mutsuz eder; o halde, acıya neden olan bu kısırdöngünün kırılması için ne yapılabilir, neyin hayali kurulabilir? Ancak içimizdeki mutluluk arzusu kurursa, biraz daha az mutsuz bir hayata sahip olmamız mümkün olacaktır; bununla ilgili olarak Leopardi bir kez daha şunları söylemektedir.

"İnsan mutluluğu arzularsa, mutlu olamaz: Mutluluğu ne kadar az arzularsa, o kadar az mutsuz olacaktır; hiçbir şey arzulamazsa, mutsuz değil demektir. Dolayısıyla insan ve canlı, mutluluk düşüncesine odaklanmadığı, başka yerde söylemiş olduğum üzere eyleme ve iç ve dış meşgalelere kapıldığı ölçüde daha az mutsuz olacaktır."

Ancak her nevi mutluluk arzusundan vazgeçerek, mutsuz olmamamız mümkün olacaktır. Peki, gerçekten de böyleyse hayatı buna karşın yaşanır kılan nedir? İnsan, hangi umudu kalbinde canlı tutabilecektir? Bunlar Leopardi'nin görmezden gelmediği sorulardır elbet ve Zibaldone'nin daha başka yerlerinde keskin bir keder renginde yeniden ortaya çıkarlar.

"Mutlu olma ümidini yitirmiş olan kişi, başkalarının mutluluğunu düşünemez çünkü insan bunu, ancak kendi mutluluğunun nazarında arayabilir. Dolayısıyla başkasının mutsuzluğuyla da ilgilenemez."

O halde, kayıp umut ve mutluluklara yaklaşmayı, onlara yeniden sahip olmayı hayal etmek de mi mümkün değildir? Her ikisinden de daimi olarak vazgeçmekten başka yapacak bir şey
yok mudur? Peki, hayata geçici ve cılız da olsa ne gibi bir anlam verilebilecektir? Sadece umut, sahip olduğu gizin izinde yeniden doğarsa, daimi olarak yitirilmemiş bir mutluluğun eşiğini görür gibi olabiliriz; Leopardi'nin, umutsuzluğa kapılmamamıza yardımcı olan esrarlı ve muhteşem daha başka sözleri yok mudur? Umudu tutku olarak tanımlayan sözleri ve de bu sözleri vardır:

Umut, daha doğrusu bir umut kıvılcımı, bir umut damlası insanı terk etmez; insanın başından bu umuda en karşıt, en keskin felaket bile geçmiş olsa gene terk etmez.

Umudun gizli ve gizemli gücü, onu bir tutkuya dönüştüren bu baş döndürücü sözlerden daha iyi nasıl tanımlanabilir ki?


Eugenio Borgna

Asyalı Gezgin Bir Çobanın Gece Türküsü / Leopardi



Ne işin var? Söyle ne arıyorsun 
göklerde, suskun ay?
Doğarsın akşamları; giderek 
yükselirsin gökyüzünde, 
gözlersin çölleri, dinlenirsin. 
Usanmadın mı daha, yoksa 
gidip gelmekten uçsuz bucaksız 
bu yollardan? Sıkılmıyor musun, 
daha da mı izlemek istiyorsun 
bu vadileri? Senin yaşamına benzer 
yaşamı, günün ilk ışıklarıyla kendini 
ayakta bulan çobanın. Güder sürüyü 
tarlalar boyu; sürüler görür, pınarlar ve 
otlaklar; dinlenir akşamları, yorgundur; 
yoktur başka beklentisi yaşamdan. 
Söyle bana sevgili ay: Yarar var mı 
çobana yaşamından; sizlere 
yaşamınızdan? Söyle nolur nereye 
varacak benim bu kısa başıboş turum; 
senin ölümsüzlük yolun?

Ak saçlı bir ihtiyar gibi hasta, 
ayakları çıplak, yarı giyinik, 
ağır bir yük taşıyor 
sırtında; dağ, taş, dere, tepe, 
bayır orman, deniz koşarak;
rüzgârda, fırtınada, kavurucu 
sıcakta soluk soluğa dondurucu 
ayazda; düşe kalka bataklıklardan 
sellerden; daha, daha da hızlı 
durup dinlenmeden; 
kan revan içinde, kılık perişan; 
sonunda varacağı yere kadar 
tuttuğu yolun; o denli üzüntü 
ve yorgunluğun; yuvarlanır 
dipsiz ve korkunç kuyuya 
unutup gider her şeyi orada.
Ey eldeğmemiş ay, işte 
böyledir yaşamları ölümlülerin.

Üzüntüdür doğumu insanın, 
ölüm tehlikesi başucunda.
Istırap ve acıdır duyduğu ilk şey. 
Doğar doğmaz anası ve babası 
avutur onu doğmasından ötürü. 
Her aşamasında 
yaşamın omuz verir biri ona ve 
diğeri, tavır ve sözleriyle sürekli 
yollar arar yüreklendirerek, 
avutma insanidir.
Niçin gün ışığına koymalı 
sonradan avuntuya gereksinim 
duyacak olanı?
Yaşam ıstırapsa
niçin katlanıyoruz ona? 
Ey dünyadan habersiz ay, 
işte böyledir 
dünyası ölümlülerin.
Ne ki, sen ölümlü değilsin, 
umurunda mı sanki 
tüm bu söylediklerim.

Silvia (Leopardi'nin Penceresinden)



Bırakıp kimi zaman bir yana 
zevk aldığım çalışmaları ve terimle 
ıslattığım kâğıtlarımı; tükettim üzerinde
ilk gençliğimin ve özümün en 
güzel yıllarını; kulak verirdim 
babaevinin balkonundan 
ezgilerine ve emek isteyen işin için 
tezgâhın üstünde hızla gidip gelen 
ellerinin sesine.

Silvia'ya / Leopardi


Silvia anımsıyor musun
ölümlü yaşamında o yılları,
ışıldarken güzellik
kaçamak ve gülen bakışlarında; 
aşmaya yanaşıyordun sen 
gençlik eşiğini, neşeli ve hüzünlü?
Çınlıyordu sessiz odalar, 
civar yollar senin bitip 
tükenmeyen şarkılarınla; 
kafandaki o belli belirsiz 
gelecekten yeterince mutlu,
oturduğunda kadınlara özgü işinin 
başına. Mayıstı, çiçek kokulu ve sen 
hep böyle geçirirdin günlerini.
Bırakıp kimi zaman bir yana 
zevk aldığım çalışmaları ve terimle 
ıslattığım kâğıtlarımı; tükettim üzerinde
ilk gençliğimin ve özümün en 
güzel yıllarını; kulak verirdim 
babaevinin balkonundan 
ezgilerine ve emek isteyen işin için 
tezgâhın üstünde hızla gidip gelen 
ellerinin sesine. İzlerdim duru dingin 
gökyüzünü, altına bulanan yollar ve
bostanları; bir yandan deniz
ve bir yandan dağlar; ölümlü dil
söyleyemez içimde duyduklarımı.

Leopardi Kitaplığı


Leopardi yaşamını "baba ocağı"nda, babası Monaldo'nun miras bıraktığı olağanüstü kitaplıkla, Eski Yunan ve Latin klasiklerini okuyarak sürdürüyordu. Babasının kitaplığına bütün İtalyan edebiyatı ve Fransız edebiyatı eklenmiş, ama romanlar ve genel olarak yeni yayınlar bütünüyle bir kenara, kız kardeşi Paolina'nın ilgisine terk edilmişti ("şu senin Stendhal'in" diye yazıyordu kız kardeşine).



Leopardi, bilim ve tarihe yönelik son derece canlı ilgileri için de, hiçbir biçimde güncel olmayan metinlere başvuruyor; kuşların özelliklerini Buffon'dan, Frederick Ruysch'un mumyalarını Fontenelle'den, Kolomb'un yolculuğunu Robertson'dan okuyordu.


*
Calvino
Klasikleri Niçin Okumalıyız?


*Bu arada Stendhal ve Leopardi 1832'de Floransa'da karşılaşırlar.


Anılar / Leopardi


Büyükayı’nın sevimli yıldızları, 
bir daha döneceğimi sanmıyordum, günlük 
yaşamın uğraşı içinde, babaevinin bahçesine; 
izlemek için uzaktan ışıl ışıl yanan sizleri 
ve konuşmak için sîzlerle çocukluk yıllarımı 
geçirdiğim, coşkularımın son bulduğu bu evin 
penceresinden. Ne çok imge, ne kadar çok 
masal uydurdum kafamdan, baktıkça yüzünüze 
ve etrafınızda yanan kor ateşe! Oturmuş  
bahçedeki çimlerin üzerine, suskun, 
geçiriyordum akşamlarımın büyük bölümünü, 
bakarak gökkubbeye, dinliyordum uzaktan 
gelen kurbağa seslerini. Ateşböceği
dolaşıyordu tarhların üzerinde, çitlerde; 
hışırdıyordu rüzgârda yol boyu kokulu ağaçlar 
ve ormandaki selviler. Sesler yankılanıyordu, 
geliyordu kulağıma babaevinin çatısı 
altından; hizmetçilerin her zamanki gürültüsü 
mutfaktan: Ne sınırsız düşünceler, 
ne tatlı düşler çağrıştırıyordu uzak 
deniz ve gök mavisi dağlar buradan 
bakıp ayrımına vardığım; bir gün aşmayı 
düşündüğüm; görkemli dünyalar, sonsuz 
mutluluklar tasarlayarak kafamda yaşamla
ilgili! Habersiz kara talihimden ve kim bilir
kaç kez istedim, seve seve dönüştürmeyi 
ölüme bu bomboş, ıstıraplı günlerimi.


Demiyordu yüreğim geçirmeye mahkûm 
olacağımı bir gün, doğduğum bu köylük yerde, 
gençlik yıllarımı; duymadıkları isimleri, bilim 
ve öğretileri eğlence konusu eden kaba ve yabanıl insanlar 
arasında. Kaçıyordu bu insanlar, 
nefret ediyordu benden; beni kıskandıkları için değil, 
çünkü görmüyorlardı daha yüksek beni 
kendilerinden, ama düşünürlerdi 
benim kendimi böyle sandığımı, belli etmediğimi 
dışarıdan. Böyle geçiyor yıllarım:
Terk edilmiş, tanınmaz biri olarak, sevgiden yoksun, 
kupkuru bir yaşam içinde; kötülüğümü isteyen 
insanlar arasında duyumsayarak kendimi; 
istemeye istemeye uzlaşılamaz biri oluyorum 
giderek ve yitiriyorum anlayış, acıma duygumu, 
insanlar arasında olması gereken ve bakarak 
çevremdekilere, küçümsüyorum tüm insanları.
İşte böylesi bir ortamda kaçırıyorum gençliğimi 
ellerimden. Daha değerlisin sen ünden, şöhretten 
ve parlak gün ışığından, soluduğumuz havadan: 
Seni kaybediyorum boşu boşuna, tadına varmadan 
bu insanlık dışı ortamda acılar arasında.
Ey bu kupkuru yaşamda açan tek çiçek!

Yalnız Serçe / Leopardi

Recanati'deki Yalnız Serçe Kulesi 
ismini Leopardi'nin şiirinden almış:



Yalnız serçe kalkarsın eski kulenin

tepesinden; yol alırsın. Gün batıncaya kadar,

uçsuz bucaksız kırlarda şarkılarınla;

yankılanır sesin vadide. Işıldar her yerde

ilkbahar, coşku içindedir kırlarda;

duygulanır insanın yüreği derinden bakınca.

duyarsın sürüleri melerken, sığırlar böğürürken;

kuşların cıvıltısını yarış içinde; sayamazsın

attıkları turları sınırsız göklerde,

kutlarken neşe içinde sürekli en güzel

yıllarını. Sen oysa bir kenarda

düşünceli, izlersin olup biteni; yoldaşın

yok; uçmaya gönül hiç yok; umurunda

değil eğlence, aldırmıyorsun oyuna; şarkı

söylüyor ve geçiriyorsun bu şekilde

en güzel günlerini yılın ve ömrünün



Ah! Ne kadar çok benziyor

yaşam tarzın yaşam tarzıma! Zevk

Andre Gide / Leopardi



 Çalışma odasında sanat eseri bulunmayacak ya da çok az ve çok ciddi şeyler olacak
(Boticelli olmaz) Masaccio, Michelangelo, Raphaelo’nun Atina okulu; ama daha iyisi
birkaç portre veya birkaç maske: Dante’nin, Pascal’in veya Leopardi'ninki; Balzac'ın fotoğrafı...


*
Yazı: 
Gide / Günlük
Fotoğraf: 
Gisele Freund / Gide, Leopardi'nin Ölüm Maskı altında






Parçalar / Leopardi

Ne mutlu sana, gözyaşların yaşamının
kaynağı. Sarıp sarmaladı bizi
kanatlarıyla bezginlik; beşikten mezara
başımızın ucundan ayrılmadı hiçlik...





Nedir ki yaşamı ölümlülerin, bir
oyundan başka... yoksa gerçek daha mı az
aldatıcıdır sence yalandan?





Belki de acı, ıstırap ve
mutsuzluğumuz tanrılar için
boş zamanlarında iyi bir eğlence.





Kanat çırpsın etrafımda açgözlü kara akbaba;
yem olsun adsız cesedim vahşi hayvanlara; dövsün
bulutlar, dağılsın parçaları sağa sola yağmurda,
silinsim adım, sanım yeryüzünden rüzgarla.




...giz dolu her şey; ıstırabımızın
dışında. Ağlamak için doğduk,
bir üvey evlat gibi; nedeni tanrıların
aklında gizli. Ey arzuları, umutları
ilk gençlik yılarının!



Ne ki, dış görünüşe, güzellere, sonsuz
bir iktidar verdi Babamız, insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister usta, liriyle, türküsüyle;
parıldamıyor erdem çirkin bedende.


Ölüler Korosu / Leopardi


Ey tek ebedi olan dünyada 
her canlı varlığın yöneldiği ölüm, 
sende dinlenir bizim 
ruhtan yoksun varlığımız, 
hoşnut değil, ama kurtulmuş 
eski acıdan. Götürüyor 
bilinmeze bu ağır düşünce bizi 
karmakarışık akıldaki koyu bir gece gibi: 
tükendiğini hissediyor çorak ruh 
umutlanma, arzulama gücünün: 
kurtuluyor böylece acıdan, korkudan 
ve eriyor boş, ağır 
ve sıkıntısız zaman.
Yaşadık: bir süt çocuğunun ruhunda 
korkunç bir larvadan 
ya da korkulu bir rüyadan
nasıl karanlık bir anı kalırsa; 
öyle kalıyor bizde bu anısı da 
hayatımızın. Ama anı uzaktır
korkudan. Ne olduk?
Ne oldu yaşam adını alan 
o acı zaman parçası?


Bizim düşüncemize göre, bugün, 
yaşam gizemli, hayranlık verici, 
ve görünmektedir bilinmeyen ölüm 
canlıların onu düşündüğü gibi.
Nasıl kaçıyorsa ölümden yaşarken 
öyle kaçıyor şimdi de yaşam ateşinden 
bizim bilinmeyen varlığımız, 
hoşnut değil, ama emin 
yazgının engellediğinden 
mutlu olmasını ölümlülerin ve ölülerin.

Leopardi & Ranieri



Leopardi on his deathbed, 1837.


"Neydi zaman içinde kaybolan 
Adına hayât denen o acı an?"

Leopardi 14 Haziran 1837'de Napoli'de yakın dostu Ranieri'nin evinde ölür.  Ranieri ile 1830'da başlayan, 1833'te birlikte Napoli'de aynı evde yaşamaya başlamaları ile perçinlenen dostlukları Leopardi'nin ölümüne dek sürer: 

“Artık oldukça yorgun ve tükenmiş kesik kesik bir sesle doktoruyla sinirlerinin bozuk olduğunu; bunu diyet ve hava değişimiyle bir ölçüde giderebileceğini tartışıyordu. Doktor beni bir tarafa çekerek hemen bir rahip bulmamı tembih edince ben de yakındaki Agostino Scalzi Manastırı’na peş peşe adamlar yolladım. Bu arada bizimkiler etrafına toplanmıştı. Paolina, o geniş alnından aşağıya inen terleri siliyordu. Gözlerini gereğinden fazla açarak bana: -Seni göremiyorum dedi. Ve son nefesini verdi. Nabzı atmıyordu artık. O anda Peder Felice girdi. Bense yüksek sesle ‘Dostum, kardeşim, babam!’ diye» bağırıyordum.”