Sanat Konusunda Küçük Ders Notları (Ferit Edgü)



Hiçbir sanatçı, hiçbir sanatçıyı aşamaz.
Onun yarışı kendi kendisiyledir.
Yolunun üstündeki engelleri aşmak.
Belki yalnızca bu.


*

- Bir şiiri, bir yazıyı, bir resmi anlamadığınız zaman ne yapıyorsunuz?
- Goethe'nin dediğini. Karanlık ve karışık olan benim kafam mı,
 yoksa sanatçınınki mi, ona bakıyorum 



*


Resim konusunda:
1. aşama: Resme bakmak
2. aşama: Resmi görmek
3. aşama: Resmi duymak
4. aşama: Resmi dinlemek
5. aşama: Resmi okumak
6. aşama: Resim.



*

İslamın resmi yasaklamış olması - 
Peki, İslam romanı da yasaklamış mıydı?
Niçin XIX. yüzyıla değin İslam toplumlarında,
bu arada Türkiye'de roman yok.


*


Hiçbir manzara resmi,
ne de bir interiur
bir çıplak kadar heyecanlandırmaz beni.
Anatomi değil,
ışık, doğa, aşk, meşk, her şey oradadır.
Tüm dünya. Tüm doğa.
Tüm tarih. Hatta coğrafya.
İnsanoğlunun tüm haritası.



*


Varoluşçu resim olabilir mi?
Hem de nasıl!
İşte Van Gogh. İşte Munch.
Onlar, varlığın tüm yükünü taşıyorlardı.
Umudu ve umutsuzluğu.
Boğuntuyu ve bunaltıyı.
Sanrıları. Deliliği.
Yaşamı. Ölümü.
Yaşamın hiçliğini.
Ölümün sonrasızlığını.
Okumasını biliyorsanız
onların renklerinin, biçimlerinin ötesinde
bunları okursunuz.



*


Bir vahşet gravürünün altında, el yazısıyla
"Bunu gördüm" yazıyordu.
Bordeaux'da sürgünde öldü. Kulakları nicedir
hiçbir sesi duymuyordu.
Efsaneye göre, yüzyıl sonra, İspanya'ya getirilmek üzere
mezarı açıldığında, içinde iki iskeletin yattığı görülmüş.
Goya'dan söz ediyorum.
İskelet konusunda, Gogol içinde aynı şeyi söylerler. 




*

Resim sanatında 
didaktik hiçbir şey yok.
Her şey diyalektik.


*

Resim de okunabilir.

*

Resimdeki imlerin kendilerinden başka anlamları yoktur.


Resim de ezber olmaz.

*

Her resim bir kültürü yansıtır. İster istemez.
Ressamın içinden çıktığı toplumsal kültür kadar
ressamın gönül verdiği kültürü de.

*

Evet, her yaşam bir romandır.
Ama hiçbir zaman tablo değil.

*

Ressam sessiz konuşur.


*


Cezanne bir gün Monet'ye
Salon'a (Devlet sergisine)
bir oturak göndermek istediğini
söylemiş.
Yaklaşık kırk yıl sonra
Urinoire ile Duchamp
bunu gerçekleştirmiş.


Kavafis (İki Şiir)







Gözüm işimin üstünde, seviyorum onu
Ama bugün kompozisyonun ağır gitmesi hevesimi
                                                                     kaçırdı.

Gün etkiledi beni. Karardıkça
 kararıyor hava. Bir yağmur, bir rüzgar.
Konuşmak değil, seyretmek istiyor canım.
Bu resimde şimdi, çeşmenin yanına uzanmış
güzel bir delikanlıya bakıyorum,
koşmaktan bitkin düşmüş olacak.
Ne güzel bir çocuk: tanrısal bir öğle
tatlı uykulara sürüklemiş onu-
Oturuyor, öylece bakıyorum bir süre.
Ve işte resim sanatı ki yeniden soluk veriyor bana.
 (Resim Sanatı)








Bu açık saçık fotoğrafta, sokakta
(gizlice satılan polisten)
ne arıyor bu rüya gibi yüz?
Nasıl girdin buraya?

Ne rezil, ne pespaye yaşamın var kim bilir?
Ne iğrenç bir yerde poz verdin?
Nasıl ucuz bir ruhun olmalı!
Daha beteri olsan bile,
rüya bir yüzsün yine de benim için, 
hazza adanmış, bir Yunanlının
yaşayacağı türden, onun için yaratılmış-
böyle kalacaksın hep benim için, böyle yazacak seni şiirim.
(Fotoğraf)

Barthes'ı Hatırlamak




Roland Barthes geçen hafta öldüğünde altmış dört yaşındaydı; yazarlık mesleğiyse bu yaşın düşündüreceğinden daha kısaydı, çünkü Barthes ilk kitabını yayımladığında otuz yedisine varmıştı. Bu geç başlangıcın ardından pek çok kitap, pek çok konu geldi. İnsana herhangi bir şey üzerine fikir üretebileceği duygusunu veriyordu Barthes. Bir sigara kutusunun karşısına oturmaya görsün; bir, iki, derken pek çok fikir sökün ederdi aklına- küçük bir deneme. Bilgi meselesi değildi bu. (ele aldığı konulardan bazıları hakkında fazla bir şey biliyor olamazdı); daha çok bir uyanıklık, bir kez dikkatin akışına girdi mi, bir konu üzerine düşünülebileceklerin hızla yazıya geçirilmesi meselesiydi. Görüngüleri yakalayabileceği ince bir sınıflandırmalar ağı vardı onun.

Gençliğinde üniversitede bir tiyatro grubu kurmuş, oyun eleştirileri yazmıştı. Yazarlık mesleğini var gücüyle uygulamaya başladığında, tiyatrodan arta kalan bir şey, görünümlere olan derin bir sevgi, yapıtlarını renklendirdi. Fikirleri duyumsayışı her zaman dramatürjikti: Fikirleri başka fikirlerle yarış içindeydi. Kendi içine kapalı Fransız entelektüel sahnesine atılarak geleneksel düşmana karşı savaş açtı: Flaubert'in "edinilmiş fikirler" dediği ve "burjuva" düşünce tarzı diye bilinen şeye; Marksistlerin sahte bilinç nosyonuyla, Sartrecılar'ın da kötü inanç nosyonuyla suçladıkları, klasik edebiyat eğitimi görmüş Barthes'ınsa doxa (güncel görüş) yaftasını yapıştıracağı şeye karşı.

Savaştan sonraki yıllarda Barthes, Sartre'ın ahlakçı sorularının gölgesinde, edebiyatın ne olduğuna ilişkin manifestolar (Yazının Sıfır Derecesi) ve burjuva kavminin putları üzerine nükteli portrelerle (Çağdaş Söylenler'de toplanan makaleler) yazarlığa başladı. Barthes'ın bütün yazıları polemiklidir. Ama onun mizacındaki en derin dürtü, savaşkanlık değildi. Kutlayıcılıktı. Barthes'ın anlamsızlık, duygusuzluk, ikiyüzlülük karşısında hemen kabarmaya hazır, her şeyin iç yüzünü sergilemeye yönelik saldırganlığı yavaş yavaş yatıştı - giderek övgüler düzmeye, tutkularını insanlarla paylaşmaya yöneldi. Kutlamaların, zihnin içtenlikli oyunlarının sınıflandırılmasında uzman oldu Barthes.

Onu büyüleyen şey zihinsel sınıflandırmalardı. Bu nedenle Sade, Fourier, Loyola adlı saldırgan kitabı yazdı; kitapta bu üç kişiyi gözü pek fantezi savunucuları, kendi saplantılarının saplantılı sınıflandırıcıları olarak yan yana koyar; bu kişileri karşılaştırılmaz kılan özne ile ilgili tüm sorunları bir kalemde silip atar. Zevkleri açısından Barthes (Paris'te Robbe Grillet ve Philippe Sollers gibi edebiyattaki modernizm tanrılarına yan tutar biçimde savunuculuk yapmış olmasına karşın) modernci değildi, ama uygulamada modernciydi. Demek istediğim, sorumsuz, şakacı ve biçimciydi - edebiyatı, edebiyattan söz ederken yapıyordu. Bir yapıtta onu heyecanlandıran şey, yapıtın savundukları, içerdiği öfkeyi dışa vuruş sistemleriydi. Sapkınlıkla ilgilenmeyi kendine görev edinmişti (sapkınlığın özgürleştirici olduğuna inanan o modası geçmiş görüşten yanaydı).

Yazdığı her şey ilginçti -canlı, hızlı, yoğun, keskindi. Kitaplarının çoğu denemelerden oluşur. (Bunun istisnalarından biri, yazarlığının ilk yıllarında Racine üzerine yazdığı polemikli bir kitaptı. Akademik gerekleri yerine getirmek için yazdığı, moda reklamcılığının göstergebilimini konu alan alışılmadık açıklık ve uzunluktaki bir kitap da, birkaç usta denemenin özünü taşıyordu.) Gençlik yapıtı sayılacak hiçbir şey üretmedi; o zarif, kılı kırk yaran ses ta başından beri mevcuttu. Ama ritmi son on yılda ivme kazandı; her yıl ya da iki yılda bir yeni bir kitap ortaya çıkarıyordu. Düşüncelerinin ivmesiyse daha hızlıydı. Son kitaplarında deneme biçimi de parçalandı - denemecinin ben'iyle ilgili suskunluğu delindi. Yazılarına, bir not defterinin özgürlükleriyle tehlikeleri karıştı. S/Z'de, Balzac'ın kısa romanını, sebatkar bir hünerle cilalayıp metinleştirerek yeniden yarattı. Bir de şunlar vardı: Sade, Fourier, Loyala'ya yaptığı Borgesvari göz kamaştırıcı ekler; özyaşamöyküsüyle ilgili yazılarında, metinle fotoğraflar, metinle yarı gizli göndermeler arasındaki alışverişin kurmaca ötesi kargaşası; iki ay önce yayımlanan, fotoğrafla ilgili kitabında yanılsamayı kutsayışı.


Üstün İnsan & Sanat (Fernando Pessoa)


*
Üstün İnsan Üzerine


Üstün insan için başkaları yoktur. O, kendinin başkasıdır.
Var olan her insan Ben'dir. Bütün toplum benim içimdedir. Ben kendimin en iyi dostu ve en amansız düşmanıyım. Gerisi -dışarda olan- ovalar ve dağlardan insanlara ve [...] dek, bütün bunlar Manzara'dan başka bir şey değildir.

Çalışmanın ve çabanın en büyük kusuru, bir alışkanlık halini alabilecek olmasıdır... Eylemsizlik de aynı kusurdan mustariptir. O da bir alışkanlık olmaya yönelir. Ne alışkanlığı, ne görüşü, ne da sabit bir kişiliği olmak, yüksek insanın tam tersidir...

Sabit bir karaktere, belirgin alışkanlıklara, değişmez görüşlere sahip olmak, kendine ait olmaktır. Biz daima görüş değiştirmeli, karakter ve tasarı değiştirmeliyiz, bu görüş ya da bu [...] başkasınınkiyle asla çakışmamalıdır.


 Üstün insanın görevi, dış dünyanın var olduğunu unutmaktır.


Epikürcülük feragat etmektir...


Tek mutlu insan hiçbir şeyi ciddiye almayandır.


 Biyolog Haeckel vaktiyle ortaya attığı ve gayet sağlam temellere dayalı hipotezinde maymunla normal insan arasındaki farkın, normal insanla dahi insan arasındaki farktan daha az olduğunu ileri sürdü.

Kesin olan şey, bir işçi ile maymun arasındaki farkın, bir işçi ile gerçekten eğitimli biri arasındaki farktan daha az olduğudur..

Halk eğitilemez, çünkü o zaten halktır. Eğer birey yapılabilseydi eğitilirdi, ama o zaman da artık halk olmazdı.

  Üstün varlıkların bu sanatı halk için değil midir? Elbette hayır - ne bu sanat ne de herhangi bir gerçek sanat halk içindir. Geride kalan her sanat eseri aristokrasi için, seçkinler için yapılmıştır - toplumun tarihinden kalan şey sonuçta budur, çünkü  halk geçip gider, hatta geçip gitmek onun görevidir.

Halkın düşünsel niteliği, bilimden ve doğal yasalardan nefret etmesidir. Halk mucize ister, bundan anlar. Mucize Lourdes Bakiresi'nin ya da Fatima'nın eseri de olabilir, Lenin'inki de - tek fark budur. Halk, temelde gericidir; kökten ve çaresizce gericidir. Liberalizm aristokratik bir kavramdır ve sonuç olarak demokrasiye tamamen karşıttır.

Burada duralım. Beyazlarla Siyahlar arasındaki gibi tamamen dışsal ayrımları ortadan kaldıralım. Gerçek farklılık başka bir düzeydedir. Kitle ile bireyler arasındadır.

...





*
Sanat Üzerine


Sanat yapay ve samimiyetsizdir; ahlak doğal ve samimidir.

Sanatın azami doruk noktası dramatik şiirdir - yani bizim hissetmediğimiz şey, bizim konuşmadığımız bir dilde yazılmış olan.

Sanat, duyumsallığın en yüksek ve en incelikli biçimidir. Sanatçıyla kitle arasındaki ilişki, çiftleşen erkekle kadının ilişkisine benzer. Sanatsal yaratı bir güç ve sahiplenme kanıtıdır; sanatsal seyir, tamamen pasifliğin verdiği zevktir.

 Bu nedenle, rafine estet genellikle cinsel bakımdan eşcinseldir. Bu özellikle yaratıcı estet için geçerlidir; çünkü yaratma edimi, estetik duyunun, var olma kapasitesine doğru taşma noktasına varacak kadar şiddetlenmesi demektir.

Zevk, dekadan ruh için, varoluşun boşluğunu doldurmaya, ıstırap olarak değil ama sıkıntı olarak ağırlık oluşturmasını engellemeye yarar; bu sıkıntı, uzayıp giden mutluluktan doğabileceği gibi, çabucak meydana gelerek bizi yoran ıstıraptan da doğabilir.

Depresif duygular (özellikle coşturucu bir faktör içerdiklerinde), ruhumuzu bunaltabilecek en berbat duygular olsalar bile, daha az sanatsal ilgi uyandırmaz; çünkü okurken hissedilen kaygı, kişisel olarak yaşanan gerçekliğe eşlik eden fiziksel depresyon olmadan, buna özgü tüm heyecanı uyandırır.

 Sanatçılarla on beş dakika geçirdikten sonra, gayet insan bir arabacıyla birbirimize "İyi akşamlar!" deme ayrıcalığı ne özgürlük!


 Sanat başkalarını oyalamak için ve bizi -ancak bu şekilde meşgul olan bizi- meşgul etmek için buradan doğar. Eğer hakikat inkar edilirse, tek eğlencemiz yalan kalır.

...

Erotizm = Cinsellik + Zeka, Gözler + Zeka, Dil + Zeka, Parmaklar +Zeka, Zeka, Hipofiz + Zeka


Sebastiane (1976, Derek Jarman)






formül, Cortazar'dan





Paris ('te) Akşam (Buluşma)ları

28 Ağustos 1979

Oldum olası öğleden sonraları çalışma güçlüğü çekerim. Altı buçuğa doğru rasgele çıktım; Rennes caddesinde yeni bir jigolo gördüm, saçlar yüzüne dökülmüş, kulağında ince bir küpe var; B. Palissy sokağı tümüyle tenha olduğu için birbirimizle konuştuk; adı Françoisy'dı; ancak otel doluydu; ona para verdim, bir saat sonra randevuya geleceğine yemin etti ve tabi ki gelmedi. Kendi kendime acaba gerçekten hata mı ettim diye soruyordum (herkes, bir jigoloya önceden para vermek ha! diye haykıracak), sonra kendi kendime dedim ki, aslında madem ki onu o kadar çok istemiyordum), sonuç aynıydı; yatmış olsam da olmasam da saat sekizde kendimi yaşamımın aynı noktasında bulacaktım; ve ben basit bir göz göze gelme ile, bir konuşma ile cinsel olarak uyarıldığıma göre, bu zevkin karşılığını ödemiştim. Daha sonra akşamın ilerleyen saatlerinde, Le Flore'da, masamıza pek uzak olmayan bir yerde bir başka jigolo görüyorum, ortadan ayrık uzun saçlarıyla bir melek gibi; ara sıra bana bakıyor; bembeyaz, göğsüne kadar açık uzun gömleği beni çekiyor; Le Monde okuyor ve Ricard içiyor, sanırım; gitmiyor, en sonunda gülümsüyor bana; koca koca elleri var, bu eller onun yumuşaklığı ve geri kalan görüntünün inceliğiyle bağdaşmıyor; ben jigoloyu ellerinden tanırım (sonunda bizden önce kalktı; durduruyorum onu, gülümsüyor çünkü ve belirsiz bir randevu alıyorum.)  



12 Eylül 1979... Saint Michel'den ve Saint Andre des Arts sokağından yürüyerek eve döndüm; hala - yorgun olmama karşın - delikanlı yüzleri görmek istiyordum; ama o kadar çok genç vardı ki bu durum canımı sıkmıştı. Le Dauphin hemen hemen bomboştu; yalnız terasın bir ucunda zenci bir delikanlı oturuyordu, elleri ince uzundu, kısa kırmızı ceketi vardı.



14 Eylül 1979... Saint Germain'e gelirken, Drugstore'dan biraz yukarıda çok yakışıklı beyaz bir jigolo beni durduruyor; güzelliği, ellerinin inceliği beni şaşkınlık içinde bırakıyor, ama yılgın ve yorgun olduğumdan ileriki bir tarihe randevu veriyorum. Le Flore'da yanımda Laos'lu iki yaratık var, biri fazlasıyla efemine, öbürü "oğlan" görünümüyle hoş duruyor: Sevimli küçük bir sohbet, ama ne yapılabilir ki? (Hala yorgunum, gazete okumak istiyorum). Gidiyorlar. Güç bela, migrenden sersemlemiş bir halde eve dönüyorum; bir Optalidon aldıktan sonra Dante'yi okumaya devam ediyorum.




17 Eylül 1979


Dün pazardı, Olivier G. öğle yemeğine geldi; normalde, aşık olduğumu kanıtlayan bir özen gösterdim onu beklerken, buyur ederken. Ama, daha yemek başlar başlamaz çekingenliği ya da araya koyduğu mesafe beni korkutuyordu; ilişkiden kaynaklanan hiçbir mutluluk yoktu - tam tersine. Öğle uykusuna yattığım sırada yanıma yatağa gelmesini söyledim, çok kibarca geldi, yatağın kenarına oturdu, resimli bir sanat kitabı okudu; kolumu ona doğru uzatsaydım, bedeni ulaşamayacağım kadar uzaktaydı, hiç kıpırdamıyordu, içine kapanıktı, hiçbir sevgi belirtisi yoktu; zaten hemen öbür odaya gitti. Bir tür üzüntü kapladı içimi, ağlamak istiyordum. Oğlanlardan vazgeçmem gerektiğini açıkça görüyordum; çünkü onlar bana karşı hiçbir arzu beslemiyorlardı, ben de kendi arzumu kabul ettirmek için ya gereğinden çok titiz ya da gereğinden çok beceriksiz davranıyorum; bu benim tüm flört girişimlerimle ortaya çıkmış kaçınılmaz bir olgu; hüzünlü bir yaşamım var ve son olarak canım sıkılıyor, bu ilgiyi ya da umudu yaşamımdan çıkarmam gerek. (Dostlarımı bir bir ele alsam -artık genç olmayanlar dışında -, her seferinde bir başarısızlık söz konusu olduğunu görüyorum: A.,R, J.-L., P., Saül T., Michel D. - R.L., çok kısa, B.M. ve B. H., arzu yok, vb.) Geriye de yalnızca jigololar kalıyor bana. (Peki ama dışarı çıktığım zamanlar ne yapacağım? Sürekli olarak genç erkekler dikkatimi çekiyor, onlarda arzulanacak bir şeyler buluyorum hemen, onlara aşık olmayı arzuluyorum hemen. Ne olacak dünyanın  görünümü bundan sonra benim için?) - O. için biraz piyano çaldım, isteği üzerine, o andan başlayarak artık kendisinden vazgeçtiğimi biliyordum; her zamanki gibi o çok güzel gözleriyle bakıyordu, yüzü tatlıydı, uzun saçları ona bu tatlılığı vermişti: Nazik ancak ulaşılmaz ve gizemli bir varlıktı, ama aynı zamanda hem tatlı hem de mesafeli biriydi. Sonra çalışmam gerekiyor diyerek onu gönderdim; artık bitmiş olduğunu ve bu çocuğun ötesinde bir şeyin, bir delikanlının aşkının da bitmiş olduğunu biliyordum.


Jean Genet'nin Eserlerinde Penis ve Anüs


1950 yılında çektiği Un Chant d' Amour ve 1950'li yılların ortalarında filmlerinin yeniden dirilişi arasında geçen sessiz dönemde, Genet'nin yapıtlarındaki müstehcenlik ve pornografi büyük ölçüde kaybolmuştu. O döneme kadar, Genet'nin eserleri devasa penislere sahip olan ve bu bedensel üstünlüklerinin kendilerine kendi doğrularını belirleme hakkı verdiği karakterlerle donatılmıştı. Aynı şekilde, Genet'nin yoğun bir cinsellik içeren sahnelerinde de (Çiçeklerin Meryem Anası'nda Seck Gorgui'nin, aynı anda Divine ile cinsel birleşme yaşayan Çiçeklerin Meryem Anası'yla eşcinsel ilişkiye girdiği sahne gibi) anüs, -şeffaf bir araç, kırılgan bir paravan ya da şiddetle delinen bir göz olarak -ihtişamlı ve belirleyici bir unsur olarak vurgulanıyordu.

1940'lı yılların şartları göz önüne alındığında, Genet'nin romanları Fransa'da büyük bir şaşkınlık yarattı. Genet'nin konumundaki hiçbir yazar, beyaz ve siyah erkekler, Nazi askerlerle Fransız milisler ve yaşayanlarla ölüler arasındaki eşcinsel birleşmelere ayrıntılı biçimde yer vererek, müstehcen veya aykırı kabul edilen alanlara pervasızca adım atmamıştı. Cenaze Töreni'nde, bir Fransız delikanlısıyla yaşadığı yoğun cinsel ilişkiyi Hitler'in kendi ağzından anlatan bölümler okuyucuyu afallatmış ve dehşete düşürmüştü. Ama hepsinden önemlisi ( 1960'larda cinsellik alanında dünya çapında bir etki yaratan ve ABD'de eşcinsellere özgürlük hareketinin miadı sayılabilecek) 1969 New York Stonewall isyanının ve yine aynı dönemde Tokyo'nun Shinjuku bölgesinde yaşanan cinsel özgürlükçü ve devrimci deneyimin en büyük ilham kaynaklarından biri, suçlu aşıklarının penislerini saplantı haline getiren Divine figürüydü.


Genet'nin cinsel edimlerinin kaynaklandığı dürtüler, akıllardaki cinsellik imgelerini değiştirerek müstehcenlik ve pornonun tanımlarını sarstı. Başta ABD olmak üzere, Genet'nin eserlerine karşı başlatılan sansür ve hukuki engelleme girişimleri, girişimde bulunan kurum ve iktidarların baskıcı yapısını, onları alay konusu haline getirerek gözler önüne serdi. Genet'nin, eserlerine karşı uygulanan yasaklama girişimleri karşısında takındığı tavır, sansür organlarını daha da hiddetlendirdi; Genet, durum karşısında oldukça kayıtsız (her şeyden öte, Genet, eserlerinin pornografik olarak nitelenmesi ve başta kendisi tarafından kışkırtıcı bulunma arzusundaydı) davranarak, eserlerini dava edenleri usançla hor görüyordu. Genet'nin müstehcenliği, iktidar sistemini, özgürlükçü veya çürütücü bir şekilde sorguluyor ve altüst ediyor; pornografisi ise, toplumsal düzenle daimi çatışmasının farklı bir boyutunu oluşturuyordu.

Genet'nin romanlarında, penis baskındır. Kalın üniformanın, takım elbisenin veya başka bir giysinin altından kendini belli eden muazzam bir büyüklüğe (romanların el altından satılan ilk baskılarında, karakterler tanıtılırken, penislerinin tam ölçüsü de verilmekteydi) sahiptir; ağza ya da kıça yöneldiğinde meni salgılar ve müthiş bir şekilde boşalır. Penis, ne zaman ceza gerektiren bir suç ya da ihanet gerçekleşecek olsa sertleşerek, suçluluğu ve aykırılığı pekiştiren görkemli bir varlık halini alır; Genet, roman karakterlerinin penislerini, şehrin karanlık bölgelerinde, demiryolu viyadüklerinin altında ve okyanusa nazır umumi parklarda serbest bırakır. Genet'nin kendisinin de anlatıcı sıfatıyla dahil olduğu romanlarda, penis, saklı olduğunda bile daima üstün bir mutluluk kaynağıdır: Diğer tüm kaygıları siler ve dünyayı oburca içine çeker.


Un Chant d'Amour (1950, Jean Genet)

Un Chant d'Amour'daki karakterler, tek işlevi hapsedilmiş insanların cinsel saplantıları ve çapraşık iktidar ilişkilerine dekor oluşturmak olan karanlık duvarların ardındaki mahkumlardır. Filmde cezalandırılmaya dair hiçbir iz ya da davranış yoktur; gardiyanlardan mahkumlardan birini tartaklaması ve silahını ağzına sokması bile iki hücreyi ayıran duvardan mucizevi bir şekilde açılmış bir delikten, bir kamış aracılığıyla ağızdan ağza üflenen sigara dumanı ya da bitişikteki hücrede kalan mahkumun dikkatini çekmek için duvara vurulan bir yumruğun ve sertleşmiş bir penisin kullanılması gibi, mahkumların seksüel uyarılma ve çaresizlik belirten diğer jestleriyle iç içe geçen esrik bir cinsel edim olarak verilir. Filmdeki en acımasız şiddet eylemleri baştan çıkarmaya dair sahnelerdedir. Gardiyan, cezaevi koridoru boyunca yürürken bir mazgaldan diğerine geçtikçe, kışkırtıcı ve arsızca cinsel pozlar takınan mahkumlar görür; her mahkum kendine, hapishanedeki toplumsal cezanın ulaşamadığı bir dünya yaratmıştır. Fakat filmde, hapishane ile yaşamın tekdüzeliği, tekrardan ibaret oluşu da vurgulanır; (Genet'nin Montmartre günlerinden kalma ortağı tarafından canlandırılan) Kuzey Afrikalı bir mahkum, (Lucien Senemaud'un canlandırdığı) daha genç ve kibirli bir mahkumu sigara ikramıyla cezbedip ayartmakta başarılı olduğu zaman dahi baştan çıkarmanın sürekliliği için yeni bir yol bulmaya çalışmanın gerginliğiyle yumruğunu avucuna vurmaya devam eder. Filmdeki her sahne cinsel haz ile iktidarsızlık arasındaki salınımı vurgular.

Papatakis'in tuttuğu tasarımcıların gece kulübünde kurduğu cezaevi hücrelerinin duvarları pürtüklü, dengesiz (filmin bir yerinde sallandıkları görülür) birer paravan gibidir ve bir anda ortadan kaybolabilirler: Kuzey Afrikalı mahkum, gardiyan tarafından dövüldüğü sırada, mekan birdenbire mahkumun düşleminde veya zihninde, genç mahkumu takip ettiği ve sonunda tuzağa düşürdüğü bir ormana dönüşüverir; gardiyan tabancasıyla onu döverken, mahkum, başka cinsel evrenler ve bedensel temaslarını düşünür, zifiri karanlıkta anal seks yapan çıplak erkek bedenlerini gözünün önüne getirir. Genet'nin romanlarında olduğu gibi, filmde de beden, çiçekler aracılığıyla dönüşüm geçiren kırılgan ve geçirimli bir maddedir: Gardiyanın hayalinde, bir karakter diğerinin ağzından çiçek alır, elden ele, bir hücre penceresinden diğerine geçirilen güller cezaevinin dış duvarına doğru savrulurlar.

Genet'nin imgeleminden çıkmamış tek şey o duvardır; filmin sonunda, gardiyan Sante Cezaevi'nin heybetli ve aşılmaz görünen duvarına doğru yürür. Filmin varlığına (yapılış tarihi gibi) dair bazı detayların bir hücre ya da cezaevi duvarına yazıldığı final sahnesi, seks ve direniş eylemlerini silinmez şekilde kazıma ve aynı anda iktidar ve cezalandırma girişimlerini de yok etme arzusunu dile getirir.

Yapımından sonraki yıllarda, Un Chant d'Amour'un varlığı, her şeyi yutan toplumsal yapıya ve yargı mekanizmasına karşı yürütülen muhalefetin kırılgan bir aracını (pek çok gösterime yıpranmış film makarasının selüloiti) temsil eder hale gelir. Film sık sık sansüre uğradı, özellikle de Amerika'da gösterildiği yerlere polis tarafından vahşi baskınlar düzenlendi. (Genet tarafından film için yazılan hiçbir senaryo ya da metin bulunmadığı ve Genet film müziğine gerek görmediğinden) yalnızca görüntüleriyle var olan filmin kopyaları koleksiyoncuların kırptığı sertleşmiş penis ve zorla açılan ağız kareleriyle yıllar boyu sürekli eksildi. Genet, filmini yarattıktan sonra yaşatmak için hiçbir çaba göstermedi; filminin değerinden şüphe duyduğundan ya da başka film projeleriyle meşgul olduğundan, Genet Un Chant d'Amour'u ihmal etti ve film konusunu ancak 1970'ler de Papatakis'le filmi reddettiği tartışmada açtı. Fakat Papatakis'in elindeki orjinal negatiflerin dijital ortama aktarılması ve DVD olarak piyasaya sürülmesiyle, filmin 2003 yılında içe işleyen, karalanan veya tapınılan bir nesne haline gelmesi, konumunu aniden değiştirdi. Filmin yirmi beş dakikalık süresi, dijital format içinde, seyircinin algısı ve yoğunlaşması gibi son derece değişken şartlara bağlı olarak daha kısa ya da daha uzun alımlanabiliyor. Gayri meşru bir pornografik tecrübe olarak görülmesinden (filmin her bir kopyası, zengin koleksiyonculara başka bir eşi olmadığı söylenerek satılmıştı), sonraki yıllarda yapılan sağlıksız gösterimlere ek, yasal açıdan da, somut olarak yıpranmış olan Un Chant d'Amour, şimdilerde DVD formatıyla özgün konseptine kavuşmuş, ne var ki yine bu format nedeniyle Genet'nin imgeleminden çıkan bu yapıt, seyirci tarafından yapılan temelsiz yorumlarla anlamın yitirilmesi tehlikesi ile karşı karşıyadır.   


Stephen Barber'in Jean Genet
 üzerine kitabından



*
Filmi bağlantıdan izlemek mümkün: 
http://www.ubu.com/film/genet.html
    

Bir Monodram: NİETZSCHE



"Yaşamayı bilmeyenleri seviyorum, 
isterse batan olsunlar,
zira onlar aşanlardır."

F. Nietzsche




Friedrich Nietzsche'nin tragedyası bir monodramdır: Kısa hayat sahnesine kendisinden başka bir karakter çıkarmaz. Çığ gibi ardı ardına gelen bütün perdelerde o yalnız güreşçi, kaderinin fırtınalı havasında hep tek başınadır, kimse yanına yaklaşmaz, kimse karşılamaz, hiçbir kadın yumuşak varlığıyla gergin atmosferi hafifletmez. Bütün hareketler sadece ondan yola çıkar ve sadece ona geri döner: Başlangıçta onun gölgesi içinde beliren az sayıda figür ise, sadece sessiz dehşet ve şaşkınlık mimikleriyle onun kahramanca girişimine eşlik ederler ve tehlikeli bir şey karşısındaymış gibi yavaş yavaş geri çekilirler. Tek bir insan bile yaklaşmaya ve bu yazgının iç bölgelerine girmeye cesaret edemez, her zaman tek başına konuşur, tek başına savaşır, tek başına acı çeker Nietzsche. Hiç kimseye seslenmez, hiç kimse de ona cevap vermez. Ve daha da korkuncu: Kimse onu duymaz.

Hiçbir insanı, hiçbir eşi, hiçbir izleyicisi yoktur Friedrich Nietzsche'nin bu kahramanca tragedyasının: Ama aslında gerçek bir sahnesi de yoktur, manzarası yoktur, dekoru, kostümü yoktur, adeta düşüncenin havasız ortamında oynanır. Basel, Naumburg, Nizza, Sorrent, Sils Maria, Cenevre; bu isimlerin hiçbiri onun gerçek evi değildir, tersine alev alev yanan kanatlarla geçilen yollar boyunca dizilen boş kilometre taşlarıdır, soğuk kulisleridir, dilsiz renkleridir. Gerçek tragedyanın dekoru hep aynıdır: Tek başınalık, yalnızlık, düşüncesinin geçirimsiz bir cam fanus gibi çevresinde, üzerinde taşıdığı o korkunç sözsüz, cevapsız yalnızlık, çiçekleri olmayan, renkleri, sesleri, hayvanları ve insanları olmayan bir yalnızlık, Tanrı'sı bile olmayan bir yalnızlık, bütün zamanların öncesinde ya da sonrasındaki ilksel bir dünyanın taşlaşmış ölü yalnızlığı. Ama onun ıssızlığını, avuntusuzluğunu böylesine korkunç, böylesine dehşetli ve aynı zamanda da böylesine grotesk yapan şey, bu buzulun, bu yalnızlık çölünün yetmiş milyonluk Amerikalılaşmış bir ülkenin orta yerinde olması, tren cayırtılarının, telgraf tıkırtılarının, gürültü ve patırtının eksik olmadığı yeni Almanya'nın orta yerinde, hastalık derecesinde kültür meraklısı, yılda kırk bin kitap dünyaya getiren, yüzden fazla üniversitede her gün problemlerle boğuşan, yüzlerce tiyatroda her gün tragedyalar oynayan, ama tam orta yerinde, en iç çemberinde geçen zihnin bu en muazzam gösterisinden haberi olmayan, varlığını hissetmeyen, onu sezmeyen bir ülkenin ortasında olmasıdır ve bu akıl almazdır.


Çünkü Friedrich Nietzsche'nin tragedyası tam da en büyük anlarında, Alman dünyasında izleyiciden, dinleyiciden, tanıktan mahrum kalmıştır. Başlangıçta, bir profesör olarak kürsüden konuştuğu ve Wagnerin ışık gücü onu aydınlattığı süre içinde, ilk sözlerini söylerken konuşması çok az dikkat çeker. Ama kendi derinliklerine, zamanın derinliklerine ne kadar çok dalarsa, o kadar az yankı bulmaya başlar. O kahramanca monologu sürdükçe dostları ve yabancılar, giderek vahşileşen dönüşümlerden yalnızlığın kor gibi yanan esrimesinden dehşete düşerek, sarsılmış bir halde birbiri ardına ayağa kalkarlar ve onu kaderinin sahnesinde korkunç bir yalnızlığa terk edip giderler. Trajik oyuncu tümüyle boşluğa konuşmaktan giderek huzursuzlanır, giderek daha yüksek sesle konuşmaya başlar, daha çok bağırır, daha çok el kol hareketi yapar, etraftan bir yankı ya da hiç değilse bir itiraz yükselsin diye. Kendi sözleri için bir müzik icat eder, çağıldayan, uğuldayan, Dionysos'ça bir müziktir bu, ama onu dinleyen kimse yoktur. Kendini soytarılık yapmaya zorlar, sivri, cırlak, şiddetli bir neşeye zorlar, cümlelerine takla attırır, muziplikler (komik mimik doğaçlamaları) yapar, sırf bu yapay neşe yoluyla o korkunç ciddiyetine dinleyici çekebilmek için; ama hiç kimse alkışlamak için elini kıpırdatmaz. Sonunda bir dans icat eder, kılıçlar arasında yapılan bir danstır bu; yara bere içinde, her tarafından kanlar akarken insanların önünde bu yeni ölümcül sanatını icra eder, ama kimse bu bağıran şakaların ve bu hafiflik gösterisindeki ölümcül tutkuların anlamını sezemez. Devrilmekte olan yüzyılımıza bahşedilen bu en duyulmamış zihinsel gösteri, herhangi bir dinleyici ve yankı bulamadan, boş sıralar önünde sona erer. Hiç kimse şöyle bir dönüp bakmaz çelik bir ucun üzerinde vızır vızır dönen bu düşünce topacına, onun son bir kez harika bir şahlanışla nihayet sendeleyerek yere düşüşüne: "Ölümsüzlük yüzünden ölüşüne."    


Bu kendisiyle baş başa yalnızlık, bu kendi kendisiyle karşı karşıya yalnızlık Friedrich Nietzsche'nin hayat tragedyasının en derin anlamı, biricik kutsal çaresizliğidir: Hiçbir zaman zihnin böyle bir zenginliği, duyguların böylesine coşkulu cümbüşü, böylesine korkunç derecede boş bir dünyaya karşı, böylesine çelik gibi sert bir suskunlukla karşı karşıya kalmamıştır. Ona dikkate değer bir rakip bile bahşedilmemiştir; böylece o en güçlü düşünce iradesi "kendi içine doğru kazarak, kendini deşerek" kendi göğsünden, kendi trajik ruhundan cevap ve direnç çıkarmak zorunda kalır. Dünyadan değil, tersine kanlı parçalar halinde kendi derisinden kopararak çıkarır bu kader çılgını, Herakles gibi Nessus gömleğini, o yakıcı kor parçalarını üzerinden fırlatıp atar; gerçeğin karşısına, kendi kendisinin karşısına çırılçıplak çıkabilmek için. Ama bu çıplaklığın çevresini nasıl bir buz, zihnin bu en muazzam çığlığını nasıl bir suskunluk sarmışsa, hiçbir rakip gelip onu bulmadığı ve o da böyle bir rakip bulamadığı için kendi kendine saldıran bu "Tanrı katili", bu "kendinin sarrafı, kendinin acımasız celladı" üzerinde yükselen gökyüzü de bulutlarla ve yıldırımlarla doludur. Şeytanı tarafından dünyanın ve zamanın dışına itilmiş, kendi varlığının en dış kabuğunun bile dışına sürülmüştür,

Sarsılmış ah bilinmeyen ateşlerce, 
Titreyerek sivri sert bu okları önünde, 
Sürülmüş senden, düşünce!
Adlandırılamaz olan! Gizli olan! Korkunç olan!


On the Road (Jack Kerouac'ın Kitabından)


California'nın o güzelim pamuk ağaççıkları ve okaliptüsleri sarmıştı her yanı. Zirveye yakın yerlerde ağaç yoktu, sadece kayalar ve çimenler. Kıyının yukarısında sığırlar otluyordu. Pasifik oradaydı, birkaç tepe ötede, Frisco sisinin doğduğu o efsanevi patates tarlalarında başlayan büyük beyaz duvarıyla uçsuz bucaksız, mavi Pasifik. Bir saat daha geçsin, aynı sis, Golden Gate'i aşıp şu romantik şehri beyaza boyayacaktı, sonra genç bir adam, cebinde bir şişe Tokay, sevgilisinin elinden tutup, uzun beyaz kaldırımlarda ağır ağır yürümeye başlayacaktı. Frisco buydu işte: beyaz kapı önlerinde erkeklerini bekleyen güzel kadınlar, Coit kulesi, Embarcadero, Market Caddesi ve on bir bereketli tepe.

Ah sevdiğim kız nerede? Aşağıdaki küçük dünyada nasıl bakınıyorsam öyle bakındım etrafa. Önümde benim Amerikam'ın, benim kıtamın heybetli, işlenmemiş girintileri, çıkıntıları uzanıyordu; uzaklarda bir yerlerde ise melankolik, çılgın New York havaya toz bulutunu ve kahverengi dumanını kusuyordu.. Doğuda bir kahverengilik ve kutsallık vardır, California ise çamaşır ipleri gibi beyaz ve gamsızdır...




LA Amerika şehirlerinin en ıssızı ve en zalimidir; New York kışın korkunç soğuk olur; ama bazı caddelerinde tuhaf bir kardeşlik hissi doğar içinize. LA ise balta girmemiş bir ormandır.

Ülkenin en bitik tipleri kümelenmişti kaldırımlarda - gerçekten de devasa bir çöl ordugahı olan LA'in kahverengi halesinde kaybolmuş yumuşak ışıklı Güney Kaliforniya yıldızlarının altında oluyordu her şey. Çili ve birayla karışık esrar, ot, yani marijuana kokusu duyuluyordu havada. Bebopun o muhteşem vahşi sesi birahanelerden dışarı taşıyor, Amerika gecesinde dans müziğiyle her çeşit kovboy ve bugi ritmi birbirine karışıyordu. Herkes Hassel'e benziyordu. Bepob kasketli, keçi sakallı azgın zenciler geçiyordu gülerek; sonra, 66 numaralı karayoluyla New York'tan gelmiş, uzun saçlı, bezgin cazcılar; sonra eşyaları ellerinde, Plaza'da bir park bankı arayan yaşlı çöl fareleri; sonra, giysilerinin kolları lime lime olmuş Metodist papazlar; arada bir de, sakallı, sandaletli  
aziz Doğa Çocukları. Hepsiyle tanışmak, herkesle konuşmak istiyordum.


 Pencereden dışarı baktığımda bir SP yük treninin geçtiğini gördüm birden; yüzlerce hobo vardı açık vagonlarda; yastık yerine kullandıkları denkler ve burunlarının dibinde tuttukları çizgi romanlarla keyif çatıyor, yattıkları yerde yuvarlanıyorlardı; kimisi yolun kenarından topladığı güzel California  üzümlerini kütürdetmekteydi. "Vay be!" diye bağırdım. "İşte bu, Vaat Edilmiş Topraklar!" 


Yolun saflığı.


Thomas Bernhard'la Konuşmalar


Yalnızlık
Her insan bir şeylere katılmak ister, aynı zamanda rahat bırakılmayı diler. Bu ikisi olanaksız olduğu için de, insan hep çelişki içinde. Şurada kapıyı kapıyorsunuz yeniden yalnız kalmak için, o anda, kapıyı kapadığınız anda bunun yanlış olduğunun, gene yanlış bir davranış olduğunun bilincindesiniz, çünkü insan aslında istemiyor bu durumu, çünkü insan yalnız olmanın daha tatsız olduğunu biliyor, öte yandan hiçbir şey yapamıyorsunuz. Bir kadınla birlikte kitap yazamazsınız ki, ya da aptalca olanlarını yazarsınız önünde sonunda, olacak şey değil. Bir erkekle birlikte ise; o da sinirinize dokunuyor, çünkü bu da beraberlikten başka bir şey değil, bunların hepsi çok kritik ve zor şeyler.

 Ölüm
Sonuçta her şey bozguna uğruyor, her şey mezarlıkta son buluyor. Orada istediğinizi yapabilirsiniz. Ölüm herkesi çağırıyor, böylece her şey son buluyor. Çoğu daha on yedisinde, on sekizinde ölüme aldırtıyor kendini. Bugünkü gençler ölümün kollarına atıyorlar kendilerini, on iki, on dört yaşında ölmüş oluyorlar. Sonra bir de yalnız savaşçılar var, seksen doksan yaşına kadar savaşıyorlar, sonra onlar da ölüyor, gene de daha uzun yaşamış oluyorlar. Yaşam güzel ve bir şaka olduğuna göre , daha uzun haz almış oluyorlar. Erken ölenlerin hazları ise kısa oluyor, aslında onlara acıyoruz. Yaşamı tanıyamadıkları için. Bütün ürperticiliğiyle.


 İntihar
Annemde bende hiç olmayan bir şey vardı, korkunç baş ağrıları, ömür boyu süren. Çok yaşlanmadı aslında. Haplarını ben alırdım hep, baş ağrısına karşı, çok güçlüydüler. Bir gün gene gidip "annemin hapları" dedim. O da bana çekmeceden çıkarıp verdi, eh işte öyle, sonra yuttum. Bilmiyorum ama otuz tanesini birden galiba. Bu kurtuluş oldu, çok fazla yutulduğu için hepsi geri çıktı. İyi anımsıyorum, bir hafta kadar yatakta kaldım ve kustum, oysa içimde bir şey kalmamıştı. Çok rahatsız edici. İnsan midesi kopuyor duygusuna kapılıyor.

Bugüne kadar her an kendimi öldürmeyi düşünmüşümdür. Ama gerçekleştirmediğime göre yaşam benim için her şeyden değerli demektir. Bilemiyorum işte. Hastalığım yok olup  yeniden ortaya çıkan çok yönlü bir skleroz değil. Bunu anlayabileceğinizi sanmam. Anlatması çok güç. Ama belki de insan kendi kendini utandırır ve seksen yaşına gelir. Bilinmez. İnsanın elinde olan bir şey değil. Faytonda oturup atları kırbaçlamanız bir işe yaramıyor, çünkü çoktan leş olmuşlar. Ben gittikçe sona yaklaşıyorum.

Ciğerimde tümörler var, eskiden kalma herhalde, bir zamanlar veremdim. Sanıyorum bu yüzden oluştular. Kalbim büyüyor, bu hep varolan bir hastalık. Bu durumda üç çeyrek saat de yaşayabilirsiniz, üç yıl da yedi yıl bile olası. Doktorların dediklerine göre, aslında yıllar önce ölmem gerekiyordu, kendimi yıllarca aştım. Bir açıdan ölüm -yani hiç korkmuyorum, umurumda değil. Aslında ölüm korkusu denen şeyi anlamıyorum, çünkü ölmek öğle yemeği gibi doğal bir şey. Kimi zaman insanlardan korkarım, oldukları biçimleriyle, ama ölümden korkulmaz ki. Ya ölmeseydik ne olurdu? Böyle bir şey olsaydı yaşamıma son verirdim  - mutlaka. Rezil biri olarak yaşamak istemezdim hayatımı. Aslında isteyen istediği zaman kendini öldürmekte özgürdür. Ama sorun neyle öldüreceği. İstediğim gibi davranmadığım bir varoluş zaten çok zor, ama gene de yapamazdım asla.


Her şeyden memnunum, sonuna kadar.

NİHİLİZM

Nihilizm sözcüğündeki nihil, varolmayanı değil, hiçliğin bir değerini ifade eder. Yaşam yadsındığı ve değersizleştirildiği ölçüde bir hiçlik değeri alır. Değersizleştirme her zaman bir kurgu gerektirir: Yaşamı yanlışlamanın ve değersizleştirmenin, ona karşıt bir şey ortaya koymanın yolu kurgudur. O zaman yaşamın bütünü gerçekdışı hale gelir, görünüm olarak temsil edilir ve bütünü içerisinde bir hiçlik değeri alır. Bir öte-dünya fikri, bütün biçimleriyle duyu-üstü bir dünya fikri (Tanrı, öz, iyi, doğru), yaşamdan üstün değerler fikri, herhangi bir örnek değil, her türlü kurgunun kurucu öğesidir. Yaşamdan üstün değerler, yaşamın değersizleştirilmesi, bu dünyanın olumsuzlanması gibi sonuçlarından ayrılmazlar. Bu sonuçtan ayrılmamalarının sebebi, ilkelerinin yadsıma ve değersizleştirme istenci olmasıdır. Kutsalla karşılaşınca isteme zorunluluğundan kurtuluyormuşuz gibi, üstün değerlerin istencin gelip durduğu bir eşik oluşturduğunu düşünmekten sakınalım kendimizi. Üstün değerlerde kendini yadsıyan istenç değildir, üstün değerler bir yadsıma, yaşamı yok etme istencine bağlıdırlar. "İstenç hiçliği": Schopenhauer'in bu kavramı yalnızca bir belirtidir: Her şeyden önce bir yok etme istenci, bir hiçlik istenci anlamına gelir. "Ama en azından bu hala bir istençtir ve istenç olarak kalır." "Nihilizm"deki "nihil" güç istencinin niteliği olarak olumsuzlama demektir. O halde temelinde ve ilk anlamında şu anlama gelir: yaşamın aldığı hiçlik değeri, ona bu hiçlik değerini veren üstün kavramların kurgusu, kendini bu üstün değerlerde ifade eden hiçlik istenci.

Nihilizmin daha yaygın ikinci bir anlamı vardır. Burada artık bir istenci değil, bir tepkiyi ifade eder. Duyu üstü dünyaya ve üstün değerlere karşı tepki verilir, onların varlığı yadsınır ve bütün geçerlilikleri iptal edilir. Artık yaşamın üstün değerler adına değersizleştirilmesi değil, üstün değerlerin kendisinin değersizleştirilmesi söz konusudur. Değersizleştirme artık yaşamın aldığı hiçlik değeri demek değil, değerlerin, üstün değerlerin hiçliği demektir. Büyük haber yayılır: Perdenin ardında görecek hiçbir şey yoktur, "şeylerin gerçek özüne dair benimsenmiş olan ayırıcı işaretler, varlık olmayanın, hiçliğin karakteristik işaretleridir". Böylece, nihilist, Tanrı'yı, iyiyi, hatta doğruyu, duyu üstünün bütün biçimlerini yadsır. Hiçbir şey doğru değil, hiçbir şey iyi değil, Tanrı öldü. İstencin yokluğu (hiçliği), yalnızca hiçlik istenci için bir belirti değil, son tahlilde bütün istençlerin olumsuzlanması, bir taedium vitae'dir. (yaşamdan iğrenme) Ne insanın ne de yeryüzünün artık bir istenci vardır. " Her yer kar, yaşam sessiz burada; (...) Neye yarar? Boşuna! Nada! [Hiç] Burada artık hiçbir şey büyümüyor ve yetişmiyor. " Bu ikinci anlam tanıdık gelecektir; ama nasıl ilk anlamdan türediğini ve onu gerektirdiğini görmeseydik anlaşılmaz olacaktı. İlk anlamda, yaşam üstün değerlerin tepesinden bakılıp değersizleştiriliyor ve bu değerler adına yadsınıyordu. İkinci anlamda ise tersine yaşamla yalnız kalınır, fakat bu yaşam yine değersizleştirilmiştir; değersiz, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada sürdürülür; kendi hiçliğinde sürekli daha uzağa gider. İlk anlamda öz, görünümün karşıtı idi, yaşam da bir görünüm olarak düşünülüyordu. Şimdi öz yadsınıyor fakat görünüm korunuyor: Her şey sadece görünümdür; bize kalan bu yaşam, kendisi için görünüm olarak kalmıştır. Nihilizmin ilk anlamı ilkesini güç istenci olarak yadsıma istencinde bulur. İkinci anlamı, "zayıflık karamsarlığı", ilkesini yalnız ve çıplak tepkisel yaşamda, kendilerine indirgenmiş tepkisel kuvvetlerde bulur. İlk anlam olumsuz bir nihilizmdir; ikinci anlam ise tepkisel bir nihilizm.



Nietzsche ve Felsefe
kitabından* sf. 188 - 190
G.Deleuze

   
  

Queer Sinema

Maurice, 1987, James Ivory


Angels in America, 2003, Mike Nichols

Tatlı-Kaçık Kıçlar


(Yazı)
Guy Hocquenghem


Fantazmatik olanın gerçekliğimizin büyük bir kısmını oluşturduğunu söylüyorsam da, onun [gerçekliğin] tümünü kapladığına, inanıyor değilim - dolayısıyla da [fantazmatik olanın] biyolojik olanla birlikte ve karşılıklı müdahale içinde var olduğu gerçeğinden kaçamam. Ama bu konudaki bütün araştırmalarımız halen fazlasıyla bölük pörçük. Aşağıda yazılanlarda biyo-fizik ve biyo-kimyayı bir kenara bırakıyorum ve bunun bütün sorumluluğunu üzerime alıyorum. Toplumsal alan, her durumda, heteroseksüelliğin belli bir modelinden toplumsal olarak türemiş fantazmaların kaotik bir karışımıdır. Bu model klasik psikanalizin yumurtladığı hayli yüksek sayıda klişeyi dolaşıma soktu.

Örneğin, eşcinselliğin narsisizm olduğu varsayıldı. Ama heteroseksüel, öteki cinste safça kendi türdeşini ararken, eşcinsel kadar narsisizmle damgalanmış durumda. Eşcinsel ise kendi cinsinde ötekini arar ve bunu yaparken heteroseksüel modeli reddeder, ama buna rağmen o modeli taklit etmekten kendini alamaz.

Sınır durumundaki bir vakayı ele alırsak, travestiyi örneğin, kadından daha çok kadın olduğunu görürüz. Çünkü kadın kendi cinsine tabiyken, o bir kadın olmak istemektedir. Ve tek kadın imgesi eril olduğu için, ne zamanki o imgeyi - annesininkine, kız kardeşininkine ya da karısınınkine değil de- kendi vücuduna uygulamaya karar verirse, bu adamın kadını çok daha iyi anlatması gerekecektir: aracısız, herhangi bir emir ötekine iletilmeden. Travesti, erkeğin arzuladığı kadının en kusursuz imgesidir - erkeğin varlığına mani olmaya çalıştığı en uzak imge.

Aynı şekilde, götünden sikildiğini hayal eden eşcinsel çok net biçimde bir erkek arıyordur. Kendini erkek arayan bir kadına benzer hale getirir ve fantazmatik olarak heteroseksüellik mefhumuna, eşcinsellikten daha fazla cevap verir. Gerçekten eşcinsel olması için, lezbiyen olması gerekir, ama dikkat: ancak kendisini bir erkek olarak düşlemeyen bir kadın karşısındaki bir lezbiyen... Yoksa bütün kurgu heteroseksüelliğe geri döner [...]

Özetle, gerçek eşcinsellik ancak bir kadının bir kadını arzulamasında ve bir erkeğin bir erkeği arzulamasında olabilir, bir diğer toplumsal cinsiyetin hayali bu arzunun içerisine girmediğinde. Ya da gerçek eşcinsellik [ikisi de] gay olan bir kadın ve erkeğin ya da [ikisi de] lezbiyen olan bir kadın ve erkeğin birlikteliklerinde ortaya çıkabilir. Bu durumlar gerçekten imkansız görünürler, çünkü eşcinsel hem kendine rağmen kendi cinsiyetindendir, hem de hayalini kurduğu ve hep karşıtını arayan öteki cinsiyettendir. Dolayısıyla eşcinsellik bile bastırılmış eşcinselliktir, çünkü imgesel düzlemde [imaginary] her zaman heteroseksüeldir.

Benzer bir akıl yürütme bizi şunu söylemeye götürecektir: gerçek heteroseksüellik ancak bir erkek bir kadını ya da bir kadın bir erkeği arzuladığında ve [onun] imgelemi [imaginaries] kendi toplumsal cinsiyetinin imgesini asla ve herhangi bir şekilde işin içine katmadığında olur. Bu tamamen mümkündür! Ve üstelik, heteroseksüel toplumun imgelemi [imaginary] tarafından da gerçekleştirilmiştir de; çünkü eşcinsel muhayyile bu toplum tarafından uyutulmuştur.

Dolayısıyla bizim eşcinselliğimiz ilksel, temel, hayvani ve bedensel olmak yerine heteroseksüel pratiklere ve diktelere bir karşılıktır yalnızca. Bu demektir ki, eşcinselliğimiz hazımsızlıktan ıstırap çekmektedir. Bir yandan bizi dünyaya getiren o sevgili normal insanlar kendi eşcinsel libidolarını gizlediklerinden, rastlantısal olarak seçeceğimiz her on kişiden dokuzunun, var oluşu bile bilinçli olmayacaktır. (Şunu iyi biliyoruz: insan türü içerisinde her iki adamdan biri kadın ve öbürü kendisinin gay olduğunu bilmiyor). Ve de eşcinselliğin ancak heteroseksüellik [olarak var] olabileceği, veya hiç olmayacağı, çılgın bir durumun içerisinde buluyoruz kendimizi.

Temel herhangi bir düzlemde eşcinsel olmadığımız için artık kendi utancımızı yüksek sesle bağırmaktan vazgeçmenin zamanı geldi. "Hepiniz eşcinselsiniz!" diye bağırmamız gerekiyor herkese. Ve bunu bu süreç içerisinde histerik olma pahasına yapmalıyız. Ve eşcinsellik, eşcinsellik olarak yaşanmadan gerçek anlamda bir biseksüelliğin olamayacağı artık kanıtlanmıştır. Bunun için de devrimci eylemlerimiz, sessiz çoğunluğun anti eşcinsel paranoyasının altına eşcinsellik tohumları yerleştirmek olmalı. Eğer arzu genellikle kadınlarla bağlantı kuran adamların arasında dolaşmaya başlarsa, [bu kişiler] kaçınılmaz olarak bizden çok daha fazla eşcinsel olacaklardır, çünkü kadın, aralarındaki hayalet ve bilinmez bir beden olamayacaktır.

Aynı şekilde biz gaylerin de, öteki cinsiyetin - sürgüne yollandıktan sonra - sodomi tiyatrosunda tekrar tekrar ortaya çıkmaktan vazgeçeceği bir tür eşcinsel eşcinselliği deneyimlememiz gerekiyor. Aksi halde, olmayı reddettiğimiz fantazmatik heteroseksüeller olmuşuz demektir/oluruz. 

Ben ancak eril [masculine] olduğum zaman bir adamla sevişmek isterim. Ancak dişil [feminine] olduğum zaman bir kadınla sevişmek isterim. Bütün masturbasyonlarımın sırrı budur (çünkü bütün insanlık beni istese de yine de onları kendimle aldatmaya devam edeceğim).

Ne zamanki bir kadın -lezbiyen olmayan bir kadın- fallusu bir hayal veya ikame etmeden başka bir kadınla sevişecek, ne zamanki bir erkek -gay olmayan bir erkek- bir vajina deliğini titreyerek düşleyip yerine bir kıçı ikame etmeden başka bir erkekle sevişecek, işte eşcinsellik o zaman başlamış olacak. O andan sonra eşcinsellik biseksüelliğin içerisinde kandırmaca olmadan, yanlışlar olmadan, aldanma olmadan eriyebilecek. Kendimizi, aslında bizim de olmayan ve taklit ettiğimiz bir cinsiyetten arındırdığımızda, ve bunu bir anlık özgün (bedenini yalnızca işler bir kavram olmadığına yemin ettiği) eşcinsellikle yaptığımızda, işte o zaman, muğlak olan muğlaklığını yitirecek.

O zaman hepimiz tek bir cinsiyete ait olabiliriz ve kendimiz, ötekiyle aynı bilinçte, aynı yoğunlukta ve bütün olası bağlara izin veren bir eşzamanlılıkta bulabiliriz. İşte o zaman eşcinsellik ve heteroseksüellik birbirlerinin polisi olmaktan çıkacaklar. Orgazm ve orgazma çıkan yol da, -aynen ölüm tehdidi daimiyken olduğu gibi- sonunda neşeli bir ölüm riskine dönüşecek. Cinsellik dünyayı dehşete düşürmeyecek, tersine tahrik edecek.   



Queer Tahayyül
kitabından alıntıdır.


Sebastiane (1976, Derek Jarman)


 

Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Hakkı!

"Görünür olmak, ortaya çıkmak, söz almak isteseniz de istemeseniz de bir politik mücadele alanının parçasıdır. Kısacası politik olmadan eşcinsel olamazsınız. Sadece kendi cinsinden biriyle yatan bir kişi olursunuz. Kendi cinsinden biriyle yatan kişi olmakla yetinmek ise sizi her türlü baskılama sisteminin karşısında silahsız ve çaresiz bırakır." Murathan Mungan


Türkiye'de eşcinsellerin örgütlenme ve özgürleşme mücadelelerinde bir dönüm noktası olan 1 Mayıs 2001'de  Ankara'da alanlara çıkmaları ile hem LGBT camia, hem toplum hem de medya açısından geri dönüşü olmayan bir sürece girilmişti.

"Peki ya eşcinsel işçiler?" diye soran ve elden ele dolaşan 1 Mayıs bildirisinde, "Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de Özgürleştirecektir!" deniyordu.

"Bizler kadınları seven kadınlar, erkekleri seven erkekler olarak, Buradayız! Eşcinseliz!

Mehmet ile Ayşe grev meydanında nişanlanırken, aşklarını mücadelelerine eklerken, o meydanda Ali'yi seven Ahmet'in; Ayşe'yi seven Hatice'nin olduğu hiç aklınıza geldi mi? Neler yaşadıklarını, hissettiklerini düşündünüz mü?

Sokaklarda 'ibne' diyerek ardından gülünen, fıkralara konu edilerek aşağılanan, dayak atılan, kendini saklamak, heteroseksüel rolü yapmak zorunda kalan eşcinseller hiç uzakta değiller...

Alışveriş yaptığınız bakkal ve pazarcının, çocuğunuzun öğretmeninin, yemeğini yediğiniz aşçının, bindiğiniz belediye otobüsü şoförünün, okulda sıra arkadaşınızın, yanı başınızdaki iş arkadaşınızın eşcinsel olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Bu sistemin kendini korumak için sürdürdüğü  kadınların ve eşcinsellerin aşağılanmasına ve erkekliğin yüceltilerek hayatlarımızın baskı altında tutulmasına suç ortaklığı yaptığınızın farkında mısınız?

Kadınların ikinci sınıf, eşcinsellerin üçüncü sınıf insan muamelesi görmesine neden olan aynı heteroseksist düzendir. Kadın arkadaşlarımızla ya birlikte mücadele edeceğiz ya da boşa kürek çekmeye devam edeceğiz. Evde çocuğunuz, iş yerinde arkadaşınız, okulda öğrenciniz, kapitalizme karşı mücadele yoldaşınız olan EŞCİNSELİ efendinin dili ve ahlakıyla yargıladığınızın farkında mısınız?

Biz eşcinseller Almanya'da Naziler tarafından katledildik, Rusya'da Stalin tarafından hapsedildik, Çin'de Mao tarafından yok sayıldık... Türkiye'de uğursuz bir ablukayla kuşatıldık.. Heteroseksizm, özgüvenimizi ve onurumuzu ayaklar altına aldı, bizi maskelemeye çalıştı. Sözlerimiz, düşüncelerimiz 'muzır' bulundu: Poşetlendik.

Artık yeter!

Köylerde, metropollerde, fabrikalarda, bürolarda, sokaklarda, okullarda bir gerçek olarak varız ve her yerdeyiz. Aşkımız 'zevk'ü sefa', hayatımız bir fantezi, kimliğimiz 'haftasonu hobisi' değil!

Eşcinselliği yargılamak ve aşağılamakla bütün eşcinselleri bir yalan perdesinin ardına hapseden, okullarında zorunlu heteroseksüelliğe tabi tutarak hayatı zehir eden, metropollerde katleden bir sistemin sözcülüğünü ve ikiyüzlü ahlakının bekçiliğini yapmış olmuyor musunuz?

Sizce de eşcinsellere yönelik ilan edilmemiş bir savaş yok mu?

Bütün etnik, kültürel ve cinsel farklılıkları yok ederek hepimizi birbirimize benzetmeye ve dolayısıyla bizi öldürmeye çalışan bu sisteme karşı beraber mücadele edelim!"  



 NE HASTALIK NE GÜNAH! HOMOFOBİ VE TRANSFOBİYE SON!

Son Hristiyan: Çarmıhtaki İSA



Edilgen nihilizm açısından: Budist bilinç anı. - İncillerle başlayan ve kesin biçimlerini Aziz Paulus'ta bulan çarpıtmalar hesaba katıldığında, İsa'dan geriye ne kalır; onun kişisel tipi nedir, ölümünün anlamı nedir? Nietzsche'nin "İncil'in açık çelişkisi" dediği şey bize yol göstermelidir. Kimi metinler gerçek İsa'nın ne olduğunu bize hissettirirler: Taşıdığı neşeli mesaj, günah fikrinin ortadan kaldırılması, her türlü hınç ve intikam ruhunun yokluğu, sonuç olarak bile her türlü savaşın reddi, Tanrı'nın yeryüzündeki krallığının yüreğin durumu olarak ortaya konulması, ve özellikle de ölümün doktrininin kanıtı olarak kabul edilmesi. Nietzsche'nin nereye gelmek istediği hemen anlaşılıyor: İsa, Aziz Paulus'un yarattığının tam tersiydi, gerçek İsa bir tür Buda, "pek de Hintli olmayan bir toprağın Budası" idi. Çağına ve çevresine göre fazla ilerdeydi: Tepkisel yaşama huzur içinde ölmeyi, edilgen bir biçimde tükenmeyi öğretiyordu; tepkisel yaşam hala güç istenciyle mücadele ederken, ona gerçek çıkışını gösteriyordu. İnsanlar hala olumsuz nihilizmdeyken, tepkisel nihilizm daha yeni ortaya çıkıyorken, edilgen nihilizme bir soyluluk katıyordu. Vicdan azabının ve hıncının ötesinde, İsa tepkisel insana bir ders veriyordu: Ona ölmeyi öğretiyordu. Dekadanların içinde en uysalı, en ilginci oydu. İsa ne musevi ne de hristiyandı, o Budistti; Dalay Lama'ya Papa'ya olduğundan daha yakındı. Ülkesine ve çevresine göre o kadar ilerdeydi ki, ölümünün çarpıtılması, hikayesinin tahrif edilmesi, geriletilmesi, önceki aşamaların hizmetine sokulması, olumsuz ya da tepkisel nihilizmin yararına çevrilmesi gerekiyordu. "Aziz Paulus tarafından bir pagan gizemler doktrini haline dönüştürülen bu tarih, sonunda bütün siyasi düzenle barıştı; ve savaşmayı, mahküm etmeyi, işkence yapmayı, sövüp saymayı, nefret etmeyi öğrendi.": Nefret, bu uysal İsa'nın aracı haline geldi. Aziz Paulus'un resmi Hristiyanlığı ile Budizm arasındaki fark şudur: Budizm edilgen nihilizmin dinidir, "Budizm uygarlığın sonunun ve yorgunlaşmasının dinidir, Hristiyanlığın önünde ise uygarlık daha yoktur bile, - onu belirli koşullarda kuracaktır." Hristiyanlığın ve Avrupa'nın tarihinin özelliği, zaten verilmiş ve doğal olarak ulaşılmış olan bir amacı, demir ve ateşle gerçekleştirmektir: nihilizmin nihai noktasına varmak. Budizmin gerçekleşmiş amaç, ulaşılmış mükemmelliyet olarak yaşamayı başardığı şeyi, Hristiyanlık ancak bir devindirici olarak görür. Bu amaca ulaşmasının da önü kapalı değildir; Hristiyanlığın Aziz Paulus'çu mitolojiden kurtulmuş bir pratiğe varmasının önünde bir engel yoktur; İsa'nın gerçek pratiğini yeniden bulması olanaksız değildir. "Budizm bütün Avrupa'da sessizce ilerliyor." Ama buraya varmak için ne kadar nefret, kaç savaş gerekti? İsa kişisel olarak bu son amaca yönelmişti, ona bir uçuşta ulaşmıştı; Budacı olmayan gökteki Buda kuşu. Tersine, Hristiyanlığın, uzun ve korkunç bir intikam politikası sonunda, bu amacı kendine mal etmek için nihilizmin bütün aşamalarından geçmesi gerekir.

Gilles Deleuze

Sideways (2004, Alexander Payne)


- Öyle ise yeni bir tane yazarsın.
Bir sürü fikirlerin var, tamam mı?


- Hayır, ben bittim. Ben yazar değilim. Ben orta okul İngilizce hocasıyım. 
Ah, dünyanın götünde değil. Ne diyebilirim ki. Ben gereksizim.
Öyle önemsizim ki, kendimi bile öldüremem.


- Miles, bu ne demek oluyor şimdi?

- Haydi oğlum, biliyorsun. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf.
Kitabın yayınlanmadan kendini öldüremezsin.


- 'Ahmakların İttifakı' kitabının yazarından ne haber? 
Yayınlanmadan kendini öldürdü, bak şimdi ne kadar meşhur.


- Teşekkürler!


- Sadece pes etme tamam mı? Başaracaksın.


- Hayatımın yarısı bitti ...ve bunu ispat edecek
hiç bir şeyim yok. Ben bir gökdelen penceresinde parmak iziyim.
Bir milyon tonluk lağımın içinde dalgalana dalgalana denize
sürüklenen tuvalet kağıdındaki bok lekesiyim.


- Gördün mü, bak işte. Şu an söylediklerin bile çok güzel.
"Denize giden boklu tuvalet kağıdı"

- Evet.

- Ben bunu asla yazamazdım.


Aslında ben de!
Bukowski sanırım.


Pessoa'nın Evreninden Parçalar

Kardeşliğin ve sevginin mutlak yokluğuyla çevrili etrafım. Bana bağlı olanlar bile gerçekten bağlı değil; dostum olmayan dostlarla, beni tanımayan tanıdıklarla çevriliyim.

Gerçek dostum olmadığı anlamına mı geliyor bu? Hiç değil; var. Ama onlar hakiki dost değil.



Tamamen yalnızım, iyice terk edilmişim. Bütün bağlar birbiri ardına kopuyor... yakında kendimi mutlak anlamda yalnız bulacağım.

İşin kötüsü, dünyadaki metafizik varlığımı asla unutmuyorum. Her hareketimi felç eden, sadeliğin, dolaysız heyecanın kanını bütün cümlelerimden çekip alan transandantal utangaçlık buradan kaynaklanıyor.



Ben her zaman yaşamın bir seyircisi olmaya çalıştım, asla hayata karışmadım. Böylece, başıma gelen  her şeye bir yabancı gibi tanık oluyorum - şu ihtiyat payıyla ki, etrafımdaki zavallı olaylar karşısında pek hoş bir şehvet hissi duyuyorum (...) .


*


Kimseyi ziyaret etmiyorum, kimseyle buluşmuyorum -ne salonlarda, ne kafelerde. Başka türlü davranmak, içsel birliğimi feda etmek, kendimi gereksiz sohbetlere teslim etmek, düşüncelerimden ve projelerimden değilse de en azından düşlerimden -onlar başkalarının söylevinden her zaman daha güzeldir- zaman çalmak olur.

Gelecek insanlığa borçluyum. Kendimi heder edersem, aynı zamanda, yarının insanlarına miras kalabilecek tanrısal ortak varlığı da heder etmiş olurum; onlara verebileceğim mutluluğu azaltırım ve yalnızca kendi gerçek gözlerimde değil, Tanrı'nın olası gözlerinde de kendi değerimi azaltmış olurum.

Belki böyle değil, ama buna inanmanın görevim olduğunu hissediyorum.



*

Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.


...

Yakın dost, benim ideallerimden, düşlerimden biridir; ama yakın bir dost asla sahip olamayacağım bir şeydir. Hiçbir mizaç benimkine denk değil; yakın bir dostta olmasını hayal ettiğim şeyin kıyısına bile yaklaşan kimse yok dünyada. Olsun; artık bundan söz etmeyelim.




*



Ne kim olduğumu biliyorum ne de hangi ruhun benimki olduğunu.

Ben samimiyetle konuştuğumda bu samimiyetin hangisi olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir benden çeşitli biçimlerde farklıyım.

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Beni tiksindiren arzulardan zevk alıyorum. Kendime yönelik daimi dikkatim, belki de sahip olmadığım ve bana ait görmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini bana sürekli belirtiyor.

Kendimi çoğul hissediyorum.

Tek tek hiçbirinde bulunmayan ama hepsinde bulunan tek bir merkezi gerçekliği sahte yansılar halinde deforme eden sayısız ve fantastik aynalarla süslü bir oda gibiyim.

Kendini yıldız, dalga ve çiçek hisseden panteist gibi, ben de kendimi çok hissediyorum. İçimde yabancı yaşamları yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi; ama eksik olarak. Sanki varlığım bütün insanların varlığına katılıyormuş ama her birinde eksik olarak bulunuyormuş ve tamamen pastiş bir ben halinde birleşmiş bir ben olmayan toplamı halinde bireyselleşiyormuş gibi eksik.


"Keep the Lights On"

SİPHO

***











Nedir, Queer?


Batı'da ortaya çıkıp gelişen ve bir noktada Türkiye'ye ithal edilen nice kavram gibi queer 'i de, olmayana ergi metoduyla tanımlamak, yani ne olduğunu anlatmadan önce, ne olmadığına karar vermek gerekiyor. Bunun iki sebebi var. Öncelikle, Batı'da da çıkışından bu yana, ne olup ne olmadığı konusunda kafa karışıklığına sebebiyet vermiş, dönüşüme uğramış ve genelgeçer kullanımlarında, bu karmaşıklığı hiçe sayan biçimde içi boşaltılmış bir kavram queer. Türkiye'ye ithal edilirken bu kafa karışıklığı da, içini boşaltma girişimleri de, paketin bir parçası olarak bize miras kalıyor. Öte yandan, Batı kaynaklı birçok başka kuram ve dünyaya bakış açısının Türkiye'ye taşınmasında yaşanan sorunlar queer özelinde de tekrarlanıyor. Yani bazı aşamaları atlayıp, gecikmişliği kazanca dönüştürmeyi amaçlayan bir kurnazlıkla, tartışmaya son noktadan dalınıyor. Bu iki açıdan queer, ne olduğu anlaşılmadan çok önce, yanlış anlaşılmaya başlanmış bir kavram Türkiye'de.

Queer ile ilgili dolaşımda olan yanlış kullanımların başında,  queer 'i lezbiyen, gay, biseksüel, travesti ve transseksüel kavramlarının tümünü birden kısaca ifade etmenin bir yolu olarak kullanmak geliyor. Her seferinde uzun uzun lezbiyen, biseksüel, gay, travesti ve transseksüel diye sıralamak yerine, tümüne birden  queer deme adeti, batı'da olduğu gibi Türkiye'de de var. Oysa eğer queer'in tek varlık sebebi ve anlamı bu olsaydı üzerine düşünmeye gerek kalmazdı. Bu durumda queer, bir kavram ve kuram, bir politik görüş ve duruş değil, hayatımızı kolaylaştıran bir kelime olurdu sadece.

Queer, lgbtt ile eş anlamlı değil. Queer, tüm lgbtt bireyleri kapsamadığı gibi, kimi heteroseksüelleri de içeriyor. Yani her lezbiyen, gay, biseksüel, travesti, transseksüel otomatikman queer olmuyor ama bu kategorilerden hiçbirine girmediği halde kesinlikle queer olan bir çok birey var. Queer, tüm farklı cinselliklerden, dördüncü aksiyomun işaret ettiği olası farklılıklar listesinin tümünü kapsayacak genişlikte bir cinsel çeşitlilikten yana. Dolayısıyla queer, cinsel çeşitliliğin, eşcinsel ile heteroseksüel gibi iki kategoriye indirgenmesine karşı bir duruş.


Bu noktada Türkiye'de  queer kelimesinin kulağa yabancı gelmesinin faydası var aslında; zira queer , daha az bilinen, tanınmayan, ayrıksı olan cinselliklerin adı. Türkçeleştirme denemeleri de yapılmamış değil. Misal bir dönem bizzat lgbtt bireyleri arasında "terso" kelimesi önerildi. Bir yandan argoda "yamuk yapmak" anlamına gelen bir kelime terso, diğer yandan, "bize ters gelir abi" mantığını çağrıştırıyor. Bu açıdan  queer kelimesinin çağrışımlarıyla örtüşüyor. Kuşkusuz kökenini, anal sekse "ters ilişki" denmesinden de alan bir türkçeleştirme bu. Konu aslen cinsel yönelim, yani yönelmek olunca,  queer de ters yönde ilerleyenler anlamına geliyor bu açıklamaya göre. Ancak Sara Ahmed'in de belirttiği gibi, burada sorun, sadece düz veya ters yönde hareketlenme değil, "hizadan çıkmak" aslında. Egemen heteronormatif anlayışın bizi soktuğu hizadan bir adım çıktığınızda, "sıradışı" hale geliyorsunuz. Gerçekten de eğer bu denli içi boşaltılmış bir kelime olmasaydı, "sıradışı", queer 'i en iyi karşılayacak kelime olabilirdi. Öte yandan "yamuk", "yoldan çıkmış", "çıkıntı", "sapkın", "tuhaf", "ayrıksı" gibi kavramlar da, tüm negatif yan anlamlarıyla birlikte, queer kelimesini karşılayabilecek kavramlar olarak gözüküyor. Zira, bu kavramların tümü hizayı bozmaya ilişkin.