Beau travail (dans scene)

Beau travail by Claire Denis (1999)
Can sıkıntısına neden olan nedir? yetilerin uyuşukluğu. Hiçbir şey bizi harekete geçirmediği veya teşvik etmediği zaman, tinsel olarak durgunlaşıyoruz ve ruhun bu durgunluğu, bu içsel boşluk can sıkıntısıdır. Bize vereceği hiçbir şeyi olmayan ve bizden hiçbir şey almak istemeyen kişi varlığıyla bizi kötürümleştirir. Bu kişi, sevincimizi, ruhumuzu, yaşam gücümüzü sızdıran ve kendini zenginleştirmeden bizi daha yoksul hale getiren bir emicidir. -Varlığından can sıkıntısını atmak, ne büyük bir tutumluluktur! Bunun için çok zaman yalnız kalmayı bilmek gerekir. Ama özbeğeniyi rahatsız etmeden yalnız kalmayı bilmek çok zahmetli bir sanattır.

...


15 Şubat 1866, perşembe

Uyumsuz ve sessiz yapımın ortasında her zaman bulduğum şey, eylemden derin bir korkudur. Kendimi denize atmak, gemilerimi yakmak, güvensizliğimi olduğu gibi tembelliğimi dehşete düşürüyor; ve önceki bütün düşüncelerim bana her zaman, çizilmesi ve yeniden yapılması gereken yanlış, boşluklu, sahte hesaplarmış gibi görünüyor. Bilinmez için, riskli için, kesin olan için duyduğum nefret her şeyin sonunda oluşuyor ve önceki akşamın tüm kararlarının üzerinde kalıyor. Sağduyu, akıl ve hatta kalp sessiz kalıyorlar ve sözü içgüdüye, her zaman reddetmeyi, çekimser olmayı ve rahat durmayı tercih eden pısırık içgüdüye bırakıyor. İşleri yalınlaştırmak için ölmeyi tercih edeceğim kesindir. Kendimi yönetmek benim için katlanılmaz bir şey. Korkum çok büyük ve bütün iyi atılımlar buna karşı hiçbir şey yapamıyorlar. Sorunsuzca, gevşekçe, özgürce ölmek, aynı zamanda önünde kaygılı benimizin geri çekildiği içsel bir ölümdür. İçimizde bize uygun olanı istemeyen ve acıdan daha fazla mutluluktan korkan bir şey vardır.

İntihar taşkınlığının çok fazla yumuşak ve türevsel biçimleri vardır. Eylemin tiksindirmesinin ve yaşamın titretmesinin nedeni insanın kendi içinde hem evet hem hayır olması ve paylaşılmasıdır. İstekten nefret edilir çünkü neyin arzu edilmesinin gerektiği bilinmemekte ve bir kararın uzun zaman destekleneceğine inanılmamaktadır.

...

"Mesleklerin en yorucusu, diyor Chourbuliez, susma mesleğidir." İşte yirmi yıldır boşuna buna uymaya çalışıyorum.

Batağın Derinlerinde: Amiel ve Pessoa

François Leuret, Val-de-Marne'daki Bicetre Hastanesi'ne başhekim olduğunda otuz iki yaşındaydı. Bicetre o tarihlerde akıl hastalarına “kucak açan" bir yerdi, ve o güne dek edindiği tecrübeler Leuret'de kesin bir inanç doğurmuştu: Deliler, yanlış davranışlar gösteren yaratıklardır ve iyileştirilmeye muhtaçtırlar. Bu doğrultuda hastaları korkutmaktan soğuk duşa sokmaya, hafif işkenceden geçirmeye dek uygulanmadık yöntem bırakmadı. Ancak 1834’te yayınlanan kitabında (Delilik Hakkında Psikolojik Değinmeler) şunları yazacak:  “Ne kadar uğraştıysam da... delice bir düşünceyi mantıklı bir düşünceden ayırt etmem mümkün  olmadı. Charenton’da, Bicetre'de, Salpetriere'de en çılgınca düşüncenin peşine düştüm; sonra onu dünyada hüküm süren fikirlerle kıyasladığımda şaşkınlıkla, hatta utançla arada fark olmadığını gördüm.” 

Leuret bilemezdi ama, o sıralar on üç yaşlarında bir delikanlı tam  da  Leuret'in dediği türden, delilikle mantığın birbirine karıştığı bir hayatın başındaydı. Kendi uçurumunu zihninde kazmaya başlamıştı daha doğrusu. Adı Henri Frederic Amiel'di.  Cenevre’de doğmuştu. Annesi o on bir yaşındayken veremden ölmüştü. Leuret'nin yapıtının Fransa’da yayınlandığı yıl, babası da kendini nehre atarak intihar edecekti. Henri Frederic ve kardeşleri amcalarının yanında büyüdüler. Henri Frederic önce Cenevre'de, ardından Heide1berg'de ve Berlin’de iyi bir eğitim gördü, coğrafya, tarih, estetik ve filoloji okudu ama en büyük ilgi alanı teoloji ve felsefeydi. 1849'da Cenevre Akademisi'nde boşalan estetik kürsüsünün yeni sahibi oldu. 1854'te ise felsefe kürsüsüne geçti, ölene kadar da burada kaldı. Flaubert’in ve Baudelaire'in çağdaşıydı, ne var ki ikisiyle de  tanışmadı. Paris’e, Londra’ya, İta1ya'ya yaptığı kısa yolculukların haricinde kendi köşesinde üç beş makale, birkaç şiir kitabı yayımlayarak sakin, durgun bir hayat sürdü. Bu barışsever adam, ne tuhaftır ki halk arasında tek bir eseriyle ün kazandı: Prusya kralı İsviçre sınırını tehdit ederken kaleme aldığı askeri marşla. Hayatının eserini yazmadı, hayatının kadınını bulamadı, bir bataklık durgunluğundaydı hayatı. Edebiyatın hep içinde olmuş, ama meselenin özünü ıskalamıştı. Duyguları olduysa da, görünüşe bakılırsa edebiyat ummanına bunları savurma fırsatını elden kaçırmış, ya da böyle bir işe gücü soluğu yetmemişti.

 Bu heyecan yaratmayan, renksiz yaşam öyküsü 1884 yılında sona erdi. Henri Frederic Amiel’in onu sıradan, sıkıcı bir akademisyen olarak tanıyan dostlarına, iş arkadaşlarına, ailesine nasıl büyük bir oyun oynadığı ise, iki yıl sonra ortaya çıktı. Amiel, yıllar boyunca günlük tutmuştu. İlk başta ara sıra, sonra gayet düzenli bir şekilde ömrünü kağıda dökmüştü. Günlerinin  akışını, okuldaki sınavları, yazdıklarını, her şeyini. Aslında bir ömürden daha fazlasını anlatmıştı. Dışarıda akademisyen Amiel rolünde dolaşan o kişiyi yazmıştı. Ve kendisinin, belki de yazdıklarında suretini gördüğü kişinin onun hakkındaki hislerini. Başarısızlık onda bir saplantıydı. Başarmak için her şeye sahipti: Sağlam bir eğitim görmüştü. İyi bir hatipti. Ancak istedikleri hep olağanın üstündeydi. "Bilinç, ancak mükemmeliyete ulaştığında huzur bulabilir,' demişti yayımlanan bir kitabında. Ve o mükemmeliyet, ona ulaşamamak korkusu onu usulca kendinden koparmış, gerçek eylemlerin, gerçek girişimlerin, gerçek insan ilişkilerinin yerine günlüğü geçirmişti.

Günlük yazan Amiel, akademisyen Amiel'in hayatını bu kelimeler hapishanesinin içinden izlerken bazen ayılıyor, kendine günlüğün anlamını soruyordu. Ve her seferinde onun yoldaşı, dostu, eczacısı, “yalnız insanın doktoru” olduğuna karar veriyordu. Öte yandan, kimse  fark  etmese de günlük sayesinde  çabuk  karışan  aklını da toplayabiliyordu. 31 Ocak 1853'te yazdığı gibi “hayatının dağılmasına, parçalanmasına”  bu  şekilde karşı koyuyordu.

Günlükte gördüğümüz Amiel, olayları analiz etmekte, kendisini  karşısındakinin yerine koymakta, kılıktan kılığa girmekte, büyük  yeteneğe sahip biridir. Dünyayı çok çeşitli açılardan kavrayabilmektedir, gördüğü çokyönlü eğitim yorumlarına da yansımaktadır. Ancak Amiel bu yetenekleri dışardaki hayata yansıtamayacağını düşünür. Sürekli hastalıklardan yakınır, üstelik ürkektir, sıkıntılıdır. Bir öğrencisinin ona sevimli bir mektup yazması, kız kardeşinin çiçek göndermesi, onda ancak ağır bir hastalığa yakalandığı şüphesini uyandırabilir. Çevresinde bir sürü kadın vardır, ancak hiçbiri onun hayat arkadaşı olamaz, zira gene mükemmeliyetçilik  devrededir.  “Bir kadının bütün ötekilerin  yerini  tutabilmesi için,” diye yazar 1860'da, “bir dalga gibi kıvrak, ışık gibi mükemmel olması lazım.” Böylece önce hayat karşısında cesareti kırıldığından, ardından başka çare bulamadığından ya da bulmayı istemediğinden bu acı verici yalnızlığa kendini bırakır. Bu hayat, 16900 sayfa sürer.

 Yıllar sonra, 1913'le 1935 arasında bir tarihte, Portekiz’de bir yazar “Amiel’in günlüğü hep canımı yakmıştır - ama kendi yüzümden," diye yazıyordu. "Scherer'in aklın meyvesini bilinci bilinci olarak tarif ettiğini söylediği yere geldiğimde, dosdoğru benim ruhumu ima ettiğini sezdim." Adı geçen Scherer, Amiel'i tanıyan biriydi ve günlükler ilk kez yayımlanırken başına ayrıntılı bir önsöz yazmıştı.


Yazarın adı Bernardo Soares’ti. Belki de Fernando Pessoa. Yirmi yıla yakın bir süre anlatılması imkansız, ya da ortak noktası sadece huzursuzluğu tarif etmek olan yazılar yazacaktı. Fernando masasının başına  çöktüğünde Bernardo'nun elinden, kaleminden deliliğini kağıda akıtıyordu. Sonra, bambaşka bir yüzle elini bu kez Ricardo Reis'in, Alvaro de Campos'un ya da Pero Botelho'nun hizmetine veriyordu. Yavaş yavaş, bir ömür boyunca insan ruhunun batağından çıkan yetmiş kadar hayalet o odadan, herkesin memur olarak bildiği Fernando Pessoa' nın evinden gelip geçecekti. Aralarında eşcinseller, kadınlar da vardı hatta, çünkü evreni kucaklamak isteyen, başlı başına bir edebiyat olmak isteyen birinin göğsünde bunlar da yasar.

Pessoa, dışarıda sıradan olabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Huzursuzluğun Kitabı'nın 128. bölümünde şöyle yazıyordu: “Anlaşılmak bana hep dehşet vermiştir. Anlaşılmak, insanın kendini satması demektir. Olmadığım gibi sanılmayı, gayet doğal bir biçimde, usulca, bir insan olarak gözden kaçmayı cidden tercih ederim. Hayatta hiçbir şey, iş yerindeki arkadaşlarımın beni 'farklı' bulması kadar öfkemi kabartmazdı. Onların gözünde farklı olmama ironisinin tadını çıkarmak  isterim.  Onların beni kendilerine benzetmesinin çilesini çekmeyi, fark edilmemek işkencesine katlanmayı isterim. Azizlerden, keşişlerden daha üstün nice şehitler vardır. Tıpkı  beden ve arzu azabı gibi, akıl azabı da vardır. Bütün işkenceler gibi bu da belli bir haz veriyor.”

Amiel, hayatta savaşırken kendini ikiye bölmüştü. Bir aynada suretini görmek değildi onun yaptığı, kendi ve günlüğü birer ayna olarak birbirlerine bakmış, baktıkça çoğalmışlardı. Tamamı hala bilinmeyen karakterlerin yaratıcısı olan, onların adıyla, kimliğiyle, yaşamöyküsüyle kitaplara, makalelere imza atan Pessoa ise, kendi içindeki aynayı kırmıştı. Yazarken, her bir kırık parçadan yansıyan görüntüyü seyretmişti. Hiçbiri tam olarak o değildi, üstelik bütün parçalar bir araya gelse gene de ondan başka, ondan öte bir kimlik ortaya çıkardı.

6 Haziran 1866, Çarşamba

İnsanın yapısı, kendi dışında hareket etmeyi ve kendi dışına bakmayı gerektirir; kendini sürekli inceleme yıpratıcıdır. Böyle bir şey genelde belki de iyilikten çok kötülük getirir ve verdiği ışıktan daha çok güç sarfettirir. Psikoloji ahlak değildir ve gözlem yücelme değildir. Kendi kendine konuşma yalnız insan için bir gereklilikse, eylem onun için daha da değerlidir. - Gözlemini aşırılığa götürdün ve bu zararlıdır.


Evlilik herkesin ve özellikle edebiyat adamı olan kişilerin harcı olmayan bir lükstür.

Tanrı kuş yavrularına yem verir
Ama iyiliği edebiyata gelince durur...


...

Yaşamın elimden kaçıp gittiğini hissediyorum ve ölüm bana hoş gelmiyor. Ne şimdiden, ne de gelecekten umudum yok. Bunun sonucu olarak, karanlık yıkım, sessiz hüzün, iç karartıcı melankoli. Zaten mutluluğa olduğu gibi mutsuzluğa da ciddi olarak inanmamanın sıkıntısını çekiyorum.

...

Sıkıntının nedeni her zaman aynı: boşluk, utanç, memnuniyetsizlik. Seni hareketsiz ve güçsüz bırakan bu kararsızlık güllesini sürüklüyorsun. Mutsuzluğunla savaşmak yerine onu canlandırıyorsun ve yaşamından soylu ve güzel bir şeyler çıkarma avuntusunu bulamadan onun kaybolup gittiğini hissediyorsun. Ey sıkıntı! ey öfke! ey ızdırap! - Doymayan kaygı gırtlağına yapışmış. Su alan ve denizin dibine ineceğini hisseden bir geminin içler acısı durumu içindesin. Yas, pişmanlığa ve dehşete karışan yas içini kaplamış. Kendinden kaçmayı, gölgenin dışına zıplamayı, lanetini sarsmayı, yazgını değiştirmeyi istiyorsun. Faydasız. Çilen içinden çıkamayacak. Çile, senin doğandır, kararsızlığındır, düş kırıklığındır, tembelliğindir, çekingenliğindir, gururundur. Bu, yitirilen zamanın ve onarılamaz hataların duygusudur, her gelecek sorunu karşısındaki her zaman şaşkın olan tereddütündür, sürekli artan utanç verici güçsüzlüğündür. Çöküntüne eşlik etmek ve küçülenin şarabını tortusuna kadar tatmak çok acı vericidir. Ama bu acı kurtarıcıdır.

Tek bir şey kalbi hafifletiyor: görevini yapmanın kararlılığı. Düzene ve iyiliğe dönüş bu noktadadır.

Arture 638




İtalyan ozan Eugenio Montale'ye adanmış, üzerinde şu sözcükle: 'Hayat' (A 638).

“Önemli biri. Onu okumak istememin nedeni, Italo Svevo’yu keşfetmiş olması, hem de Joyce'un Cremieux ve Larbaud'yla birlikte Paris’te Svevo'nun tanınmasını sağlamasından daha önce... Italo Svevo’yla yazışmalarını ve şiirlerini okudum... Hayatı bir duvarla karşılaştırıyor. (Ezberden okur:)

Ve dolaşırken göz kamaştıran güneşte
 hissetmek hüzünlü bir hayretle
 nasıl da benzediğini, hayatın ve acılarının,
 üstü cam kınklarıyla kaplı
şu duvar boyunca yürümeye.' 

(çev. Egemen Berköz)


Kafam karışmıştı. Epey acımasızdı şiiri. Pessoa’nın dediği gibi: ‘Yaşantı kaşıntıdır.’ Onu üstünde cam parçaları bulunan, kırmızı, tuğla bir duvar boyunca çırılçıplak yürürken betimledim...'



10 şubat 1866,

Yaşamını sakatlama ve taşlaştırma noktasına kadar yalınlaştırmak görev değildir. Yalnızca yokluğu arzulamak bilgelik değildir. Dünyadan elini eteğini çekmek faydasız ve belki de suçlu bir intihardır. Aşırı çekingenlik bir bozukluktur çünkü kişiyi bencillikle aynı noktaya getiriyor ve bencilliğin tüm görünümlerini alıyor. Kendi için yaşanmaktan korkuluyor ve sanki yalnızca kendi için yaşanılıyormuş gibi yapılıyor. Gözyaşları içinde mutluluktan yoksun kalınıyor ve sanki yalnızca kendi çıkarını düşünüyormuş gibi yapılıyor. Hiçbir konuda başkası rahatsız edilmek istenmiyor ve başkası bu istememeyi bir hakaret gibi görüyor. En azından düşman edinmek istenmiyor ve tüm bağlantılar ve daha sonra tüm dostluklar kaybediliyor. 


12 Şubat 1866, Pazartesi

Ruhun tereddütü ve karakterin kararsızlığı en küçük karalamada bile görülürler. Kusursuz tümce, gözüpekliktir, saf addır, ruhun duruluğudur. Eyleme geçmeyi önleyen güvensizlik aynı zamanda doğaçlama söze, akıcı stile ve kendiliğindenliğimizin bütün iyi yürekli atılımına büyük engeldir. Güvensizlik aslında kendini bırakmayı engeller ve onun yerine sürekli ve inatçı eleştiriyi koyarken sevinci kendi deliğine ve arzuyu sessizliğin içine sokar. (...)

Kulak kendini duyduğu zaman duyma duyusu bozulmuş demektir; kendini sürekli gözlemleme senin acı çekmene yol açan sinirlendirici kötü alışkanlığı yaratmaktadır. Yeteneğinin en büyük düşmanı senin içindedir: bu, ilk hareketine karşı duyduğun aşırı, hastalıklı bir güvensizliktir; bu, bir fikri terketmeden ve ona inanmadan önce onu yirmi defa yeniden gözden geçirme, yeniden okuma ve yeniden düşünme gereksinimidir. Bu ödlekliğin sürekli çoğalan ve hatta biçimleri denenmeden önce geri çektirten tasalanmaları vardır. Yazdığım zaman, bitmeyen bir doğurma ve inatla kendini engelleyen ve kendini son kurtuluşa bırakmadan yalnızca doğurmanın acısını sürdüren bir lohusa çalışması durumunda kalıyorum. Meyvasız doğurma, sahte sunuşun ebedi boğuntusu, onun sıkıntısını, işkencesini bilmek için hissedilmiş olması gereken özel bir duygudur. İşte bu nedenle yazdıklarımı bastırmaktan ve hatta düzenlemekten nefret ediyorum. Böyle bir şeyin alışkanlığını edinmekten ve ustalık kazanmaktan uzakta olduğum için, kendimi her zaman daha yeteneksiz hissediyorum ve bunun artan bir korkusuna maruz kalıyorum.


Derin Okur

Okuyordu. Eşsiz bir dikkat ve titizlikle okuyordu. Her işaretin karşısında, erkek peygamberdevesinin dişisi tarafından öldürülüp yutulduğu anda içinde bulunduğu durumdaydı. Karşılıklı bakışıyorlardı. Ölümcül bir güç kazanan kitaptan çıkan kelimeler, kendileriyle temas kuran bakışın üzerinde hoş ve rahatlatıcı bir etki yapıyorlardı. Her biri, yarı kapalı bir göz gibi, başka koşullarda kabul etmeyeceği aşırı keskin bakışın içeri girmesine izin veriyordu. Böylece Thomas, kelimenin özü tarafından görüldüğü ana kadar, yaklaştığında hiçbir savunmayla karşılaşmadığı bu koridorlara doğru süzüldü. Henüz korkutucu değildi, aksine uzatmak istediği neredeyse hoş bir andı. Okur, uyandırmış olduğundan şüphe etmediği bu küçük hayat kıvılcımına neşeyle bakıyordu. Kendisini gören bu gözde, zevkle kendini görüyordu. Hatta zevki giderek büyüdü. Öyle büyüdü, öyle acımasız oldu ki bunu bir çeşit korkuyla yaşadı ve doğrulup da -o dayanılmaz an-, muhatabından suç ortaklığına benzer bir işaret almayınca, canlı bir varlık tarafından gözleniyormuşçasına bir kelime tarafından gözleniyor olmadaki bütün acayipliği fark etti; hem sadece bir kelime de değil, bu kelimenin içinde bulunan, bu kelimeye eşlik eden ve kendi içlerinde de başka kelimeler barındıran bütün kelimeler -bir melek topluluğu gibi sonsuzluğa, ta mutlağın gözüne açılan kelimeler- tarafından gözleniyordu. Bu kadar iyi savunulan bir metinden ayrılmak şöyle dursun, bakışını geri çekmeyi inatla reddederek, hala derin bir okur olduğuna inanarak, tüm gücüyle metne hakim olmaya uğraştı, halbuki kelimeler onu çoktan ele geçirmiş ve okumaya başlamışlardı bile. Ancak akılla kavranabilen eller tarafından yakalanıp yoğruldu, dipdiri bir diş tarafından ısırıldı; canlı vücuduyla kelimelerinin adsız biçimlerinin içine girip onlara kendi maddesini verdi, aralarındaki bağları kurdu, varlık kelimesine kendi varlığını sundu. Saatlerce, zaman zaman gözlerinin yerini alan göz kelimesiyle birlikte, kımıldamadan durdu; cansızdı, büyülenmişti ve açıktaydı. Hatta daha sonra, kendini koyverip kitabına bakarken, kendini okuduğu metinin biçimi altında tiksintiyle tanıdığında, omuzlarına tünemiş O ve Ben kelimeleri kıyımlarına başlarken, anlamdan yoksun kalmış kişiliğinde, onu derinlemesine keşfe çıkan karanlık sözler -vücudu olmayan ruhlar ve kelime melekleri- kaldığı düşüncesini korudu. (sf. 22 - 23)







Derin Okur'a

Karanlık Thomas - Maurice Blanchot
Türkçe. 111 s.
Çeviri : Sosi Dolanoğlu
6 Ocak 1866, Cumartesi.

(Öğle vakti) Şanssızlık üzerine şanssızlık. Bu sabah her şey başarısızlıkla sonuçlanıyor ve uzun sürüyor. Keyifsizim ve her noktada engelleniyorum. Temizlikçi kadın, terzi, veliler, öğrencilerim, özen, istenç veya saygı eksiklikleriyle bugün bana sıkıntı vermek için aralarında anlaşmış gibiler. Üstelik, kendimden memnun da değilim. Bu engeller beni dalgınlaştırdı ve iyi ders veremedim. Bu başarısızlıklar beni üzüyor ve tiksindirtiyor. Kötü bir haftasonu ve yıla kötü bir başlangıç. - Ama özsaygı olmaz olsun! Yapman gerekeni yap, ne olursa olsun! Görevini yap ve gerisine boşver, özellikle yanılgıların ve başarısızlıkların şansını artırmaktan başka bir şey yapmayan bu keyifsizlik sarsıntılarına boşver. Bilincin ve aklın dinginliğine geri dön... Başkasına bağımlı olan şeylerin hiçbir önemi yok, sana bağımlı olan her şeyi düzelt. Ve ne söylenirse söylensin. - Bu öğleden sonra rövanşı iyi alalım; bu iyileşmeyi sağlamanın yoludur.

21 Ocak 1866, Pazar

Dünyanın geçip gittiğini bana tekrar etmek gerekmiyor; bana her şey kartalın kanatlarıyla kaçıp gidiyormuş ve kendi varlığım da dağılıp gidecek bir kasırgadan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. - Ölecek miyim? Yaşlı mıyım? Filozof mu oluyorum? Her zaman ebedi şeylerin çukuru bana çok yakın göründüğü için mi geçici şeylere duyulan sevgi bana gülünç görünüyor. Bitecek şeye bağlanmak neye yarar? Saçlarımın içinden geçen sonsuzluğun soluğunu çoktan beri hissediyorum ve bana canlılar dünyasına öbür dünyadan bakıyormuşum gibi geliyor.

(Gece, saat 12) Calderon şöyle demişti: Yaşam bir düştür. Ben düşümde düş gördüğümü görüyorum, bu da uyanışın uzak olmadığını gösteriyor. Ne önemi var?

Çünkü bugün eğer sana Tanrı'yı buldurursa
Yüzyıl değerindedir.

BLANCHOT

Monokl Blanchot Özel Sayısı (3)

blanchot biyografi ~ christophe bident, çeviren: atakan karakış
maurice blanchot ~ ahmet soysal
maurice blanchot'ya dair ~ emmanuel levinas, çeviren: damla şıkel
Sayı 3adlardan sonsuzluğa ~ nami başer
bütün zamanların tanığı ~ jacques derrida, çeviren: damla şıkel
unutulmaz blanchot ~ serdar rıfat kırkoğlu
marks'ın üç sözü ~ maurice blanchot, çeviren: nami başer
arkadaşlık (l'amitié) ~ maurice blanchot, çeviren: ahmet soysal
blanchot'nun adı ~ mert bahadır reisoğlu
hayalet ve ışık ~ a. sara kılıç
maurice blanchot ~ rené char, çeviren: ahmet soysal
bekleyiş unutuş ~ maurice blanchot, çeviren: damla şıkel
blanchot üzerine ~ jean luc-nancy, çeviren: mert bahadır reisoğlu
karanlık thomas üzerine ~ jacques lacan, çeviren: özcan doğan
öteye - adım felaket yazısı ~ maurice blanchot, çeviren: ahmet soysal
blanchot: dildeki öteki ~ umut karagöz
ve her şey kaybolur ~ yeşim keskin
dışarının yazısı ~ volkan çelebi / janset karavin



Bizi en az kimin tanıdığını biliyor musun? Yakınlarımız.
 Bu gerçekten bir yasadır. Buna itaat etmeyi bilelim.

...

W.B.


 Paris, 1937


Sanırım günışığına çıkmış bütün fotoğraflarına bakmış olmalıyım Benjamin'in. Her birine dikkatle, uzun uzun bakmışımdır. Kişinin olanaksız bir tanışmanın şartlarını zorlamasında utandırıcı herhangi bir yan görmediğimi söylemeliyim. 

Richelieu'deki kütüphane'nin bir odasında Gisele Freund'ün çektiği kare beni öteden beri düşündürmüştür. Dışarıda neler olup bittiğini biliyoruz: Çember gitgide daralıyor. Asıl ilgilendiğim, burada, içeride neler olduğu. Walter hemen her gün geliyor Bibliotheque Nationale'e; Pasajlar'ın çukuru büyüdükçe büyüyor, doldurduğu fişlerin bir noktadan sonra içinden çıkılmaz bir labirent oluşturduğunu anlamış mıdır? 

Belli ki Gisele'le sözleşmişler o gün. Elinde Leica'sı, gelip etrafında dolanmış epey, ışığın durumunu ölçmüş, "sen rahatına bak" demiş Walter'e: "Çalışmana devam et."

Kalem tombul parmaklarının arasında, kağıdın üzerinde ilerleyen mürekkep lekeleri geniş bir anlam haritasında yol alıyor. Bu bina, bu salon, bu masa ve etrafını kuşatan atmosfer, koku, siyah beyaz egemenliği tanımlanamaz bir mutluluk duygusu yaratıyor Benjamin'de, kendisini yalnızca o rahim noktada huzurlu hissediyor, Gisele farkında durumun, en doğru anı arıyor.

Gece evde, yazı masamda zamanlarını ve adreslerini bir tek benim bildiğim, yanyana içiçe izlerin içinden kurumuş bir yaprağa uzanıyor, sapından tutuyorum: Portbou'daki boş mezardan kopardığım o sarı leke bir şimdiki zaman daha yaşıyor.


26 Mayıs 1866 (Cumartesi) ...İstencim hiç yok, çünkü arzum yok, çünkü hiçbir konuda başarıya inanmıyorum. Ne olursa olsun hiçbir şey hedeflemiyorum çünkü bana sıfır görünen gücüme ve yarın bitecek gibi yaşamıma bel bağlamıyorum. Kendimi başlamadan önce bitmiş ve yaşamadan önce yaşlanmış hissediyorum. Bu mutlak geri çekiliş, benim ebedi eğilimimdir. Buda ile birlikte yaşamın kötülük ve ölümün iyilik olduğunu söylemeyeceğim; ama istemenin benim için yorgunluk olduğunu ve umut etmenin yüreğimin gücünü aştığını söyleyeceğim. Amaçsız yaşamak beni aşıyor ve bir amaca sahip olmak, artık benim için mümkün değil. Kendinden tamamen umudu kesmek aynı anda bütün kasları ve kemikleri parçalıyor. - Ama bu tuhaf ve gülünç bitkinlik nereden geliyor? Bendeki umut tohumunu yokeden gizemli bir incinmeden. Hangi dönemde? Çocukluğumda. Çünkü o dönemden beri başkalarının arzuladığı ve elde ettiği şeyleri ne istedim, ne de düşledim. Daha az zarar görmek için, bütün enerjimi her şeyden vazgeçmeye, bendeki kendini beğenmişlikleri söküp atmaya, kendimi hiçbir şey haline getirmeye harcadım. - O zamandan beri, bütün bu budanmış arzuların yaraları bazen kalbimin içinde kanarlar ve bundan yalnızca ıstırap doğar. 

... 27 Mayıs 1866 Pazartesi (Sabah saat 11) Bütünlülük ve düzenlilik bende olmayan şeyler, çünkü öngörmekten ve istemekten nefret ediyorum. Her uyku önceki günlerin üzerine sünger çekiyor ve her şeye yeniden başlıyorum. Gelecek ve geçmiş siliniyorlar ve yalnızca şimdiyle meşgul oluyorum. Bu her zaman aynı nakarat ve aynı aksaklık. Aldırmazlık benim barınağım oldu, benim tikim haline geldi. Yapacak, isteyecek ve kaygılanacak hiçbir şeyi olmamak, tembelce hayal kurmak veya rastgele okumak, benim zevkim ve tutkumdur. Eylemle ilgilenmemek, işte benim eğilimim ve saplantım. Bana, yaşam tarafından dağıtılmışım ve kovulmuşum gibi geliyor ve bu bilinmemezlikten yararlanıyorum. Her gün biraz daha fazla sessiz gözleme yöneliyorum.

... 29 Mayıs 1866. Salı (Sabah saat 9) Bu sabah üzüntülüyüm. Ahlaksal gücüm, sağduyum, becerim kalmadı. Keyfi bir şekilde her tür aptallıkları yapıyorum ve inatla bütün yeteneklerimi köreltiyorum. Beni rahatsız eden, bana sıkıntı veren veya beni yaralayan şeyleri unutma alışkanlığına kendimi o kadar kaptırdım ki kafamda tutmaya çalıştığım her şeyi unutmaya başladım. Düzensizlik, bozgun, bitkinlik. Bu belirli hiçbir hedefe, sabit bir ilgiye sahip olmamanın ve hiçbir tutkuya kapılmamanın sonucudur. Az inançlı bir insan olarak, neden kuşku duydun, her zaman kendinden ve yazgıdan kuşku duyuyor musun ve her zaman kuşku duyacak mısın? -  Toz gibi ufalanabilir, hava gibi kaygan, dalga gibi devingen biri olarak, ne tutarlılığın, ne de karakterin var. Hiçbir şey yapmıyorsun ve hiçbir şey istemiyorsun; günlerin ne ayı, ne de yılı oluşturabiliyor; düşler ve kararsızlıklar halinde uçup gidiyorsun, ve yaşamının ne planı, ne sürekliliği ve ne de dönüşü var. Bu dayanılmaz bir şey. Bu güçsüzlüğünle ne itaat etme noktasına ne de düzeltilemezliğinin gerçekliğine bile gelemedin. 

Böylece kitapların seni kişisizleştirdiğini ve yolundan saptırdığını, buna karşın insanlarla temasın seni kendine getirdiğini ve bireysel varlığını ortaya çıkardığını biliyorsun; ama sen yalnızca kitaplarla yaşıyorsun ve benzerlerinle konuşmuyorsun. Yalnızlık sana zarar veriyor ve sen onun içine zevkle dalıyorsun. Kendi kendine konuşma seni verimsiz bir şekilde yıpratıyor ve artık bundan başka bir şey de yapmıyorsun. Kendini parçalanışın kılık değiştirmiş tutkusuna ve intiharın sessiz saplantısına bırakıyorsun. İçsel gözlemin kötürümleştirici ve büyüleyici bir özelliği var ve sen bunu inatla geliştiriyorsun.

Arture 580



Arture 580: Karl Marx ve Friedrich Nietzsche

Bu iki Alman düşünürü (Marx için 1818-1883: Nietzsche için 1844-1900) karşılaştırmak geldi aklıma, o kadar. Hayatımın yarısından fazlasını onlarla, onların etkisi altında geçirdim diyebilirim! Ama onlar birbirlerine hiç ilişmemiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Marx'ın metinlerinde Nietzsche'nin adına rastlamadım hiç. Nietzsche sosyalizmle o kadar ilgilenmiş olmasına rağmen, Marx'ın yazdıklarını hiç görmemiş. Yanılıyor olabilirim. Ne fark eder. 

Buradalar işte, ikisi de, karşı karşıya!

27 mart 1866
Salı

(Gece, saat 9.30) Yağmur geri geldi. Masalarımı ve raflarımı düzelttim, bu düzen sevincini verirken aynı zamanda düzensizlik duygusunu veriyor. Zamanımdan, bana kalan güçlerden, harcayacağım yaşamımdan hiçbir şey yapmadığımı ve bunun sonucu hiçbir şey yapmayacağımı her gün daha iyi görüyorum. Haftalar, aylar birbirini izliyor ve tasarılara ve eyleme gelince kendimi tam olarak aynı noktada yeniden buluyorum. Bu kendi ekseni etrafında dönme, bu yerinde durmayan sabitlik, bu verimsiz çalkantı, beni gelecek için korkutuyor ve şimdi için içimi sızlatıyor. Değirmen taşım hiçbir şey öğütmüyor ve boşuna dönüyor.

Sabit bir amaç olmadan her şey, mutluluk ve ün kaybedilir,
Devam etmeden hiçbir şeye ulaşılmaz.

Günlerim ve mevsimlerim nereye gidiyorlar? hiçlik, iz bırakmayan okumalar, konusuz sohbetler, gereksiz kararsızlıklar, izsiz ziyaretler, devamı olmayan başlangıçlar, yararsız düşler, özet olarak önemsiz şeyler, boş lakırdılar, kendini beğenmişlikler halinde tükeniyorlar. Tüm zamanım öngörülemeyene, günlük aptallıklara harcanıyor ve bir kışın sonunda, kendimi ne daha bilge, ne de daha ileride değil de daha da yaşlanmış olarak buluyorum. Süslenme, gazeteler, mektuplaşma, isimsiz işler, faydasız hareketler en aydınlık saatlerimi emiyorlar; ve buna rağmen hiçbir yerde görülmüyorum, yalnız başına, neredeyse bir keşiş gibi yaşıyorum. Tiyatroları olduğu gibi kütüphaneleri, çalışmayı olduğu gibi zevki savsaklıyorum. Özet olarak, bir budala gibi yaşıyorum ve biyografisini yazmak zorunda olduğum Mornex'nin zavallı keşişinin ayırıcı özelliği olan bu benzersiz güçsüzlük yönüne doğru dev adımlarla ilerliyorum. Zevklerim dadı ve büyükanne zevkleri, yumurcaklarla çocuk oyunları ve kadınlarla sonuçsuz kalan gevezelikler. Bana gevşemişim ve bütün erkeksi tutkular beni terk etmiş gibi geliyor.



Arture 530 - 531


530. ve 531. arture'lerı, Lyonlu psikiyatr P. Max Simon'a borçluyum, akıl hastalarının yazıp çizdikleriyle ilgilenen ilk doktorlardan biri (“Les ecrits et dessıns des alıöns‘. Archives de I 'anthropologie criminelle. no.16.1888).

"Bir dostumun kır evindeydim. Geldiğim günün gecesinde, rüyamda bir çimenliğin önündeydim, harika devekuşları ağır ağır, sessizce dolaşıyordu, olağanüstü boyutlarda tavuklar vardı, devasa, neredeyse korkutucu biçimleriyle moaları andırıyorlardı. Kısa süre sonra uyandığımda, bu rüyanın anlamını çözmek zor olmadı; çünkü yakınlarda bir yerlerden horoz sesleri, kümesten gurk! gurk! eden tavukların gürültüsü geliyordu: anlattığım o düşsel imgeleri uyandıran belli ki bu sesler olmuştu. [...]








Bir başka sefer, yine sabah vakti, parmaklarımı belli bir pozisyonda tuttuğumu çok net bir biçimde fark etmişken, yine rüyamda, kocaman olmuş bir el gördüm, gerçekte parmaklarım ne şekilde duruyorsa, aynen öyle duruyordu. Bir başkasında, elimde gezinen bir sinek olduğunu hissediyordum, ve gözlerim kapalı, aynı böceğin görüş alanımda son derece net bir biçimde belirdiğini gördüm. " (P. Max Simon, Le monde des reves, 1888.)

MUTLAK DÜZEN

Mutlak Düzen:

Beklenmediğin payını ayırarak ama değişmez bir şekilde düzenin payını koruyarak; faydasız olanı yokederek; her hafta belirli sayıdaki saatin her zaman aynı amaca ayrılmasını sağlayacak şekilde kesin olarak hesaplanmış bir planı izleyerek; birdenbire yazmaya ve net ve kusursuz yapmaya alışarak yani sürekli yeniden başlamaya neden olan kararsızlığı, titremeyi, tereddütü, içsel kaosu altederek.

Tereddütü silmek, kendine egemen olma konusunda pişmek, sağduyuyla faydalı şeyi verimsiz ve yararsız olandan ayırdetmek; amaçsız hiçbir şey yapmamak ve haftalarını gerekli bir muhasebeye bağımlı kılmak, yaşamını yalınlaştırmak ve başlanmış şeyleri kesinlikle tamamlamayı istemek, izlenmesi iyi olan bazı yönlerdir.

Çalışmada düzen
İstençte düzen
Alışkanlıklarda düzen
Tasarılarda düzen

İzlenecek bir ideal ve bu ideale yaklaşmak için enerji ve düzen gereklidir.

Temizlik, düzgünlük, özen düzene aittirler. Yalnızca düzen, bütünden yarar elde edebilir, zamandan, şeylerden, yetilerden, içerdiği tüm faydalılık miktarını çıkarabilir. Düzen, hepimizin yönetmek zorunda olduğumuz özün en üst derecede sömürülmesidir.

...

İstencin disiplinle, kuralla ve çileyle eğitilmesi, işte uzun yıllardan beri savsakladığın şey bu...

Kendini yönetme, güçlerin akla uygun ekonomisi, yaşamın yönetilmesi, sorumluluk duygusu, görevin açık bilinci, eğilimlere egemen olma, boş düşüncelerin, başıboş isteklerin, verimsiz eğlencelerin bırakılması, saatlerin ciddi hesabı, tek ölçüsünün net ürün olduğu çalışma zorunluluğu,

... 

başkaldırmadan çok aldırmazlıkla unutulan, bir tarafa bırakılan ve dinlenmeyen ödevler. Biçimciliğe olan nefretin nedeniyle disiplini savsakladın.

Sakınımlılıkla amacını yalınlaştır.
İstencini alışkanlıklarla eğit.
Kendini dayanıklılığa uyarla.
Boş veya faydasız uğraşları yasaklayarak zamanı yeniden satın al.

...

Mizacın uyarıcıları yardıma çağırıyor; o halde yapabildiğin ölçüde morali ağırlaştıran, azaltan, bozan kişilerle temastan kaçın ve bunun zıttı bir etki yapan ve iyilikten zevk aldırtan, umudu, sevinci, enerjiyi canlandıran kişileri sürekli arayıp sor.

...

Her ne pahasına olursa olsun içsel esnekliğimizi, gerilme ve dikkat, canlılık ve merak kapasitemizi koruyalım. Her gün bu niteliklere sahip olan üç saat, makinasal devamlılığın ve hayvanca çalışmanın on saatinden daha değerlidir. El emeğine dayanan mesleklerde, çalışma saate göre hesaplanır ama entelektüel mesleklerde  her şey kafaya ve onun titreşim sayısına dayanır. Yoğunlaşma şiddeti her şeydir ve her zamanın uzunluğu hiçbir şeydir. O halde düşünürün çalışması arabacının veya marangozun çalışmasından farklıdır, ortak olan şey yalnızca güç gereksinimidir. 

Kendi gücünün yenilenmesi, kullanımı, yönetilmesi, yaşamın büyük sanatıdır; kafanın bir perhizi ve ruhun bir sağlık korunması vardır. Öğütlere uyulmadığı ve bundan dolayı acı çekildiği zaman bu olgu hemen anımsanır. Rahatsızlık, fiziksel pişmanlıktır, bize tıbbi bir günahı gösterir. Bilgelik bu derslerden yararlanmak ve gelecekte daha iyi hareket etmektir. 


...

Alışkanlık, özellikle edilgen alışkanlık, hiçbir şey yapmama, her şeyi gidişatına bırakma, ilgisiz olma, her şeyden vazgeçme alışkanlığıdır! Artık karar verme gücü ve isteme zevki kalmamıştır. Böyle bir durumda eylem dehşet uyandıracak ölçüde bizi rahatsız eder. - Gevşek hayal, isteksiz dinginlik bizi afyonlu etkisiyle örter; artık bu uyuşturucu istilaya karşı bile çıkılmaz; uyuşulur, uyuklanır.

Uyuyan sen, uyan ve ölülerin arasından kalk!


...

Alışkanlığın bütün gücü nasıl altedilebilir ve yeni bir güçle farklı bir yaşam nasıl kurulabilir? istence yeniden nasıl kavuşulur? Varlığını nasıl yenileyebilirsin? Birdenbire alışkanlıklarını, çevreni ve koşullarını değiştirerek ve özellikle yeni bir ilgi ve yeni bir dürtü bularak.


...

"Yaşamda hiçbir şeyi erteleme, yaşamın eylem, sürekli eylem olsun!"
Wilh. Meister'in Ahlakı (Goethe)


Süreklilik olmadan hiçbir şey olmaz.

...

Öncelikle zaman yaratmak, saatleri ayırmak, bir düzen kurmak gerekir. Sürekli olarak parçalanan örümcek ağı olan programına yeniden başlamak ama bu kez, programın basit eğilimlerine, onları yürürlüğe koyarak ve uygulamaya geçerek yaşının gücünü sağlamak gerekir. Kendine çalışma alışkanlıkları yarat: kırk yaşını geçtikten sonra bu öğüt noktasında olmak utanç verici değil midir? Ama bu bir gerçek, hiçbir şekilde çalışma alışkanlığın yok ve sonsuz geçicilik içinde yaşamını sürdürdün. Hangi eşsiz tuhaflığınla en güzel zevklerinin tatminini reddettin ve gerçek yapının dileklerine karşı çıkmaya çalıştın?...


kendini aşırı bir şekilde inceleme
ilgi ve belli bir amaç eksikliği
istencin çalışmaması
iletişim ve toplumsallık eksikliği.


Ve tedavi? Daha fazla kendi dışına çıkmak.
Düş kurmayı eğlencelerle,
faydasız dönüp durmaları yürümeyle,
cansızlığı çalışmayla
ebedi güvensizliği eylemle
savunmayı görevle değiştirmek.

İstencin çilesi, disiplin, ruhun daha iyi bir sağlık bilgisi, işte tedavi için izlenecek yol. -

...

Eğer bir idealin varsa, yaşamını bu ideal üzerinde kalıba dök ve dostlarına ve yakınlarına karşı bile özgürlüğünü koru. Başkasına iyi geleni değil, kendine iyi geleni yap.


... Çok sakınımlı olan insan yazgısından yoksun kalır;
Yaşamını uyuşuk düşlerle saçıp savurur;
Günün, ayın, yılın boşuna geçip gitmesine izin verir,
Sonunda çocuk beyaz saçlarla uykusundan uyanır.



Henri Frederic Amiel
(1821 - 1881)

"Günceler"den

ağustos


İZ

İnsan iz bırakmak ister, işini iz bırakmak olarak da görüyorsa, görmüşse.

Romantik optik, denilebilir. Günüyle sınırlı bir gerçekçilik beni baştan başka bir işe, uğraşa, yaşama anlayışı ve biçimine götürürdü. O dünya yerine bu dünyayı, öyle yaşamaktansa böyle yaşamayı istedimse, işin içinde, besbelli çok genç bir yaştan harekete geçmiş bu türden bir kıpıölçer olduğu içindi.

Kayboluşu istemedim, kim ister kayboluşu. Bu bağlamda kayıtsız, beklentisiz olanlar vardır herhalde; gene de yaratma güdüsünün içinde bir kalıcılık, bir iz bırakma kuruntusu olmadığını söylemek güç olsa gerektir.

Bir kibir, bir büyüklenme okunamaz mı bu duruşun özünde? Genişçe ele almak istediğim bir konu, soluk ayarı yaptıktan sonra.

E.B.

Orson Welles (The Trial)









— Dava’da, (The Trial) gücün kötüye kullanılmasına karşı ciddi bir eleştiri yapmışa benziyorsunuz; en azından bu unsur daha fazla be­lirginlik kazanıyor: Perkins bir çeşit Promethe görünüşünde.

— Aynı zamanda küçük bir bürokrattır da. Onu suçlu olarak görü­yorum.

— Neden suçlu olduğunu söylüyorsunuz?

— Kim bilir. Perkins kötülüğü temsil eden birşeye ait ve aynı za­manda kötülüğe bağlı biri. Kendisine yöneltilen kınama, ayıplama ve azarlamadan sorumlu değil, ama aynı zamanda suçlu da. Suçlu bir top­luma ait ve onunla işbirliği yapmakta. Sonuç olarak, ben bir Kafka tak­litçisi değilim.

— Joseph K. mücadele etmek zorunda mı?

— Mücadele etmiyor, belki mücadele etmek zorunda kalacaktı fakat filmde tavır almadım. K. sürekli işbirliği yapıyor, Kafka’nın kitabında da bu böyle. Ben, sadece sonunda acımasız, taş yürekli cellatlara mey­dan okumasına izin verdim.

— Bu senaryonun değişik bir sonla biten başka bir yorumu daha var: Orada K cellatların hançer darbesi altında ölüyordu.

— Bu son benim hoşuma gitmedi. Bunun Hitler’den önceki dönem­de bir yahudi tarafından yazılmış baleye ait olduğunu sanıyorum. Altı milyon yahudinin ölümünden sonra, Kafka böyle bir final yazamazdı. Bana öyle geliyor ki, bu son, Auschwitz’den önceye ait. Benim koyduğum sonun çok iyi olduğunu söylemek istemiyorum, ama bu tek çözüm yoluydu. Birkaç dakikalığına bile olsa bu bölümü büyük bir hızla geç­mek zorundaydım.




— Eserinizin değişmez öğelerinden biri de bu özgürlük savaşı ve ki­şisel savunma.

— Bu bir onur savaşıdır. Günümüzün umutsuzluktan söz eden sa­nat eserleri, romanları ve filmleriyle aynı fikirde değilim. Bir sanatçı­nın toplam umutsuzluğu konu olarak seçebileceğini düşünemiyorum: Biz günlük hayata çok yakınız. Bu tür konular ancak, yaşam daha az tehli­keli ve daha kabul edilebilir olduğu zamanlar kullanılabilir.

— Dava'nın sinemaya uyarlanmış şeklinde temel bir değişiklik var; Kafka’nın kitabında K’nın kişiliği filmdekinden daha pasifti.

— Gerçekten de onu daha hareketli hale soktum. Hareketsiz, durgun kişilerin drama elverişli olmadığına inanıyorum. Antonioni’ye karşı de­ğilim, ama kişisel dram anlayışımda, kişiliklerin belirli birşeyler yapma­sı gerekir.

— Dava eski bir tasarı mıydı?

— Bu romandan iyi bir film yapılabileceğini düşünmüştüm. Ama kendim yapmayı aklıma getirmemiştim. Bir gün tanımadığım biri geldi ve Fransa’da yapılacak bir film için finansman bulabileceğini söyledi. 15 filmlik bir liste vererek seçimi bana bıraktı. Bu listeden en iyisi ola­cağına inandığımı seçtim: Dava. Benim yazdığım bir hikayeyi film ya­pamayacağıma göre Kafka’yı seçtim.

— Gerçekten yapmak istediğiniz filmler hangileri?

— Benimkiler. Benim yazdığım senaryolarla dolu biri çok çekmecem var.

S/A/D/E


Sade, bugüne kadar yaşamış en özgür zihindir. 
(Apollinaire)




William Blake, Sade'ın suçları ya da yazılarıyla ilgisiz görünse de asıl bu nedenden dolayı Bastille'e hapsedildiğini, eski feodal dünyanın yozluklarının ve rezilliklerinin ifadesi olan The French Revolution (Fransız Devrimi, 1871) şiirinin sembolizmiyle anlatmıştı:


... ve korku denilen mağara, bir adamı

Eli ayağı zincirli, boynu etrafında çelikten bir kuşakla

sarsılmaz duvara bağlı halde tutuyordu.

Ruhunda kalbine sarılmış yılan,

yarık bir kayadaymış gibi, ışıktan gizlenmişti.

Üstelik adamı kahin gibi yazdığı için hapsetmişlerdi...*



* Aktaran Thomas, Marquis de Sade, s. 184, yine de ben Thomas'ın, Blake'in Sade
 hakkında bilgisizliğine dair harfi harfine okumacı savına katılmıyorum ve bu yüzden metni tamamen
 zıt şekilde okuyorum. 

Kitap: Karanlığın Kültürleri
Bryan D. Palmer

SADE DİYE BİRİ YAŞADI MI?



Sade denilen gizem henüz çözülemedi. Öncelikle, bıraktığı yapıta bakılacak olursa, bunun bir tarihçi, bir kuramcı ya da bir şair tarafından mı kaleme alındığı; bir klinik hekimi gibi kendisinin ve çağdaşlarının nevrozlarını betimleyen bir seksoloğun, ya da kanlı vahşet öyküleriyle insan doğası ve toplumuna ilişkin kötümser bir anlayışı simgelemek isteyen bir düşünür-romancının yapıtı mı olduğu sorulabilir. Kısacası "Tanrısal Marki", kendi yüzyılının törelerini anlatan bir tarihçi miydi yoksa edebiyat yoluyla güdülerine bir çıkış noktası arayan bir şair miydi? Yaşadığı sürece uğradığı baskılar, öldükten sonra da monarşiden imparatorluk dönemine dek tüm rejimlerin bu konuda erdemli bir biçimde anlaşmaları, bir birey olarak Sade'ın ve yapıtının, hiçbir iktidarın hoş göremeyeceği bir tehdit, bir tehlike olarak görüldüğünü kanıtlıyor olabilir.

Sade, ilk kez hapse girdiği otuz iki yaşından ölümüne, yani yetmiş dört yaşına dek, yalnızca on iki yıl özgür kalabildi. Bütün keyfi baskı biçimlerini, Eski Rejim'in hükümdar buyrultularını, Terör döneminin hemen hemen hep idamla sonuçlanan mahpusluğunu, Konsüllük ve İmparatorluk döneminin zorbaca tutuklamalarını yaşadı. Eski, ancak ünlü olmayan bir ailenin soyundan gelen Donatien Alphonse François Sade (1740 - 1814) yine de çarpıcı atalarıyla, örneğin Petrarca'nın sonelerine esin kaynağı olan güzel Laura'yla ve saygın, neredeyse krallık soyuna yakın bir akrabayla, Conde ailesiyle olan ilişkileriyle övünebilirdi. Kendisinden sonra ise, sıradan iffetli insanlar tarafından dehşetle, ondan sefih ve hüzünlü libertenlerin bir örneğini bulacak olan şairler tarafından da saygıyla anılacak bir ün bıraktı.

Eğer trajik kaderini açıklamayacak olsaydı, yaşamöyküsü de çok önemli görülmeyebilirdi. Mutluluk ve başarı için doğmuştu, ama yaşamı hapishane ve hastane hücrelerinin cehenneminde geçti. Conde'lerin sarayında, Bourbon Prensi'nin yakınında yetişti; güzel söz söyleme sanatını ve katı bir diyalektiği öğrendiği Louis-le-Grand Okulu'nda Cizvitler tarafından eğitildi; on beş yaşında asteğmen, on dokuz yaşında da yüzbaşı oldu. Bu tarihlerde, kışla yaşamından çok Paris genelevlerinin -bu genelevler Avrupa'nın en ince, en güzel kadınlarını biraraya toplayan , yeni zevkler icat etmekte de en başarılı genelevlerdi-, kendi eşitlerinden çok dansözlerle arkadaşlık etmeyi yeğliyordu. Böylece, daha küçük yaşta tam bir ahlaksızlık olarak adını duyurdu, ancak bu, Paris Dolaylı Vergiler Mahkemesi başkanı olan zengin bir hukukçunun kızı Renee Pelagie de Montreuil'le doğru dürüst bir evlilik yapmasını engellemedi. Fahişelerin peşinde koşuyor, sık sık züppelerin pezevengi olan Brissault'yu ziyaret ediyor, sayısız sevgililerini Paris, Versailles, Arcueil'de kiraladığı evlerde barındırıyordu. Evlendikten dört ay sonra, bazı dikkatsizce sefahat alemleri sonucu ilk kez hapse girdi, Vicennes Kalesi'ndeki bu ilk hapislik sadece dört ay sürdü. Ancak ilk sadik "dava" 1768 yılında patlak verdi.

Bu "dava" derhal dillere düştü ve liberten marki bir anda kamuoyunun gözünde kana susamış bir canavara , modern çağların bir Gilles de Rais'sine dönüştü. Mm. du Deffand bu tepkiyi dehşete düşmüş bir şekilde dile getirdi ve Restif de la Bretonne da basit bir kırbaçlama olayını, canlı canlı insan badeninin incelendiği bir anatomi seansı haline çevirdi. Olay, eğer cezanın da sertliğini açıklayan pis bir kokunun çıkmasına yol açsaydı uzun uzun anlatılmaya değmeyecek kadar sıradan kabul edilebilirdi. Her şey bir Paskalya pazarında oldu. Kuşkusuz bu da bir rastlantı değil.

Kırbaçlama Günahı

Otuz yaşında genç bir kadın olan Rose Keller, Victoires alanında dinleniyordu; boğazına kadar sefalete batmıştı, her an fuhuşa sürüklenebilirdi, en azından küçük bir sefahat alemini reddetmeyebilirdi. Sade onunla konuşarak evinde kahya olarak bir iş önerdi, kabul edince de Arcueil'deki evine götürdü, bir odaya sürükledi, bir yatağa bağlayarak vahşice kamçılamaya başladı, yaralarına merhem sürdü, orgazma ulaşıncaya kadar yeniden yeniden kırbaçladı, bağırırsa öldürmekle tehdit etti ve Paskalya sırasında olunduğuna göre, kendisine günah çıkarmasını istedi.

Rose pencereden kaçarak köyü ayağa kaldırdı; bir dava açıldı ve sonunda Sade yedi ay hapse mahkum oldu. Mahkum edilen kişinin niteliği ve o dönemde Saray çevrelerince soylu gençlerin yaptığı benzeri kaçamaklara gösterilen genel hoşgörü dikkate alınırsa, bu, oldukça ağır bir cezaydı. Bu kararda, Rose Keller'e yapılan kötü muameleden çok, kamçılanan İsa'ya yapılan hakaret ve günah çıkarmanın kutsallığının ayaklar altına alınışı rol oynamıştı.

Hapisten çıktıktan sonra Vaucluse'de La Coste şatosuna çekilen Sade, 1772'de Marsilya'da yeni bir ahlaksızlığa bulaştı. Bu kez, bir sürü fahişenin de katıldığı büyük bir alemdi bu. Olayın iğrenç yanı ise, markinin uşaklarından birinin de partiye katılmasıydı. Sade aktif ve pasif kamçılama ve eşcinsel sodomiye (o dönemde ilkesel olarak ölümle cezalandırılan bir suçtu bu, ama tabi güçlü kişiler asla kovuşturmaya uğramaz) kalkıştı. Zevkleri kamçılamak için de kızlara bol bol kuduzböceği katılmış şekerler veriyordu (bunun afrodizyak bir etkisi olduğuna inanılırdı). Kızlardan birinin midesi bozuldu ve kusmaya başladı. Bir gürültü koptu. Sade, uşağıyla birlikte Provence Parlementosu tarafından ölüme mahkum edildi ve kuklaları yakılmak suretiyle idam edildi.

Bu arada kaçmaya zaman bulmuş Sade baldızıyla birlikte İtalya'da güzel günler geçirmeye başlamıştı; baldızı yalnızca yolculuklarını değil, zevklerini de onunla paylaşmaktaydı. Öfkeden çılgına dönen kaynanası ise peşine adam takarak, gücünden yararlanıp, Kral'dan tutuklanması için bir buyrultu elde etti. 1775'e dek Sade peşindeki polislerle ve adli makamlarla bir saklambaç oyunu oynadı. Bir ara yakalandı, sonra romanvari biçimde kaçarak La Coste'da saklandı; karısı da, hizmetine aldığı beş genç kızla birlikte düzenlediği incelikli partilere katılıyordu. Sonunda bu kızlar, yapılan alemleri ihbar ettiler. 1776'da tutuklanarak önce Vincennes Şatosu'na hapsedildi, sonra Bastille'e nakledildi, bu hapishaneden ancak 2 Nisan 1790'da Millet Meclisi'nin Krallık buyrultularını ortadan kaldıran kararı sonucu serbest bırakıldı.

Kuşkusuz cüretkar, kimilerine göre de belki sapıkça bulunabilecek, ancak hiçbir zaman ölümcül olmayan cinsel eylemler için bir kez idama mahkum edilmek ve on beş yıl hapis yatmak; benzerlerine polisin burnunun dibinde, hatta polisin koruması altındaki Gourdan ve Brissault'nun işlettiği tüm moda genelevlerinde rastlanabi1ecek bu cinsel fantezileri, hele o dönemde saray mensuplarına gösterilen hoşgörü de gözönüne alınırsa, Sade gerçekten de çok pahalıya ödemişti. O dönemde, Marki de Sade gibi, damadına karşı etkili ve büyük bir düşmanlık duyan kaynanaları olmayan ve daha iyi korunan kimi kişiler, bu cinsel fantezilerle ilgisi bile olmayan ölümcül sadizm eylemlerine girişebiliyorlar, üstelik cezasız kalıyorlardı. Her gün Kral'ın çok yakın çevresinde görülen bu çılgınlıklar ve adalet mekanizmasının genellikle büyüklere gösterdiği hoşgörü, kamuoyunun sabrını öylesine taşırmıştı ki, diğerleri paçayı kurtarırken, yetkililer Sade'ı cezalandırdılar. Mm de Saint Germain, Keller olayının hemen ardından, markinin amcası Abbe de Sade'a yazdığı mektupta şunları söylüyordu: "(Marki) halkın öfkesinin kurbanı oldu; M. de Fronsac'ın ve diğerlerinin yaptığı rezaletler de bunun üzerine eklendi: Gerçekten de on yıldır Saray mensuplarının yaptığı bu rezaletler, insanın aklının havsalasının alamayacağı bir noktaya geldi." Bunların arasında Sade'ın yaptığı "rezaletler" göreceli olarak daha halim selim gözüküyordu.

"Evet, ben bir libertenim!"

İkame Dünya

Çomü kütüphanesinde bir öğleden sonra raflardan indirdiğim kitapları gelişigüzel
karıştırırken...





DOlap



C.S. Lewis'in Narnia ülkesine açılan gardrobu mükemmel bir benzetme olmasa da, sanırım yararlı olacaktır. Aslan, Dolap ve Cadı kitabında, içine girilecek bir kabuk işlevi kazanan dolabın keşfi her şeyi değiştiriyordu. Lucy dolabın içine adım attığında bütünüyle yeni, parelel bir dünya ile karşılaştı ve ayağının altındaki toprağı hissederek şöyle dedi: "Bu çok tuhaf." Her ne kadar çocuklar için, özgürlüğe kavuşturucu hareket, dolabın dışına çıkmaktansa içine girmek olsa da, Lewis'in elbise dolabının tanıdık ve can sıkıcı bir dünyayı, birbiri üzerinden çok az etkiye sahip iki farklı parelel dünyaya ayırıyor olması, büyük gey kabuğunun erken ve orta dönem tarihiyle büyük bir benzerlik gösteriyor. Kabuk, hemcinsleriyle cinsel ilişkide bulunan insanlar için iki olası varoluş durumunu şart koşar; bu, gey ve heteroseksüelleri ayıran çizgiyle parelellik gösteren bir ikiliktir. Ya kabuğun içindesinizdir, ya da dışında. Ara aşamalar da söz konusu olabilir, dışarı çıkma işlemi sizi kendinize açık olmaya, gey arkadaşlarınıza açık olmaya götürse de, heteroseksüel arkadaşlarınıza açık olmaya götürmeyebilir, arkadaşlarınıza evet, ama ailenize değil, herkese evet ama annenize değil, çünkü bunu duymak onu öldürür. Fakat bunların hepsi de dışarı çıkış yolunuzda az çok göz ardı edilebilecek, tercihen hızlı adımlardır. Dışarıda olmak kurtuluş, içeride olmak ise baskı altında yaşamaktır. Michelangelo Signorile, en yalın ve etkili ifadesiyle şunları yazmıştı:

Hepimiz anne ve babalarımıza anlatmalıyız. Hepimiz ailelerimize anlatmalıyız. Hepimiz arkadaşlarımıza anlatmalıyız. Hepimiz iş arkadaşlarımıza anlatmalıyız... Çocukken bize yapılanların tacizden aşağı kalır yanı yoktu... Kendinizi ve kabuğunu kıramayan herkesi özgür bırakın. Kabuğunu kıramadığını bildiğiniz herkesin, arkadaşlarınızın, aile fertlerinizin, iş arkadaşlarınızın kabuklarını kırmaları için başlarının etini yiyin. Eşcinsel olduğunu bildiğiniz iktidar sahiplerine baskı yapın. Onlara mektuplar gönderin. Telefon edin. Faks gönderin. Sokakta yollarını kesin. Onlara bir sorumlulukları olduğunu söyleyin; kendilerine, sizlere ve insanlığa karşı.

Signorile, kariyerinin zirvesine geldiği sırada, kabuğunu kırmak kavramı tamamen kullanılmış bir şeydi. Yukarıdaki paragrafın alındığı kitaba, Signorile şu alt başlığı koymuştu: "Seks, Medya ve İktidarın Kabukları." Ya şu, ya da buydunuz. Bir kadınsanız ve diğer kadınlarla sevişiyorsanız veya seviştiyseniz ve kabuğunuzu kıramadıysanız, o zaman kabuğun içindeydiniz. İki seçenek vardı: gey ya da heteroseksüel; Narnia ya da İngiltere. Eşcinselliğin başlangıcını oluşturan Ulrich ve Hirschfeld'in biyomedikal tanımlamalarının doğal uzantısı olan kabuk kavramının ortaya atılmasıyla birlikte iki dünya yaratılmıştı. Bizim Narniamız kabuğun içinde değil dışında olsa da, hem geyler, hem de Lewis'in Pavensie çocukları olarak bizler daha heyecan verici bir dünyaya, kendimize karşı daha dürüst olabileceğimiz, yapımızdaki özgünlüğün ve yeteneklerin gerçek anlamda parıldayacağı bir dünyaya ulaşmak için bunun içinden geçmek zorundaydık.

Bert Archer

Eşcinselliğin sonu
ve Heteroseksüelliğin Ölümü
sf. 110