Haz




Mehmet Ergüven, Pusudaki Ten isimli kitabının
başına şu notu düşmüş:

Erotik fantezileriyle yüz göz olmayı göze alanlara adanan bu kitap, 
her ne pahasına olursa olsun, yazılmak zorundaydı-yazıldı."



***

Fotoğrafta gördüğümüz genç ve çıplak erkeğin ilk anda çağrıştırdığı şey, şakanın sınırlarını aşıp, basbayağı büyülüyor bizi.  Öyle ki, doludizgin orgazmın metaforunu bir parodi olarak değerlendirmekte zorlanınca, çok geçmeden pornografik fantezinin en uç noktalarında alıyoruz soluğu - gürül gürül akan dölün eşsiz cazibesi!

Damızlık erkeğin yalnız orası değil, dölü de her türlü ölçüyü aşar. Bu yüzden, cinsel fantezilerde boşalan bel miktarı, en az penis boyu kadar tahrik edicidir; güçlü erkek, karşısındakini ıslatmaz, sular. Dolayısıyla, düzülenin yalnız yüzü gözü değil, tüm vücudu bele bulanmıştır artık.

Gerçi insan doğasına ilişkin fizyolojik araştırmalar, boşalan döl miktarının çoğun üç, dört miligramla sınırlı olduğunu ortaya çıkarmıştır; ancak, erotizmin ilgi alanına girdiği andan itibaren çağlayana dönüşür bu - ne yutmakla biter ne ıslanmakla.

Burada ilginç olan noktalardan biri de, spermanın niteliği söz konusu olduğu zaman, yine görselliğin ağır basmasıdır; er suyu, muhatabını bembeyaz rengiyle baştan çıkarır hep. Nitekim, oral haz arayışında bunca sık yutulmasına rağmen bir türlü er suyunun tadı gündeme gelmez; bu da, cinsel fetişe dönüştürme hakkının, görme ve dokunma duyusunun tekelinde olduğunu gösterir bize. Erotizmin göz ve ele tanıdığı öncelik, hiçbir koşulda geçerliğini yitirmez; cinsel organ önce gözü, sonra eli kışkırtır. Bu nedenle, körpe amı okşar, kallavi yarağı sıvazlarız.

Cinsel fantezide koku ve tadın ikinci plana itilmesi, bunların betimlenmesine ilişkin dağarcığımızın yetersizliğinden kaynaklanır; söz dili, tıpkı müzikte olduğu gibi, koku ve tadı aktarmaya kalkıştığımızda acze düşer; daha doğrusu, bu duyuların ilgi alanı içine giren sıfatlar erotik açıdan son derece kısır olup, karşı tarafa bir şey ifade etmezler. Kaldı ki, imlediği şeyi aktarması mümkün olmayan bu sıfatlar alabildiğine görece ve imgelem gücünü kısıtlayıcıdır. Cinsel organ veya terin mis gibi kokması, erotik fantezide kendisini tamamlayacak bir boşluğa yer bırakmadığı gibi, bu kokunun neye gönderme yaptığı da yeterince belli değildir.

Apış arasındaki kılları yalayıp, bu nahiyedeki kokuyla kendinden geçen kişi, bir türlü imgelem dağarımızda yeniden üretemez bunu; cinsel ilişkide görsel olarak tasarlayamadığımız şey ise, sadece sahibine ve o defaya ait olmayla malüldür.

Eros, yüceldiği ölçüde iki uç nokta arasında seçim yapmak zorunda kalır. Buna göre tad ve koku, ya bütünüyle dışlanmış, ya da gerçekleşmeyen birlikteliğin sembolü olarak mükemmel bir fetiş haline gelmiştir. Bir başka deyişle, ağız dışındaki erojen bölgeler koku ve tadıyla betimlemeye dahil edildiği andan itibaren, pornografinin kuşatması altındadır eros. Dahası, baştan imgelem düzeneğimiz olmak üzere, söz dilinin ısrarla karşı koyması nedeniyle, er suyunun aktarmaya elverişli bir tadı yoktur - tıpkı hararetle yalanan amcığın ıslaklığı gibi.

Tadın ilgi alanı içine giren tüm salgılar, sonuçta şehvetin doruk noktasını temsil eder; dolayısıyla aktarmakta zorlandığımız tada, eninde sonunda onu salgılayan organın eşlik etmesi kaçınılmazdır. Bu ise, şu veya bu biçimde, o organın gözümüzde canlandırılmasıyla eş anlama gelir son tahlilde.

Tadın cinsel organa katık edildiği noktadaki salgı ve delik çeşitlerini kısaca anımsamaya çalışalım: ter, tükürük, sidik, dışkı ve nihayet er suyu. Bunların her biri, yerine göre cinsel hayatta yerini alıp, oynadığı role göre kimi zaman sapkınlığın eşiğine kadar getirmektedir bizi. Bu bağlamda ter ve tükürük en masum olanı imlerken, sidik ve dışkı psikopatolojinin ilgi sahasına girmektedir. Dolayısıyla erotik fantezide sperma ifrazatının kendiliğinden başrole geçtiğini görürüz; ancak az önce altı çizildiği gibi, dölün tadından ziyade miktarıyla tahrik oluruz hep. Böyle bir durumda, salgıya aracılık eden delikler de er suyunun muhatabı olduğu ölçüde gündemdeki yerini korur. Nitekim ağız, vajina ve anüs, bu sıvının boşalacağı delikler olduğu için daima ön plandadır.




Gelgelelim, hiç kimse ağzına boşalan spermanın niteliğini ayrıca açıklamaya kalkışmaz; çünkü içeriği belli olan bu salgının ağızda bıraktığı tad tahrik edici olmadığı gibi, abartılmaya da pek elverişli değildir. Algirdas-Julien Greimas'ı anımsayalım: " (...) dünyanın bir tat olarak algılanması, kokudan daha karmaşık ve çelişkilidir. (...) Tat, kendisine bağlı dokunma duyusuyla -emme,öpme,- birleşirse doyuma ulaşır." Öte yandan, bilimsel araştırmalar sonucu tuz ve proteinden amino asitlere karbonhidrattan fosfora kadar burada ne varsa, hepsinin oranları kesinkes belirlenmiştir. Kaldı ki, miligramla sınırlı olan peltemsi bir sıvıda fosforun C vitamininden fazla yahut az olması ne kadının, ne de erkeğin gururunu okşar.    

Fred With Tyres (Herb Ritts)


Fred With Tyres (1984, Herb Ritts)



Herb Ritts'in Lastikler ile Fred'i (1984) ilginç bir örnek teşkil ediyor bizim için: otomobil dünyasının eril yüzü. Tamirhane atmosferi, arabanın sunduğu cinselliğin özüdür burada. Gelişkin vücuduyla belden yukarısı çıplak Fred ise, phallusun metaforu olup, bu mekanın cinsellikle yüklü potansiyelini ima etmektedir hiç kuşkusuz. - kaslı bedeniyle mesleği için gereken güç sınırını aşan böyle bir delikanlı, koynuna girecek dişiye peşinen orgazm güvencesi verir.

Tamircinin dolu dizgin yaşamaya aday olduğu hayat, erkeklik duygularını tatmin eden uğraşıyla pekişirken, yatakta doruk noktasına ulaşacaktır. Fred, aldığı hazdan bıkabilir, ama verdiğinden asla -en azından, Ritts'in fotoğrafı sürekli bunu söylüyor bize.

Bu arada kollara dikkatli bakınca, ağır tekerlekleri elde tutmanın gerekçesini kolayca buluyoruz: güçlü damar sistemi, sağlıklı kan dolaşımının yanı sıra sorunsuz ereksiyonun teminatıdır aynı zamanda - kol gücüyle çalışmak zorunda kalan delikanlının yalnız vücudu değil, yeri geldiğinde kanla dolan orası da taş gibi serttir.

Fred, çelik kaslı vücuduyla, araba onarımının erkeklere mahsus olduğunu ima ederken, aslında kadınları tahrik edip, erkeklerin gururunu okşamaktadır - arabasını böyle birine emanet eden müşteri, erkekler arası dayanışmanın huzuruyla oradan ayrılır. Hız tutkusu (dinamizm, gençlik vb.) ve nesne olarak phallusu çağrıştıran otomobil, muhatablarıyla birlikte topyekun fallik mekanına çevirmiştir tamirhaneyi. Fred'le emin ellerdedir araba; çünkü, aynı cinsiyeti paylaşmaktan ötürü arabanın dostu, sürücünün sırdaşıdır.



*
Pusudaki Ten
Mehmet Ergüven'in Kitabından






Herb Ritts Nudes


Patrice (Mapplethorpe'un fotoğrafından)


Robert Mapplethorpe'un fotoğrafında - Patrice 1977-  deri kemer ve ceketle tamamlanan fileli donu, sol üst köşeden gelen güçlü ışıkla başrolde görüyoruz; ama biraz dikkatli bakınca, her şeyin penisi vurgulamak üzere düzenlendiği ortaya çıkıyor: ayrıntıyı bizim adımıza ait olduğu bütünden soyutlayan objektif, cinsel organı kendiliğinden fetişe çevirmiştir. Ancak bu olgu, varlığını ustaca gizleyen yananlamlara borçludur etkisini. Bir başka deyişle, penisin altını çizen düzenleme ilkesi, gücünü bu yananlamların gizlenerek vurgulanmasından almaktadır; tamamlayıcı öğelerin toplam etkisi, hizmetinde olduğu şeyi aştıkça geri plana çekilmektedir sanki - ve sonuçta her şey, penisin mevcudiyeti adına dip yüzeye dönüşmüştür artık.

Bu fotoğrafın büyüsü, kendi varlığı dışında hiçbir şeye hayat hakkı tanımayan penisin, sonuçta bunlara tek tek sahip çıkmasından kaynaklanıyor; görünmeyeni de görüyoruz, aa bu sadece onun görülmesine yardımcı oluyor neticede - tuhaf, açıklamakta zorlandığımız bir durum.

Sağ üst yarıda odaklanan görüntü, özellikle sıkılmış yumrukla beraber, vücudun geri kalan kısmı (duruş, verilen poz vb.) hakkında yeterince aydınlatıyor bizi. Besbelli: Genç adamın sol eli de aynı konumda, tıpkı hafifçe yana açılmış bacakların birbirini tekrarlaması gibi - bu ise, simetriyle güçlenen gizli bir anıtsallığa zemin hazırlıyor doğal olarak; erkeksi olanın abidevi gücü, önce bedende ortaya çıkmıştır. Böyle bir durumda penis, karşı cinsin imrendiği organ olmaktan öte, erki simgeleyen ayrıcalıklı bir uzuv, phallus'tur artık.



Patrice #2, New York, 1977



Mapplethorpe, 1960'lardan itibaren erkek cinselliğinin önde gelen fetiş nesneleri (deri ceket ve metal halkalı kemer) ile cinsel organın dolaysız birlikteliğini, genç kuşağın seks amblemine çevirmiştir burada. Öte yandan kasık nahiyesini kemere bırakan paçasız don (slip), işlevini paylaştığı ölçüde erotik fanteziyi doruk noktasına taşımaktadır.

Aslında kemer ile cinsel organ arasındaki ilişki, bu fotoğrafın ardında yatan kaygıyı açıkça ortaya koyar: Mapplethorpe, bir ayrıntılar ustası olarak kameranın başına geçtiğinde, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamıştır. Çift uçlu kemerin tokalar karşısındaki konumu, baştan sona sahnelenmiş bir küstahlığın (cüretkar davet) belgesidir. Nitekim, burada yapacağımız en ufak bir değişikliğin her şeyin alt üst olmasına yeter; estetize edilen erotizmde tesadüfe yer yoktur çünkü.

Özellikle, kemerin aşağıdaki parçasına bakınca, önemli bir ipucuyla karşılaşıyoruz: Mapplethorpe, soyunma işleminin düz bir hat üzerinde ilerleyişine resmen müdahale edip tersine çevirmiştir bunu; yani, önce açılan kemer (seni düzeceğim), daha sonra bağlanmıştır (beni fotoğraf ilgilendiriyor). Nitekim, kemerin her iki parçasındaki izde görüldüğü üzere, gündelik yaşamda son deliğe geçirilmektedir toka. Mapplethorpe'un modeli ise, çözdüğü kemerin alt parçasını ilk deliğe geçirmiştir. Böylece penis köküne doğru hafifçe düşen kayış, her şeye meydan okuyan bir kayıtsızlığı ima etmektedir sessizce. 

Bütün bunlar saçayağını deri ceket, kemer ve fileli donun oluşturduğu phallusophie temasını salt cinselliğe mahkum etmeksizin, bir başka düzleme kaydırır: Patrice, değişmekte olan bir yaşama üslubuna tanıklığın fotoğrafa özgü yeniden üretimidir.

Mapplethorpe'un fileli donu, şeklini aldığı organla, bundan ötesini bize bırakıyor!



*
Mehmet Ergüven'in Pusudaki Ten 
isimli kitabından alıntıdır.

Sel Yayınları LGBT Kitaplığı






Ayak & Don

Ayak

Ayak, özünde müstehcen bir organdır; bu nedenle fermuarın açılması, çorabın çıkarılması ile aynı paydayı bölüşüp, yerine göre biri öbürünü önceler sadece.

Ayakla aramızdaki mesafe, sosyal ilişkilerimizin de önemli bir göstergesidir aslında; resmi konuğun karşısına terlikle çıkmakta zorlanırken, çıplak ayakla karşıladığımız kişiyi yatağa davet edecek kadar yakın hissederiz kendimize.

Öte yandan, çıplak ayakla basılan zemin, her koşulda doğaya çağrıyı imler; yalınayak dolaşma, açık havaya çıkarılan davetiye, daha doğrusu erkekte sağlık ve gücün, kadında masumiyetin sembolüdür -erkek, toprağa basar, kadın ise uçuşur. Bu nedenle erkeğin ayağına kapanır, kadınınkini öperiz.


Don

Don, belli bir yeri örtmekle kalmaz; saklandığı organın şeklini alma potansiyeliyle imgelem gücümüzü kışkırtır. Hegel'in çağdaş giyim kültüründe eleştirdiği şey özellikle budur; kendi içkin ağırlığına göre özgürce dökülen kumaş, antik Yunan kültürünün bir ayrıcalığı olarak geçmişte kalmıştır. Estetik üzerine derslerini anımsayalım: "Eskilerin daha ideal kumaşlarıyla karşılaştırıldığında, günümüzde giysilerimizin kesimi sanatsal değildir ve yavandır. (...) Öte yandan, bizim modern elbisemize gelince, malzemenin bütünü yalnızca bir defalığına biçimlendirilmiş, kolların ve bacakların şekline uygun olacak biçimde kesilmiş ve dikilmiştir; öyle ki, elbisenin dökülme özgürlüğü artık pek mevcut değildir."

Aslında giysiyle karşılaştırıldığı zaman, donu ilginç kılan şey, sakladığını göstermesidir; don, bol da olsa, gizlediği organın kalıbını alma eğilimiyle, işlevini yitiren maskeyi anımsatır bize -maskede merak edip canlandırdığımız şey, burada görmeye bırakmıştır yerini. Maskeli yüze bakarken araya belli bir mesafe koyma imkanı olmasına karşın, külota bakmanın önkoşulu, önce bu mesafenin kaybıdır. Dolayısıyla külot bağlamında imgenin kışkırtılması, gizlenen görüntüyü tahayyül etmekten ziyade, görüntüyle gidereceğimiz tutkulu ilişkiyi imler.

Don, ister istemez, giz'in iptali üzerine kuruludur; oysa bedenin varlığına ilişkin bu giz, giyside tersine dönüp, Greimas'ın deyişiyle, vücudun "sonradan oluşturulmuş imgesini yansıtarak" ortaya çıkar; görünen, bu imgeye izafe edilendir sadece.

Donlu insan iki defa çıplaktır; çünkü yalnız soyunmayıp soyunmayı zamana yaymıştır -hem çıplak, hem de belirleyici son anın mutlak hakimi.

Gerçekte, kendisini önceleyen edimin seyri, donun yazgısını belirler: çık/arıl/mak -devam etmekte olan bir işlemin (soyunmak) son halkası. Öyle ki, resmiyet kazanmış don olarak mayo bile, gizliden gizliye bu fiilin tutsağı olmaya namzettir.  

Mehmet Ergüven

The Spirit of Charles Lindberg



"Ağlama canım, lütfen.
Sayıları çok az, asla yeterli değil ama bu dünyaya, en geniş ufka odaklanmış olarak gelen adamlar var. En uzak ufkun ötesine onlar hiç zorlanmadan bakabilir, henüz keşfedilmemiş o ülkeyi onlar görebilir: Biz buna gelecek diyoruz.
İşte bu sözler öylesi bir adamdan. Ben de yine öylesi bir adama adamak istiyorum:
Senin için Bill.
Charles Lindbergh'in büyük “Spirit”i tarihe geçmek üzere uçuyor. 
Bunlar da o sırada yazdığı satırlar:

“Bir saat içinde ineceğim. Tuhaf ama hiç acelem yok. Hiç uykum yok. Vücudumda bir ağrı da yok. Gece serin ve güvenli. Kokpitte sessizce oturmak ve şu biten uçuşun tadını çıkarmak istiyorum. Sanki nadir bir çiçeğin peşinde, bir dağa tırmanış mücadelesinden sonra, tam bulup elimi uzatacakken anlamışım gibi: Asıl mutluluk ve tatmin onu bulmaktadır, koparıp elde etmekte değil. Koparmak ve yok etmek aynı şey. Nerdeyse, Paris birkaç saat daha uzakta olsun istiyorum. İnmeye yazık. Gece bu kadar berrakken... Depomda böyle çok yakıt varken...”

Senin için Bill."

çeviri: Ümit Ünal
Orson Welles'ın son kısası

Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu


Orson Welles çocuk yüzlü bir dev, dalları kuşlarla dolu büyük bir ağaç, ipini koparıp gül bahçesinde yatan bir köpek, çalışkan bir haylaz, akıllı bir soytarı, insandan kaçan bir hümanist,  sınıfta dalga geçen üstün bir öğrenci, işine geldiği zaman sarhoş gibi davranan bir taktik ustasıdır.

(Jean Cocteau)


Genel olarak dünyaya, özel olarak Birleşik Devletler'e, bölgesel olarak New York'a, özellikle tiyatroya, bu kadar titiz olmayalım, Hollywood'a kırk yedi yıl önce Orson Welles adında bir anka doğdu. Anka sözcüğünün çoğulu olmadığına dikkat ettiniz mi bilmiyorum: "ankalar" demek, gülünç değilse eğer, imkansızdır; "çok tek" demekle aynıdır bu. Bu sözcüğün niye çoğulu yoktur? Çok basit, çünkü anka tek bir kuştur; dünyanın başlangıcından beri yalnızca tek bir anka kuşu var olmuştur, yüzlerce, binlerce kez alevlerin içinden tek bir anka çıkmıştır. Truva yıkılıp yakıldığında tahta atın küllerinden bir ankanın uçtuğunu söylerler; efsanelere göre Roma'nın yandığı günlerde Neron bir anka besliyormuş; büyük Chicago yangınında, kavrulmuş mahkeme kayıtlarına sarmalanmış bir anka bulmuşlar. Dahası da var: bazı tarihçiler, birkaç arkeolog ve Kübalı profesör Apolonio, ateşi keşfedenin insan değil de anka olduğunu iddia ediyor.

Adı Orson soyadı Welles olan bizim ankamızın başarısızlıklar arasında tamamen yanmama ve her seferinde ortaya bir öncekinden daha güleryüzlü çıkma gibi bir şanssızlığı olmuştur. Şimdi hayatta olmayan dostu Richard Wright bile sevimli bir sitemle avutuyordu kendini: "Bir Orson Welles yeterlidir. İkisi kuşkusuz uygarlığın sonunu getirir."


1915 - 1985

Orson Welles Yurttaş Kane'le özdeşleşmeye o kadar yaklaştı ki birinden bahsetmeden öbüründen bahsetmek mümkün değil. Düşüncelerini çaldığımı itiraf edeceğim bir eleştirmen, hayatımdaki en etkili kişi ve tanıdığım en kötü arkadaş G. Cain galiba açıklamayı biliyor. Demişti ki: "Yurttaş Kane, insanın bir sanatçıdan sanatının kesin toplamı olarak bekleyebileceği bir başyapıttır, asla kariyerinin başlangıcı, ilk hareketi olarak değil.". Bir başka eleştirmen, F. Truffaut da "İnsan Yurttaş Kane'in yirmi beş yaşında bir adamın ilk yapıtı olduğunu anladığında kendi yapıtı hakkında biraz daha mütevazi olmalı" diyordu. Lanetlenmiş, hezeyan derecesinde övülmüş, inkar edilmiş, göklere çıkarılmış, yasaklanmış, tüketilmiş, eleştirilmiş, methedilmiş Yurttaş Kane, sinema tarihinde söyleyecek en çok şeyi olan filmlerden biridir. Tuhaf bir biçimde, dedikleri gibi bir yirminci yüzyıl mitosuna dönüşmüş olan yaratıcısıyla, Orson Welles'la mükemmelen değiştirilebilir.

G. Cabrera İnfante



Daha önce Yurttaş Kane'i izlemiş, ve ismini sıkça duymuş  
olmama rağmen Welles'ı en çok da Dava'yla keşfettim. Anladığım kadarıyla pek
 meşhur olan şarkısını da yeni işitiyorum: 



Indri

"... Orada, ağaçların tepesindeki bir indri.

Madagaskar'da bulunan en büyük lemurdur. Şu an sadece oraya oturmuş bizi seyrediyor. Buradaki lemur çok özel bir lemur. Bir adı var, David. Sir David Attenborough."

Wonders Of Life, Brian Cox
S01E03

Şeytanın Papazı

"Şeytanın Papazı, doğanın sakar, müsrif, budalaca denecek kadar
aşağı, korkunç derecede zalim işleri hakkında ne biçim bir kitap yazardı ama!"

Charles Darwin, 1856, Türlerin Kökeni'ne
başlamak üzere olduğu sıralarda



Başını dik tut, iki ayaklı insansı maymun. Köpekbalığı senden daha iyi yüzebilir, çita senden hızlı koşabilir, kuşlar senin yapamadığın şekilde uçabilir, Capuchin maymunu senden iyi tırmanabilir, fil senden güçlü olabilir; servi ağacı senden uzun ömürlü olabilir. Fakat sen hepsinden çok daha yüce armağanlara sahipsin: hepimize hayat veren insafsız zalimlikteki süreci anlama armağanı; aynı sürecin imalarına karşı iğrenme armağanı; öngörü armağanı (doğal seçilimin hatalarla dolu kısa vadeli yöntemlerine tamamen zıt bir armağan); ve kozmosun ta kendisini özümseme armağanı.

Bize eğitildiği ve özgürce düşünülmesine izin verildiği zaman evreni içindeki fiziksel kurallarıyla (ki bu fiziksel kurallar içinde Darwinci algoritma gömülüdür) modelleyebilecek yetenekte beyinler bahşedilmiştir. Darwin'in, Türlerin Kökeni'nin ünlü kapanış satırlarında söylediği gibi:

"Böylece, doğanın savaşından, kıtlıktan ve ölümden, kavrayabileceğimiz en yüce nesne yani gelişmiş hayvanlar oluşmaktadır. Başlangıçta birtakım güçlerin ya da bir ya da birkaç forma dönüştüğü bu yaşam görüşünde bir ihtişam var. Bu gezegen sabit yerçekimi yasalarına göre dönmekte iken öylesine basit bir başlangıçtan en güzel ve en harika biçimler evrimleşti ve evrimleşmekte."

Bu yaşam görüşünde, cahilliğin güvenlik şemsiyesinin altında kasvetli ve soğuk gözükebilirse de, sadece ihtişamdan fazlası vardır. Anlayışın sert rüzgarına karşı dik durmakla edinilecek derin bir yeniden canlanma vardır: Yeats'ın şiirindeki gibi "Yıldızlı yollar boyunca esen rüzgarlar". Başka bir makalede, öğrencilerine "tehlikeli yaşamayı" öneren ilham verici öğretmen F.W. Anderson'dan alıntı yaptım:

Yanan, heyecanlı, anarşik, devrimci, enerjik, çılgın ve Dionysosçu ateşle ve ağzına kadar müthiş yaratma arzusu ile dolu. İşte emniyet ve mutluluğu, büyüme ve mutluluk için riske atan insanın hayatı böyledir.

Emniyet ve mutluluk, basit cevaplarla ve rahatlamalarla tatmin olmak, sıcak ve rahat bir yalanla yaşamak anlamına gelir. Olgunlaşmış olan Şeytan'ın Papazı'nın öne sürdüğü şeytani alternatif risklidir. Muhtemelen bu rahatlatıcı yanılsamaları kaybedersiniz: inanç isimli emziği sonsuza kadar ememezsiniz. Bu riske karşılık, muhtemelen 'büyüme ve mutluluk' kazanabilir, büyüdüğünüzü bilmenin keyfini alabilir; yaşamın ne anlama geldiğini, geçici olduğunu ve bu nedenle de daha kıymetli olduğunu cesaretle karşılarsınız.
 

Şeytan'ın Papazı
http://www.youtube.com/watch?v=D5MrGxubcdE

ISIDORE




Geceleri deniz kıyısına gitme alışkanlığı edindim. Kıyıya dizilmiş balıkçı teknelerinin ışığı yanıp sönerdi. Deniz feneri, yıldızların arasında yer değiştiren bir yörüngeydi. Gözlerimi kapattığım bu deniz görünümü kafamın içindeydi, bir şişenin içindeki tekne gibi. Bunu yapmaya devam edersen, dedim kendi kendime, Tanrı olursun. Bir zamanlar evreni içselleştirmeyi başarmıştın, senin bununla orantılı genişlemenin kozmik bir bilince gereksinimi vardı. Böylece gizemli göz, evreni bir çocuğun mavi bilyesinin -bir ışık ışınının üzerinde dengelenmiş cam topun- saydamlığında görebilirdi.

Kumsal benim düşsel krallığımdı. Kendimi dünyanın kıyısında oturmuş, başımı dizlerime dayamış, dalgaların sesini dinleyen, tek başına, yalnız bir kral olarak düşünüyordum. Her şey benim bilincim sayesinde var oluyordu. Ben boşlukta filiz vermiş bir tohumdum, Baudelaire'in Les Flaurs du Mal'ini biliyordum, Mickiewicz'in, Byron'un, Musset'nin yapıtlarını, Poe'nun türettiği psikolojik cehennemleri biliyordum. Kendimi Baudeleare'in Le Voyage'ında haritaları ve pullarıyla gaz lambasının başında oturan çocuk olarak görüyordum, ancak benim erken gelişmişliğim evrenin uçsuz bucaksızlığına şaşmaktan çok evreni keşfetmenin insana önceden bilinebilirlik duygusunun ötesinde bir şey vermediğimi fark etmenin can sıkıntısına izin veriyordu. Şiirin yörüngesini tamamlamıştım, sonuçlarına katlanıyordum: "Bilinen dünyanın ötesinde yeni olanı aramak."

Kendi yansımama dalmış halde oturduysam, bilgiye ulaşmanın tek yolunun tikeli büyüteç altına koymak olduğuna inandığım için yaptım bunu.

Gençliğim erken olgunlaşmışlığın ateşiyle yanıyordu. Montevideo'da meydanın tam ortasında dururken ayaklarımın yerden kesildiğini, güçlü bir rüzgarın beni şimdinin sınırlarının ötesine taşıyıp asla görmeyeceğim, yaşamayacağım bir çağa bıraktığını hissediyordum.


Jeremy Reed'in
 romanından "Isidore"
  

Isidore - Lautreamont



"Ama, yakınmıyorum. Yaşamı bir yara gibi karşıladım, ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki,sonsuzluğun her anında bu açık çatlağı görsün yaratıcı."


Ducasse'ın son anları bizce bilinmemektedir. Bilinemezlerdi, çünkü ancak tek gerçeği gösteren bu bilgisizlik içinde görünebilirlerdi. Bu son saatlerin entrikası neydi? Napolyon otoritesinin gülünç görünümü altında, herkesin aklının yüce bir cisimleşmesi olan yasa, ona el kaldırdı mı? Egemenliğinin son bir devinimi içinde Maldoror Şarkıları'nda verdiği sözden döndü mü: "Hiçbir zaman kendi yaşamına suikastte bulunmamak?" Bu, o zaman anlamı olan bir söz vermeydi çünkü o zamanlar intihar, karanlıkların girişimiydi, ama bugün aydınlıklarınkidir ve kim karşı koymak ister, günün böyle bir çağrısına? Ya da, baştan başa, alınyazısını yazınla bağdaştıran, aşırmayla başkasının söz söyleme yeteneği içinde kaybolmayı önceden denemiş olan o, şimdi eskiden hemen hemen yok olan elinin, hem Maldoror'un hem kendisinin başlangıcını gösteren "Plut au ciel" yazmayı başardığı beşinci kattaki odada, artık bu kez ne uğultunun, ne gölgenin, ne sıkıntının, ne kötü düşüncenin bulunduğu aynı odada, bu kitabın önünde, her zaman "geleceğe ait", dinginliğe adanmış, sözcüklerde gerçekleşmek için yaşamının tek özsuyu olmayı isteyen bu dinginliğinin anlamını kavrayarak, acaba, aydınlığının en yukarısındayken son değişimini, tek gerçek olanı, bu anda ondan alçakgönüllülüğü ve hatta dinginliği yaratan değişimi çok güzel tanıyor mu?

Lautreamont'un sonu gerçekdışı bir şeyler saklıyor. Yasanın tek sözcüğüyle doğrulanmış, bayağılığa olabildiğince yaklaşan ölüm olayının  kısaca belirtilmesi içinde, "başka bilgi olmaksızın... öldü", yer almamak için gelmek gereksinmesini duymayan bu son, eksik gibi görünüyor. Lautreamont, çok garip bir biçimde silinen sonuyladır ki, sonsuza dek, kendisinin tek yüzü olan görünmenin bu görülemez biçimi oldu ve ölümün gizliliği içinde, sonunda herkesin gözüne kendini gösterdi, sanki böyle ışıklı bir yokluk içinde bulmuştu belki de ölümü, ama ölüm içinde de eksiksiz an'ı ve günün gerçeğini.

Maurice Blanchot 



***


Eudoxie Ducasse'ın Alvaro Guıllez Munoz'a verdiği fotoğraftan
Mendez Magarinos'un yaptığı tahta üzerine oyma Lautreamont
1972

***



Yeniyetmelik tavrı Şarkılar'ın oluşumunda önemli bir yer tutar. Lautreamont 24 Kasım 1870'te 24 yaşında ölmüştür. Bu genç yaşına karşın Lautreamont düzenin  nasıl işlediğini görecek olgunluktadır. "... Bir bireyden sonsuza dek acı çeken, uzlaşmaz, çıkış kapısından yoksun, akıl önünde her zaman düşünceden utanan bir varlık oluşturmak isteyen akılcı eğitim"in de farkındadır ve Maldoror'un Şarkıları' bu düzene karşı ufalama hareketine girişmiştir. Düzen'in lanetlileri Maldoror Şarkıları'nda hayat bulur. Tüm toplum dışı kişilikler adalet aramak üzere yola koyulmuştur. Bu yönüyle Maldoror başkaldırı'yı simgeler. Ama aynı zamanda konum değiştirme yoluyla Lautreamont, bu kişileri de düzenin kurbanı (Maldoror Şarkıları'nın iç düzeni) olmaktan (bile bile) kurtarmaz. "Yeniyetme'nin kanıyla beslen" (1. Şarkı) gibi dizeler "bir hıncın yeniyetme hıncının izleridir". Lautreamont bu hıncı dışa vurma yolu olarak şiddeti seçmiştir. Şiddet ve kötülük, bilincinde sonsuza dek sürecek bu iki öğe, şiirinin ana damarını oluşturur ve buradan hareketle akılcı toplumun adalet'i sorgulanır. "Maldoror yalancı değildir, zalim olduğunu açıkça söyler, gerçeği doğrular." (1. Şarkı) Bu noktada gerçeği doğrulamak, adalet denen düzen (devlet) aracına saldırmanın belirginleşmesidir. Maldoror yine de bir gün yeni bir insanın, yeni bir düzenin oluşacağı konusunda umutsuz değildir. Ancak kendisi hiçbir zaman değişmeyecektir, sonsuza kadar kendi bilincini koruyacaktır, savaşacağı (saldıracağı) şeylerin başında insan ve Yaratıcı gelir. Adalet'i kendisi sağlayacaktır çünkü insanlar, toplum ve Yaratıcı onu reddetmiştir.

Gaston Bachelard, Maldoror Şarkıları'nda hayvan yaşamına ait 400 belirti bulmuştur. Adı geçen hayvan sayısı ise 185'tir. Şiddetin ve saldırının somutlaştırılması hayvanlar aracılığıyla yapılmaktadır Lautreamont'da. Hayvanlık insanı ele geçirmektedir. Okuyucu da bu hayvanlık karşısında tepkisiz kalamaz. Düzene ve insan ruhuna (Lautreamont'un en önemli hedeflerinden birisi insandır çünkü ikiyüzlülük karşısında kendini sıkıştırılmış hisseder) bu saldırı, bir ele geçirme ya da değiştirme amacıyla değildir. Amaç saldırı'dır. Yaşamak için saldırmak söz konusu değildir, söz konusu olan saldırmak için yaşamaktır. Maldoror Şarkıları'nda savunma (dişi), saldırı (erkek) karşısında hiçbir zaman etkili olamıyor. Lautreamont'un şiirini belirleyen bu ilkellik, bazılarında bir ruh hastalığının izi olarak kabul ediliyor. Jean Pierre Soulier bu şiddet ve işkence sahnelerini (diri diri hayvanların içini açma, etleri kesme, parçalama, dağıtma zevki; kartal ejderhanın çırpınan kalbini gagasıyla oyuyor, Maldoror dudaklarını birleşme yerlerinden ayırıyor, genç bir kızın kolunu kloroform yardımıyla buduyor, Elseneur'un bileğini dilimliyor) şizofreniye yakalanmış bir yeniyetmenin anlatımı olarak görüyor. Maurice Blanchot ise tersine bu gibi şiddet anlatımlarını edebi bilincin fethinin izleri olarak görüyor. "Maldoror' Şarkıları aydınlığın eseri, aydınlık da Maldoror Şarkıları'nın eseridir".

Düzene karşı girişilen bu saldırı, yaşamın gerçekte, giydirilmek istenen akılcılık gömleğinden başka bir şey olduğunun farkına varma sonucunda başlamaktadır. Ve bize göre Lautreamont'a giydirilmeye çalışılan deli gömleği esasında onun akılcılık sultasını yerle bir etmesi karşısında paniğe kapılanlar tarafından kullanılan yeni bir yalıtma yöntemidir. Lautreamont'a deli diyerek, onun ortaya koyduğu belirlemeleri göstermemeye çalışmak, ikiyüzlü bir anlayışın ürünü olsa gerek.

Lautreamont'un bu şiddet anlatımı, nedenini belki de en iyi şu sözlerde kavrıyor: "Çocukluk sürecinden geçerek büyümek, kendisi de okul çağını yaşayan bir toplumun zorladığı bir rol ile kendi öz bilinci arasında insanlıkdışı bir çatışmaya mahkum edilmiş olmak anlamına geliyor." Kurumlara karşı giriştiği saldırılarla Lautreamont'un anlatımı belirginleşiyor. Blanchot bu saldırılarda yazarın kendi diliyle ve yaşadığı dönemin dili olan savaşımını ortaya koyduğunu söylüyor. Yadsımaya hiç gerek yok, Lautreamont'u ortaya çıkaran  içinde yaşadığı düzen ve değerler dizgesidir aynı zamanda. Zaten saldırılarındaki ve anlatımındaki görkemli taraf budur. Belki Isidore Ducasse okulda saçlarının kesilmesine izin vermiştir, ama Lautreamont saçlarına el bile sürdürtmüyor.

Levent Yılmaz  

RİMBAUD (John Zorn)


Brokeback Lovers (Ennis Del Mar & Jack Twist)





Eşcinsellik

Bir insanın cinselliğinin derecesi ve türü, tininin doruklarına dek uzanır. 
(Nietzsche)


Cinsel eğilimin izlediği biyolojik yasaların fazlalığı eşcinselliğin toplumca inşa edilmiş bir yapıdan başka bir şey olmadığı savını çürütür. Kritik dönem, hormonların etkisi, beyin yapısı ve işlevlerindeki farklılıklar cinsel eğilimde biyolojinin rol oynadığına işaret koyar. Ancak Kinsey'in de işaret etmiş olduğu gibi kişiler "koyun ve keçi" olarak ayrılamazlar. Ve bir ya da her iki cinsiyete karşı eğilim pek çok farklı boyutta gerçekleşebilir. Özgün yaşam deneyimleri benzersiz biyolojik potansiyellerle etkileşime girerek her bireyin kendine özgü cinselliğini ortaya çıkarmaktadır.

Bu etkileşimlerin karmaşıklığı ve insan deneyiminin sonsuz çeşitlemeleri de neden eşcinselliğe şimdiye kadar kimsenin bir "niçin" bulamadığını açıklamaktadır. Ne Gunder Dörner'in hormon kuramları ne de soğuk, mesafeli babalar, aşırı düşkün anneleri içeren psikanalitik kuramlar araştırmalarla kanıtlanabilmiştir. Eşcinsellik insana özgü başka birçok deneyim gibi insan çerçevesi dışında açıklanamayacak kadar karmaşıktır. En insafsız niteliğimiz özellikle yeti ve yeteneklerimizin muazzam çeşitliliği ise birbirimizle olan ilişkilerde bazılarımızda sevebilme yetisinin hemcinse yönelmesi hiç de şaşırtıcı olmamalıdır.

Eşcinselliğin cinsellikle değil de sevgiyle ilgili olduğu söylenmiştir. Eşcinselliği tanımlamak her ne kadar zor olsa da ki buna tüm disiplinlerde çalışan tüm bilim adamları da katılacaktır: eşcinselin kendi cinsinden birine aşık olan kişi olduğu açıkça söylenebilir. Karl Wrichs'in dediği gibi,

"Doğa, gerçek aşkın olduğu yerdedir."


Kitap: Eşcinselliğin Doğal Tarihi, 
Francis Mark Mondimore

(bkz:kaotikbenlik.blogspot.com /2013/11/brokeback-lovers)
(bkz: kaotikbenlik.blogspot. com. /2013/11/brokeback-mountain-2005-ang-lee)

Brokeback Mountain (2005, Ang Lee)



Soundtrack by Gustavo Santaolalla







Welles, Orson


Fransız Devrimi tek büyük yazar çıkarmıştır, denilir, onu da kabul etmedi: Sade. Sovyet devrimi şairlerini sevmedi: Alkol, intihar, çalışma kampları. Cumhuriyetimiz en radikal yazarlarına fanus geçirdi: Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Leyla Erbil. Coca Cola'lı, home computer'lı, sekiz silindirli Amerika tek dehasını hazmedemedi. Orson Welles'i durmadan nükseden bir çıban sandı, oysa dinlenen bir yanardağdı.

Aslında Amerikalılara hak vermemek elde değil. Rüştünü yeni ispat etmiş bir çocuk, tek bir radyo programıyla hepsini sokağa dökmüş ve toplumsal paranoyanın varlığını somutlayabilmişse, onu frenlemek gerekirdi. Üstelik bir fırsat daha verildi kendisine, Onu da kötüye kullanıp sinema tarihinin en iyi filmini yaptı: 1949

Yaygın kanı, ehlileşmiş olmasa bile, Orson Welles'in bir daha doruklarda gezemediği yolundadır. Eleştirmenlere, sinema tarihçilerine bakılacak olursa; yönetmen olarak bir daha Yurttaş Kane'in hizasına ulaşamamış, oyuncu olarak 'gövdesini gezdirmiş', tiyatroda ve televizyonda biraz muppet show'laşmış, kısacası, Swift'in deyimiyle 'bir sabun gibi ufalarak sürdürmüştür hayatını'.

The Trial. 1962, Orson Welles

Yaygın kanıları pek sevmem ben, onun için de bu filmin "öteki" seyircilerindenim. Tiyatro çalışmalarını, radyo ve televizyon izlencesini uzaktan olsun tanıyamadım gerçi, ama 1950 sonrasında yönettiği ve oynadığı filmleri gördüm, yazıları ve söyleşi metinlerini okudum, şarkısını dinledim. Orson Welles taşkın bir beyin, müthiş bir surat ve alabildiğine estetik bir gövde olmanın dışında, biricik bir ruhtu.

Othello'yu özellikle de Dava'yı düşünüyorum: Sinemada en zorlu olanı, uyarlamayı, inanılması bile güç bir boyutta gerçekleştirdiğine, Kafka'yı da Shakespeare gibi sinemacı kıldığına inanıyorum, kim ne derse desin. Jeanne Moreau ile Anthony Perkins'in bir bavulla yan yana yamaca tırmandıkları o "sinema tarihinin en uzun yan kaydırması"nın oluşturduğu sahne,  mahkeme kapıları ve salonu, K.nın çalıştığı büronun estetik iskeleti, ressamın atölyesine çıkan merdivenin tahta basamaklarının arasından sızan tehdit edici huzmeler, bir odada kıstırılmış bekleyen Akim Tamiroff, hepsinin ötesinde de kendisi. Profilden muhteşem Welles. Bir dışavurumcu sinema güldestesi. Bundan da fazla! Son çeyrek yüzyılın en iyi anlatılmış filmlerinden biri, tekrarlıyorum, kim ne derse desin.

Dava Üzerine / Enis Batur


The Trial, 1962, Orson Welles


Meğer Cahiers du Cinema Dava'yı kuşatan küçük ama derli toplu bir kitap yayımlamış 2005'de: Jean-Philippe Trias sisli arka hikayeyi adım adım gezdiriyor. Baktım, Piranesi konusuna o da girmiş. Asıl can alıcı olan, meraklıların çoğunun bildiğini sandığım konuyu yeni öğrendim: Muazzam mekan çalışmalarını Welles'in, o sıralarda terkedilmiş durumda, yıkılmayı bekleyen Orsay garında yapmayı akıl etmiş olması ürpertti beni. Hem de dört dörtlük gerekçelerle: "Keder atmosferi"nden Auschwitz'e ve Cezayir savaşına bağlayarak rayları.

Açık söylemek gerekirse Dava'yla ilgili hiçbir satır okuduğumu anımsamıyorum, filmi gördüğüm dönemde. 1969'da, İstanbul'da beş parasız bir lise öğrencisi: Nereden, ne bulabilirdim? Çevremde konuşabileceğim, diyalog kurabileceğim kimse yoktu. Şimdi o yalın halin önemi üzerinde bundan duruyorum: Artık bir filmi böyle izlemiyoruz, izlettirmiyorlar, azimli davranmadıkça ek bilgi yağıyor insanın üstüne. Nighwatching'in bitiminde, epeydir göremediğimiz "The End" yazısının ardından koskoca bir satır çıktı ekrana: Nightwatchingfilm.com! Dayanamadım, gözattım tabii, eve dönüşte: Yok yoktu! 'Fena mı, her şeyi ayağınıza getiriyorlar' diye akıl yürütülebilir, tersi yönde de: 'Rahat bırakmıyorlar'. Filmle başbaşa kalmak iyidir, bir süre. Sorular tırmalıyorsa, iz sürülür. Yakıcı olan, hala dilediğiniz filme ulaşmanın olanaksız kılındığı durumlarla karşılaşmamız: İşte Bergman'ın En Presence d'un Cown'u: Arte'de izleyebilmiştim, o gün bugün boş yere aradım her köşede: Yapımcılararası anlaşmazlık yaşanıyormuş, yeni öğrendim!


The Trial, 1962, Orson Welles

Dava'ya dönersem: Filim 1962'de çıktığında, doğan tartışmalarda bir toz bulutu oluşmuş: Sadakat mı ihanet mi kavgası bana komik geliyor, hele Brod'un Kafka'ya sadakatından sonra! Kafka on yıl daha yaşasaydı ne olacaktı? Dava'yı yayımlayacak mıydı, yoksa yok etme kararını mı uygulayacaktı? Diyelim ilk çözümü benimseyecekti: Metnin düzeni, sıralaması ne yönde gerçekleşecekti? Bu halini Max Brod'a borçluyuz.

Biraz daha eşinmek istiyorum Welles etrafında -onbeş yaş daha genç olsaydım, oturur küçük bir kitap, olmadı bir başkalaşım metni kurardım etrafında. Şimdi: Emin değilim.

Sekiz Buçuk bir yana, Başkalaşımlar'da sinemaya açılmamış olmam bugün bakınca tuhaf görünüyor bana. On film, on başkalaşım için en iyi onu, en etkilendiğim onu seçmezdim sanırım: Sorun'lar üzerinde yoğunlaşırdım. Dava, bir ucundan uyarlama konusunu, öbür ucundan suçluluk izleğini ayartırdı herhalde. Yazmaya koyulmasın kişi, nerelere uzanır!

Bugünlerde, Orson Welles Orsay'e çağırıyor beni -

The Trial (Franz Kafka'nın Romanından) 1962, Orson Welles


" Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan bir adam gelir. Adam kanundan içeri girmek ister. Ama kapıcı izin vermez. «Sonra girebilir miyim?» diye sorar adam. «Belki,» der kapıcı. Adam aralıktan içeri bakar: «Kanun kapısının herkese açık olması gerekmez mi?» 
«Ben izin vermeden içeri giremezsin! Ben çok güçlüyüm. Gene de kapıcıların en küçüğüyüm. İçerde başka kapılar, her kapının önünde başka kapıcılar var, her kapıcı bir öncekinden daha güçlüdür.»

Kapıcının izniyle adam oracığa oturur ve beklemeye başlar... Yıllar geçer. Adam, belki kandırırım umuduyla elinde ne varsa kapıcıya verir. «Bunları alıyorum ki sonradan "keşke şunu da

yapsaydım" demeyesin» der kapıcı. Uzun yıllar boyunca kapıcıyı gözetleyen adam, sonunda kapıcının kürkündeki pireyi bile tanır ve yaşlanıp çocuklaşınca, kapıcıyı ikna etmesi için o pireye bile rüşvet verir. Yaşlılıktan gözleri iyice körelen adam kanun kapısında bir parıltı fark eder. Parıltı kapıdan dışarı sızmaktadır. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşür. Daha önce hiç sormadığı bir soruya. «Amma da arsızmışsın, gene ne var?» diye çıkışır kapıcı. Adam soruyu sorar:
«Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?»

Yaşlılıktan adamın kulakları sağırlaştığı için kapıcı bağırır: «Senden başka kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi. Gideyim de kapatayım bari!...»


Bu öykü 'Dava' adlı romandan alınmıştır. Bu öykünün mantığının düşlerin mantığı ile

aynı olduğu söylenir ya da kabusların... "

(filmden)






Yazı: Enis Batur,
Sinema Yazıları

Herkesin ilk gençlik döneminde, üzerinde bağlayıcı, belirleyici etkileri görülen karşılaşmaları olur, bunların bir bölümü yapıtlarladır. 1968-1972 arası, 20 yaşı önceleyen zaman dilimi içinde, zihnimi ve duyarlığımı damgalayan yapıtlardan birisi Dava oldu. Ters bir sıralamayla: Önce Orson Welles'in filmini gördüm, sinematekte; sonra Kafka'nın kitabını okudum. İlk ciddi yazım, yanlış anımsamıyorsam, 1971'de çıkan, Dava'nın sinematografik anlatımıyla ilgili denemeydi.

Tamı tamına kırk yıl sonra, üçüncü kez izlerken filmi, seyreden öznenin evrimi üzerinde yeniden düşünme fırsatım doğdu. 1969'un ben'iyle 2008'inki nasıl karşılaştırılabilir? İlki birikim ve donanımdan yoksun, şaşkın ve hazırlıksız genç bir adam; ama el değmemişliğin, seçimlerini ve değerler dizgesini oluşturmuş olmanın uzağında durmasının bir daha geçerlilik kazanamayacak bir özgünlüğü var. İkincisi, en amiyane deyişle kaşarlanmış bir perspektif; hem kendi akıntısına kapılmış, hem, vakti geldiğinde, kıyıya çıkarak onu gözden geçirmeye çalışmış olgun adam.

Orson Welles'e, yolda döndüğüm, uğradığım oldu. Yazıktır, buzdağının görünmeyen bölümüne ulaşamadım. 1970 sonrası yaşadığı büyük girişimleri ve bozgunları, onlardan kalan yüzlerce saatlık çekim örneğin. Biriki üst film - sanıyorum bir tanesi de Dava'nın çekim süreci ile ilgili. Bir de, dostlarıyla tartışmalarını ya da düşünsel temrinlerini bile bir yardımcısı aracısıyla filme aldırmış, onlar. Çizimleri, skeçleri, notları. Gerçekten tanımak isterdim residua'yı.

Dava'da, öyle gördüm bu sefer, Piranesi'nin okkalı etkisi olmuş. Jenerikte ve sonda kullandığı siyah beyaz kara kalem çalışmalar yüzünden söylemiyorum bir tek bunu. Başta ressam atölyesinin ortasında geçen karabasansı sekans, birden fazla bölümde Carceri'nin uzantılarını seçtim.

Kafka ne düşünürdü, Welles'ın yorumu hakkında? Benim, bir edebiyat ürününden yapılmış en sıkı uyarlama saymam Dava'yı, bu görüşün başka yazarlar tarafından paylaşılacağı anlamına gelmez -bırakalım yazarın kendisini. Kaldı ki, Welles'in kendi içevreninin yarattığı bir güzergahı seçmiş olduğunu ileri sürmek eldedir. Elbet öyle yapacaktı, yoksa sinema adamı değil yönetmen sıfatı taşırdı.

Orson Welles'in Shakespeare uyarlamalarını da el üstünde tuttuğumu gizleyemem. Greenway'e dek, bir tek Kurosawa o ayar yorumlar getirebilmişti; benim gözümde.

Şimdi bakınca, Dava'yı bir bahane olarak kullandığı açıklık kazanıyor gözümde - tıpkı Othello'nun bahane oluşturması gibi.

Bir tragedya yazarı Orson Welles.

Aeschylles, Euripides: Bugün yaşasalar sinematograf olacaklardı.

Yol (Batur)

Ya ölüm? Yaşamımı yazıya, olmazsa susmaya dönüştürmeye karar verdiğimden beri ölümü yaşamıyor, yalnızca düşünüyorum.

...

Kötümser bir kişiyim. Bunun nedeni herhalde çocukluğumda, yetişişimde, ilk gençliğimin yaşama koşullarında bulunabilir. Bu da marxçı eleştirinin bulup çıkartabileceği, ruh çözümle birlikte bir sonuca götürebileceği bir durumdur. Dünya görüşümün kaynakları nelerdir. Ben yakın çevremde yer alan bir çok kişinin tersine, kitaplarda değil yaşam deneylerinde buluyorum onları. Kitaplar, bu dünya görüşüne destek getiren, dizgeler ve yöntemlerle besleyen bir eytişim oluşturmuşlardır yetişişimde. Evet, kuşku yok ki Schopenhauer'den etkilendim. Kafka'dan,  Mallarme'den, Antonioni'den de. Ama onlar, bana kalırsa, genç beynimde gezinip duran soruların bıraktığı gedikleri tıkamaktan öteye gidemediler. Onları okuduğum için kötümser olmadım, kötümser olduğum için onları okudum. Bir seçim ve -tatsız bir söz ama- bir çıkar sorunudur bu. Kişi, ötekinde kendi sorularını arıyor nedense. Bu dünya görüşünün bende oluşmasının  nedenlerini varoluşçuluk çerçevesinde arayanlar oluyor. Pek uzak bir bakış açısı. Ve yanlış bir odak. Varoluşçuluk ile ilişkim bütünüyle olumsuz olmasa bile zenginleştirici bir ilişki de olmamıştır. Onların trajiği kullanma yöntemleri hemen hep aykırı düşmüştür bana. Görüngübilim, varlıkbilim dolayında yapılmış çalışmalar için aynı şeyi söyleyemem buna karşılık. Heideger'den, Husserl'den, Levinas'dan pek çok şey öğrendim. Nietzsche'ye gelince, felsefesinin bana verdiği en önemli açkı, insanın kendi koşulunu sonuna dek aşabileceği olgusunda yatar. Eskiçağ felsefeleri olsun, ortaçağ felsefeleri olsun istemin denetiminde, yoksanışında bulurlar çıkış noktasını. İşte simyacıların "Le Grand Oeuvre"ü. İşte Nirvana, Sunyavada. Son evre hemen hep "sıfır" noktası nihil'dir.  Oysa, Nietzsche, 1881'den sonra "nihilizm"i aşabilmiş, indirgenmezliğe doğru yeni bir ışık yakmıştır. Doğal olarak aydınlık bir ışık sayılamaz bu: İnsanlığın Nietzsche'nin gösterdiği yere gelebileceğini sanmıyorum açıkçası. O biliyordu bunu, kaldı ki. Ama karamsarlık insan kadar eskidir. Bugünün karamsarları "insan özdeğin bir yanılgısıdır" diyorlar. Bu düşüncenin değişkenlerini Sokrates öncesi Yunan düşünüşünde görüyoruz. Hele Gorgias, hiç'i bile yoksaymıştır.

Bizim yetiştiğimiz dönem itibariyle önümüze çıkan panorama, 20 yaşlarındayken iyimser olunabilecek bir panorama değildi. Arkamızda eni konu gelişmiş bir Varoluşçuluk felsefesi; hatta, onun ötesine geçmiş düşünce uçları vardı. Giderek, hayatın anlamına dair karamsar bir tablodan yola koyulmamız durumu vardı. Hayatın bir anlamı aslında yok; giderek benim hayatımın da bir anlamı yok. Bu durumda yapılacak bir tek şey vardır. Bu hayatı terketmek. Ben bunun hala doğru olduğuna da inanıyorum ayrıca. Yalnız bu, her babayiğidin yapabileceği bir şey değildir. Herkes bir Seneca olamıyor ne yazık ki. Bunu yapamadığımız zaman da, bir kaçış içinde olduğumuzu ve olacağımızı kabul etmemiz gerekir: Açık yüreklilikle bakıp, "ben ölümle yüzleşemiyorum, hayatı terkedemiyorum, o zaman kaçacağım!". Hiç değilse, kaçacağın yer güzel bir yer olsun, o anlamsızlık bütünlüğü içinde bir anlamlılığı olsun!

Sanatçıların ezelden beri bu yolda buldukları sağlam bir tutamak var. Faust tipolojisinde dile gelen bir ölümsüzlük arzusu. Aslında biyolojik bir varlık olarak, herkes öleceğini biliyor. Ama, elinden çıkan şeylerin kendisinden sonra varlığını devam ettireceği, kendisine ikinci bir hayat tanıyacağı gibi bir tutamak yakalıyor sanatçı. Bugün oturup Vivaldi'yi dinliyorsam, Vivaldi yaşamaya devam ediyor. Ben bunu yapabilir miyim? Bir şeyler yazarak, öldükten sonra hayatımın devamını sağlayabilir miyim? Bu bir "challenge"dır. Bu "challenge"ı bilmek, o kaçışı daha anlamlı kılabilir. Sanıyorum, özetle, Enis Batur'un yapmak istediği şey de, pek çok başka yazarın, sanatçının yapmak istediği gibi: Kendisinden sonra, kendi sınırlı hayatının sınırlarını zorlayacak bir ikinci hayata yazdıklarıyla hak kazanmak. Hak kazanabilmesinin de kendi içinde kuralları olduğunu düşünüyor Enis Batur ve total bir dünyaya, beğenmediği, anlamsız bulduğu bir hayata karşılık olarak sunacağı daha anlamlı bir hayat inşa etmesi gerek yaptıklarıyla, önermesi gerekir hiç değilse. Bu, total bir arayışla olabilir ancak. O total arayışın paramparça bir düzenle de olsa, kotarılması için masanın başına oturuyorum.


...

Yoruldum, Enis, kendimden de, kendimdeki ötekilerden de.

Bu böyle sürüp gidecek mi, Enis? Bir kitaptan bir başka kitaba, bir kelimeden bir başka kelimeye, böyle kaydırak, gidecek misiniz hep? Gideceksiniz de, nereye varmak, ulaşmak adına? O denli korkuyor musunuz, kayboluştan, kayboluşumuzdan? Gövdenizin içinde ya da dışında bekleyen Ölüm'ün yok ettiği bütün anlamsal bağlantıları zorla, zorlayarak, koruyormuş-gibi-yapmak daha mı kolaylaştırıyor kaçışınızı? Enis, bir öteki miyim ben topu topu : Benim de kendi'm, kimse'liğim ve kimse-sizliğim yok mudur? Korku, yorum -diyorsunuz bir şiirinizde.

Soru, yorum : Ne zaman susacaksınız?


Şubat 92
Söz'lük

Kişi (Aruoba)

...

Kişi, 'birlikte' olamayandır.
Kişi hep yalnızdır - 
bu da, zorunlu ve gereklidir.

...

Kişi, hep, kendisini, kendi kendini
bilinçlendirerek atlatmak zorunda olan
varlıktır.

Kişi ancak kendi kendini atlatarak varolabilir: -
Kendini tam ve sürekli bir bilinç içinde tutmağa çalışan
kişi, ölümün kapısına dayanır- intiharın...

Kişiyi yapan, bilinçtir;
ama kişi bilinçle yaşayamaz
- onunla, ancak, ölür...

...

Kişi, kendini başkalarında arayan insandır - 
ama, kendini her bulduğu(nu sandığı)nda, hep, 
kendi kendine geri dönmüş bulur.

...

Kişi, insanların alışılmış ilişki biçimlerine girince, hep
aykırı düşer.

İnsanların ölçüleri açısından, kişi, aykırı durandır -
kişi, aykırı-insandır.

Kişi, aykırı-dır...

...

Kişinin neredeyse doğal sayılması gereken eğilimi,
 yıkılmaktır.

Kişi, hep, eğilimlerini belirlemeğe, yönlendirmeğe
çalıştıkça, aslında, hep, gizli gizli,
kendi yıkımına yönelir.

Kişinin yönelimi, yıkımıdır...

Kişi, yöneldikçe, yıkılır
-nereye yönelirse yönelsin,
ulaşacağı, yıkımıdır.

Kişi, 'çıkar' yolu olmayandır:
Kişinin yolları, 'çıkmaz sokak'lardır.

Kişi, çıkarsız-dır...

Afrika




Afrika benim kişisel benliğimdi. Fakat yedi yaşımdayken, henüz Afrika'nın aynı zamanda insanlığın  beşiği olmasının (aslında bu gerçek o zaman bilinmiyordu) değerini kavramak için çok küçükken oradan ayrıldım. Türümüzü şekillendiren yılların fosillerinin hepsi Afrika'dandır ve moleküler kanıtlar günümüzün bütün insanlarının atalarının orada yaklaşık son yüz bin yıl öncesi gibi yakın bir tarihe kadar kaldıklarını ifade eder. Kanımızda Afrika var ve Afrika'da kemiklerimiz. Hepimiz Afrikalıyız.

Tek başına bu bile Afrika ekosistemini olağandışı bir cazibe nesnesi yapar. O bizi şekillendiren yöredir; içinde ekolojik çıraklığımızı yaptığımız hayvan ve bitkiler topluluğudur. Ama eğer yuva kıtamız olmasaydı bile, Afrika bizi, muhtemelen Buzul Çağı ekolojilerinin son büyük sığınağı olduğu için cezbederdi. Eğer Cennet Bahçesi'ne gecikmiş bir bakış atmak isterseniz, Dicle ve Fırat'ı ve tarımın başlangıcını unutun. Bunun yerine Serengeti ve Kalahari'ye gidin. Yunanlıların Mora'daki dağlık bölgesini, Avustralya'nın iç kesimlerini unutun. Onlar çok yenidir. Olimpos'taki ve Sina'daki dağdan veya hatta Uluru'dan ne gibi bir şey inmiş olursa olsun, onların yerine Klimanjora'ya veya Büyük Yarık Vadisi'nden aşağı Yüksek Bozkır'a doğru bakın. Buralar yıldızımızın parlaması için *tasarlandığımız yerlerdir.  *Darwinci Doğal seçilimle


Richard Dawkins

Cosmos


Kozmos'un keşfi, kendi kendimizi
 keşif yolculuğudur...




Carl Sagan'ın seksenli yıllarda televizyon dizisi olarak sunduğu ve tüm dünyada geniş bir izleyici kitlesi bulmuş belgeseli Cosmos; kalan bölümlerine youtube'da dusuncebilim isimli kullanıcının hesabından türkçe altyazılı ulaşmak mümkün: Teşekkürler!

youtube.com /user/ dusuncebilim - Carl Sagan - Cosmos

Yukarıda belgeselin ilk bölümü Sagan'ın ölümünden sonra gerçekleştirilmiş, eşi Ann Durayan'ın bir konuşmasıyla - önsözüyle açılıyor, youtube butonundan altyazıyı aktif hale getirebilirsiniz. Belgeselin aynı isimle yayımlanan bir kitap hali de mevcut.



Sex, Death and The Meaning of Life (2012, Richard Dawkins)

Hepimiz öleceğiz.

Yalnızca bunun ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyoruz. Birdenbire, öylece bitiverecekse, yaşamın anlamı nedir ki? Gün geçtikçe daha fazla insan bir tanrı olmadığını fark ediyor. Ama dini değerler yaşamlarımıza yüzlerce yıl boyunca yön verdi ve üzerimizde halâ bir etkiye sahip. Ölüm karşısında huzur bulmak için, doğruyu yanlıştan ayırmak için veya kayıtsız ve umursamaz bir evren karşısında anlam bulmak için.

Eğer tanrı yoksa, hayatın anlamı nedir?

 Tarihteki en büyük zihinlerden bazıları hepimizin yüzleştiği o nihai soruyu cevaplamak için depresyonlar atlattı, hattâ intiharı bile düşündü:

"Ne anlamı var?"

Birçok insana göre, eğer bir tanrı yoksa hiçbir şeyin anlamı yok. Yaptığım konuşmalardan sonra bana en sık sorulan sorulardan birisi: "Sabahları kalkmaya neden zahmet ediyorsunuz?"


Bu film, benim bu soruyu yanıtlama girişimimdir.


DAWKINS: SEKS, ÖLÜM VE
HAYATIN ANLAMI





Birçok İngiliz çocuğu gibi, ben de Hıristiyan okullarına gönderildim... ve 13 yaşımdayken İngiliz Kilisesi'ne kabul edildim. Hıristiyan tanrısına inanırdım. Birkaç yıl sonra ise, bunun gerçek olmadığını fark ettim. Tanrı diye bir şey yoktu. Orada hiçbir şey yoktu. Bu deneyimi birçok insan yaşıyor ve farklı insanlar buna çok farklı biçimlerde tepki veriyor. Tanrısız bir yaşamla karşılaşıldığında verilebilecek en tuhaf tepkilerden biri, büyük Rus romancı Lev Tolstoy'dan gelmiştir. Benim gibi, Tolstoy da bir Hristiyan olarak yetiştirildi ve genç yaşta inancını kaybetti. "Savaş ve Barış" ve "Anna Karenina" gibi romanları sayesinde bir serveti, ailesi ve şöhreti vardı. Ama kırklı yaşlarının sonlarında, her şeyi sorgulamaya başladı. Tolstoy çaresizlik içinde, intihara uzanabilecek bir depresyon uçurumunun kenarında duruyordu. Ona böylesine azap çektiren şeye cevap bulamıyordu.

"Neden yaşıyorum? Hayatımda, ölümün kaçınılmazlığının yok edemeyeceği herhangi bir anlam var mı?"

Umutsuzca, yaşamın daha büyük bir amacının olduğuna inanmak isteyen Tolstoy bir umutla felsefeye ve bilime koştu, ama acısı daha da derinleşti.

"Sen sadece, parçacıkların geçici ve tesadüfi bir birikimisin. Sen, bir şeylerin rastgele bir araya gelmesinden oluşan bir yığınsın." 

Nihayet, Tolstoy bir yanıt buldu ve uçurumun kenarından geriye çekildi. Ruhani inziva ve adanmışlık. Tolstoy'un anlamsızlık tehdidine verdiği cevap geri gidip, Tanrı'yı bilinçli olarak kucaklamaktı.

"Tanrı gerçekten var. Bunu yalnızca bir an için fark ettim ve yaşamanın olasılığını ve keyfini hissettim."

"Tanrı'ya olan inancıma geri döndüm. Artık onsuz yaşayamayacağımı biliyordum."

Artık yaşlanmış olan Tolstoy bir Hristiyan cemaatine liderlik etmek için kendini toplumdan soyutladı.

Bilim Aşkı Üzerine Düşünceler

Aslında hayatta olunabilecek en heyecanlı, en tatmin edici ve en coşku verici zamanda yaşıyoruz; temel meselelerde cehaletten aydınlanmaya geçtiğimiz, merakla başladığımız ve anlayışla bitirdiğimiz bir çağ bu. Gezegenimizdeki bütün bu dört milyar yıllık yaşam boyunca, insan türünün dört milyon yıllık bütün tarihi boyunca bu eşsiz geçiş anını yaşama ayrıcalığına sahip sadece tek bir kuşak var ve o bizim kuşağımız.

Önümüzdeki birkaç on yıllık dönemde, evrenin oluşumuyla ilgili bazı sorular da dahil kökenler meselesi deneysel araştırmaya elverişli olabilir. Büyük kozmolojik soruların, insanlığın dinsel hassasiyetlerini etkilemeyecek akla yakın cevapları yok. Ancak cevapların bürokratik ve bağnaz dinleri bozguna uğratma ihtimali var. Sonsuza dek hep aynı kalacak şekilde kurulmuş, eleştiriye kapalı dinlerin uzun vadede yozlaşması bence kaçınılmazdır. Son zamanlarda yaşanan gelişmeler bu yozlaşma için uygun şartlar yaratmıştır. Kökenler ve sonları ilgilendiren sorularda dinsel ve bilimsel amaçlar hemen hemen aynıdır. İnsanın yapısı onu doğuştan gelen bir tutkuyla bu soruların cevabını bulmaya iter. Bunun sebebi belki de kendi bireysel kökenlerimizdeki gizemdir. Evet, modern bilimsel anlama kabiliyetimiz belki sınırlı ama MÖ 1000 yılındaki Babilli atalarımızınkinden çok daha ileri. İnanıyorum ki, gerek bilimsel gerekse toplumsal yönden yeniliklere kendini uyarlamaya gönülsüz dinler er geç silinip gidecektir. Bir inanç sistemi kendisine yönelik en ciddi eleştirilere cevap vermediği sürece hayatta kalamaz, gelişip ışıldayamaz.  



*************************************************************
- Daha düne kadar maymundular. Biraz zaman tanı onlara.

- Maymun maymundur, değişmez.

- Hayır, değişecek... Bir çağ sonra gel bak, o zaman göreceksin...

H.G.Wells'in Mucizeler Yaratan Adam öyküsünden
 uyarlanan filmde, Tanrılar dünya üzerine konuşuyorlar.
*************************************************************


BİLİM, bir bilgi bütünlüğünden çok bir düşünme biçimidir. Amacı Dünya'nın nasıl işlediğini bulmak, olası düzeneklerini araştırmak, tüm maddenin yapı taşı olabilecek atomaltı parçacıklardan yaşayan organizmalara, sosyal insan toplumuna ve oradan da evrenin tamamına değin her şeyin birbiriyle nasıl bağlantılandığını derinlemesine anlayabilmektir. Sezgilerimiz asla yanılmaz bir rehber değildir. Eğitim ve önyargılar ya da dünyadaki oluşumlara zaten kısmen açık olan duyu organlarımızı çarpıtabilir. Öyle ki, sürtünmesiz ortamda yarım kilo kurşunun bir gram tüyden daha hızlı düşüp düşmeyeceği gibi açık bir soru bile, hem Aristo hem de Galileo'nun zamanından önceki hemen herkes tarafından yanlış cevaplandırılmıştı. Bilim deneye dayanır, köhne sabit fikirlere istekle meydan okuyabilmeye, evreni gerçekte olduğu gibi görebilme şeffaflığına yaslar sırtını. Bu yüzden de bazen cüretkarlık, en azından basmakalıp bilgeliği sorgulayabilecek cesaret gerektirir.

Bunun ötesinde bilimin püf noktası gerçekten bir şey düşünmektir: Bulutların şekli; bir yaprağın bir çiğ damlasının oluşumu; bir isim veya sözcüğün kökeni -örneğin "Shakespeare" ismi veya "sevecen"-; insanın sosyal yaşamındaki adetlerin -mesela ensest tabusunun-sebebi; güneş ışığına tutulan bir merceğin kağıdı nasıl yakabileceği; bir bastonun nasıl olup da gitgide daha çok bir dal parçasına benzediği; yürüdükçe neden Ay'ın da peşimizden geliyormuş gibi olduğu; Dünya'nın merkezine inen bir delik açmamızı neyin engellediği; küre biçimindeki bir dünya üzerinde "aşağı" sözcüğünün nasıl bir anlam kazandığı; dün yenen öğle yemeğinin bugün vücut tarafından nasıl kas ve iskelete dönüştürüldüğü; veya evren sonsuz mudur ve sonsuz değilse öteki ucunda ne vardır sorusunun bir anlamı olup olmadığı. Bu soruların bazısının yanıtlanması oldukça kolaydır. Diğerlerinin, özellikle de sonuncusunun yanıtı bugün bile bulunamamıştır. Bunlar doğal olarak sorulan sorulardır ve öyle ya da böyle bütün kültürler bunlara benzer sorular sormuşlardır. Hemen her defasında "Öylesine Hikayeler" kabilinden önerilen cevaplarsa, deneye hatta kıyaslamalı gözleme bile dayanmayan açıklama girişimleri olmaktan öteye gidememiştir.

Oysa bilimsel zihin dünyayı sanki alternatif dünyalar varmışçasına inceler. O zaman şöyle bir soru sormak kaçınılmaz olur: Niçin var olan sadece gördüklerimiz de başka şeyler değil? Güneş, Ay ve gezegenler neden küre şeklinde? Niçin piramit, küp ya da on iki düzeyli küre şeklinde değil? Neden düzensiz, karmaşık şekillerde değil? Böylesi bir simetrinin var olmasının sebebi ne? Hipotezler üretmek için belli bir zaman harcar, bu hipotezlerin mantıksal olup olmadığını, diğer bulgularınızla uyuşup uyuşmadığını kontrol eder, hipotezlerinizi destekleyecek veya çürütecek deney yolları ararsanız kendinizi bilim yaparken bulursunuz. Ve bu düşünme alışkanlığı tekrar ettikçe onu daha da geliştirirsiniz. Bir şeyin -hatta Walt Whitman'ın dediği gibi bir çimen yaprağının bile- ta kalbine erişebilmek öylesine bir coşku, öylesine bir zevktir ki, belki de gezegendeki tüm canlılar arasında sadece insana özgüdür. Biz zeki bir türüz ve zekamızı kullanmak doğal olarak  bize haz verir. Bu bağlamda beyin bir kas gibidir. İyi düşündüğümüz zaman iyi hissederiz. Anlamak bir tür esrimedir.

Carl Sagan

Einsteın

Albert Einstein, Summer 1939 Nassau Point, Long Island, NY


Einsteın'ın din ve politika hakkındaki görüşleri birbiriyle bağlantılıydı. Ailesi Yahudi kökenliydi ama dinsel ritüeller uygulamıyorlardı. Buna rağmen Eınsteın, "geleneksel eğitim makinesinin, yani devlet ve okulun çarkları arasında" genel anlamda dini kabullendi. Ancak on iki yaşındayken bu inancı aniden sona erdi. "Yaygın bilimsel kitapları okuya okuya Kutsal Kitap'ta anlatılan hikayelerin doğru olamayacağı kanısına kesin olarak varmıştım. Bunun bende yarattığı etki aşırı özgür düşünüş ve beraberinde devletin gençliği kasıtlı olarak yalanlarla aldattığı inancıydı; muazzam bir etkiydi bu. Bu deneyimle birlikte giderek her türlü otoriteye, herhangi bir sosyal çevrede geçerli olan inanışlara hep şüpheyle yaklaşmaya başladım; daha sonraları sebebsel bağlantıları daha iyi değerlendirebildiğim için, başlangıçtaki o zehirleyici etkisini yitirse de yaşamım boyunca beni asla terk etmeyen bir tavır oldu bu."

Eınsteın'ın yaşamı boyunca iki temel eğlencesi oldu, keman çalmak ve yelkenliyle gezmek. O yıllarda yaşlanmış bir hippiye benziyordu ve bir bakıma zaten öyleydi. Beyaz saçlarını uzatıyor, ünlü ziyaretçilerini ağırlarken bile takım elbise, kravat yerine süveter ve deri ceket giyinmeyi tercih ediyordu. Onda gösterişin zerresi yoktu ve hiç yapmacıksız " İster çöpçü olsun ister üniversitenin başkanı, fark etmez, ben herkesle aynı şekilde konuşurum," diyordu. Sıklıkla halka açıktı ve hep başarılı olamasa da- zaman zaman lise öğrencilerinin geometri problemlerine yardım ediyordu. Bilimde en iyi geleneksel yol olduğu üzere, katı bir deneysel sınav standardını aştığı sürece yeni fikirlere açıktı. Açık görüşlüydü, fakat yakın dünya tarihiyle ilgili gezegensel felaket iddiaları konusunda şüpheciydi. Aynı şekilde duyu ötesi algı deneyleri de ona göre tartışmalı bir alandı; özellikle alıcı ve verici arasındaki mesafe artsa bile telepatik yeteneğin azalmadığı savı onun bu kanıya varmasında önemli rol oynamıştı.

Dini meseleler konusunda birçoklarından daha derin düşünüyordu ve sık sık da yanlış anlaşılıyordu. Amerika'ya yaptığı ziyaret sırasında Boston Kardinali O'Connel, izafiyet teorisi "ateizmin korkunç hayaletini maskeliyor" diye bir uyarıda bulunmuştu. Bunun üzerine endişeye kapılan New Yorklu bir haham Eınsteın'a bir telgraf çekti: "Tanrı'ya inanıyor musunuz?" Eınsteın telgrafla cevap verdi: "Ben, kendini varoluşun uyumunda, ihtişamında gösteren tanrıya, Spinoza'nın Tanrısına inanıyorum, insanların kaderi ve faaliyetleriyle ilgilenen Tanrıya değil." Bu günümüzde birçok ilahiyatçının da kucakladığı çok daha ince bir dinsel yaklaşımdır. Einsteın dinsel inançlarında alabildiğine samimiydi. 1920'ler ve 1930'larda kuantum mekaniğiyle ilgili basit bir kural hakkında ciddi şüpheler belirtmişti: Maddenin en temel düzeyinde parçacıklar, Heısenberg'ın belirsizlik ilkesinde bahsedildiği gibi tahmin edilemez bir davranış sergiliyordu. Eınsteın, "Tanrı evrenle zar atmaz" diyerek bir diğer konuşmasında ekliyordu: "Tanrı ince düşünür, ama zalim değildir." Hatta böyle aforizmalardan o kadar hoşlanıyordu ki bir gün Danimarkalı fizikçi Niels Bohr biraz da öfkeyle ona dönerek şöyle demişti: "Tanrıya ne yapması gerektiğini söylemeyi bırak artık!" Bununla beraber birçok bilimci, eğer Tanrının niyetlerini bilen biri varsa o ancak Eınsteın olabilir, diye düşünüyordu.

Eınsteın'ın son eylemi, Bertrand Russel ve diğer birçok bilimciyle, eğitimciyle birleşerek nükleer silahların geliştirilmesini yasaklamak için gösterdiği başarısızlıkla sonuçlanan çabaydı. Nükleer silahların her şeyi değiştirse de düşünme şeklini değiştirmediğini, savunuyordu. Düşman kamplara bölünmüş bir dünyada nükleer enerji insan yaşamına karşı en büyük tehlikeydi ona göre: "Nükleer silahları yasaklamak ya da topyekun yok olmak seçeneği bizim elimizde. Milliyetçilik bir çocukluk illetidir. İnsanlığın su çiçeği hastalığıdır... Ders kitaplarımız savaşı yüceltiyor ve onun korkunç yönlerini gizliyor. Çocuklara nefret aşılıyor. Bense savaşı değil, barışı öğretirdim. Nefret yerine sevgiyi aşılardım."

1955 yılında, ölümünden dokuz yıl önce, altmış yedi yaşındayken bütün hayatını adadığı amacını şöyle anlatıyordu. "Orada, ötelerde dev bir dünya vardı, biz insanlardan bağımsız, incelemeye, düşüncelerimize en azından kısmen açık, sonsuz bir bilmece gibi önümüzde uzanan bir dünya. Özgürlüğün çağırması gibiydi sanki bu dünyayı düşünmek... Bu cennete ulaşan yol hiç de dinsel yol gibi rahat ve çekici değildi ama kendisine güvenebileceğini kanıtladı ve ben onu seçtiğim için asla pişmanlık duymadım."  

Carl Sagan,
Bilim Aşkı Üzerine Düşünceler