Yeni Etkiler

Yunan siniklerini, Sinoplu Diogenes'i keşfettim, o ünlü Diogenes’in yazdıklarını bilmiyoruz ama onunla ilgili birçok öykü ve söylenti derlemeciler, özellikle de Diogenes Laertius sayesinde bize kadar ulaşmış... Tam onlarla eğlenmeye başlamıştım ki Nietzsche cehenneminde buluverdim kendimi. Torino'da, kötü muamele gören bir atın karşısındaki 'çöküşünü biliyordum, ama hayatının son bölümüne, deliliğine ilişkin başka kitaplar okudum. Ayrıntıları bilmiyordum, örneğin onu Basel'e götürmek için Torino'ya gelen arkadaşlarından birinin, Franz Overbeck'ın anılarını okudum. Nietzsche o dönemde Strindberg'le yazışıyor, ona tamamen deli işi mektuplar yolluyormuş... Diyeceğim, yine delilikle ilgilendim. Giacomo Leopardi'nin, Schopenhauer’in, Hölderlin'in, Strindberg'ln. Robert Walser‘in sonsuz cehennemlerine daldım, pek tanımadığım Alman romantikleriyle ilgilendim: Heinrich von Kleist'la, Nıkaolous Lenau'yla, Reınhold Lenz'le, Georg Büchner'le, Novalis'le, aynı zamanda Kıerkegaard'la ve Torquato Tasso'yla... Sıkıntılar, daralmalar, intiharlar, korkunç hastalıklar... Kant, Maupassant. Cesare Pavese, Karl Kraus. Walter Benjamin, Bruno Schultz... Ve Blaise Pascal... Pascal Şöyle yazıyor: ‘Soyut bilimleri inceleyerek çok zaman geçirmiş, ama onlarla iletişim kurmakta zorlanmaktan yılmıştım. Ne zaman ki, insanı incelemeye başladım, o soyut bilimlerin insana özgü olmadığını ve içlerine daldıkça onları bilmeyenlerden daha fazla kendimden uzaklaştığımı fark ettim.’ Ona gore. insan ‘anlaşılmaz bir canavardır'. Evet, asıl sözcük bu: canavar! Thomas Bernhard da tüm bunların üstüne tüy dikti!"

Yüksel Arslan

Autoartures XXI (Fernando Pessoa)


Autoartures XX (Pessoas)


Arture 547,548,599: Fernando Pessoa


Otuz beş yıldır ayrılmadım Fransa'dan! Çalışma masamdan, defterlerimle kitaplarımdan ayrılmam kesinlikle olanaksız! Buna rağmen, dostumuz Pessoa'yı yirmi yıl sonra tekrar ziyaret etmeye karar verdim. Heybemi onun kitaplarıyla doldurup Lizbon'un yolunu tuttum. Olağanüstüydü!




Şölen üstüne şölen! Diyalog üstüne diyalog! Şimdi diyeceksin ki: 'Hepsini anlat bana! Hadi anlat! Acele et, hiçbir şeyi atlama, her ayrıntıyı istiyorum!" Sabırlı ol, gözlerini iyice aç, işte Lizbon’a ayak bastığım andan itibaren olup bitenler:

[...] Kimi metaforlar sokakta yürüyen insanlardan daha sahici. Kimi imgeler, kimi kitapların bitiminde, birçok kadından, birçok adamdan daha belirgin bir biçimde yaşıyor. Kimi edebi cümlelerin kesinlikle insani bir kişiliği var. Kaleme aldığım sayfalarda beni dehşetten donduran yüz hatlarına rastlıyorum, öyle insan görünüyorlar bana, öylece seçiliyorlar odamın duvarlarında, gece karanlıkta... (...) Yaşadığım gibi öleceğim, derme çatma bir kenar mahallede, her türlü döküntünün post-scriptum'ları arasında vücuda gelmiş o yerde. (...) Yaşamayı göze almaktansa yazmak daha iyidir, güneş varolduğu ve muzlar satıldığı sürece, yaşamak güneşte muz satın almaya indirgenmiş olsa da. (...) Olanaksız manzaralarımı ele geçirseydim eğer, olanaksızlardan ne kalırdı ki geriye? (...) Bugünlerde, parklarla, bahçelerin tadını çıkarıyorum doya doya. Bu kent bahçelerinin cevherinde nasıl bir sefalet, nasıl bir tuhaflık saklı bilmem, ancak kendimi iyi algılayamadığım zamanlarda algılayabiliyorum onu. Parklar birer kafes benim için, orada ağaçlarla çiçeklerin rengârenk oyunları içinde tam da tutunamamaya yetecek kadar yerleri var, kendilerine ait bir yerleri oradan çıkamamaları için, güzellikleriyse tam manasıyla hayattan yoksun oldukları için var. (...) Penceremden sarktığımda, görmeden baktığım sokağın tepesine tünemiş penceremden, pislik temizlemeye yarayan, kuruması için pencerelere asılan, sonra orada unutulan şu nemli bezlerden biri gibi hissettim aniden. (...) Uçsuz bucaksızca yalnız olmak ne iyi! Kendine çok yüksek sesle bir şeyler anlatmak, göze çarpan hiçbir şey olmadan dolanıp durmak, dalmak, iskemlede geriye kaykılmak, hiçbir çağrının bölemediği bir hayal içinde! O vakit uçsuz bucaksız bir çayırlık olur ev, bir oda koca bir parkın boyutlarına erişir (...]


Uyumuyorum, uyumayı umut etmiyorum.
Ölümde bile, umut etmiyorum uyumayı.

A 545, 597, 618: Robert Walser



Walseries:  Her yıl Walser'in yeni bir yapıtının yayımlanmasını bekliyorum. Yeni bir yapıtını bulduğumda son derece mutlu oluyorum, çok heyecanlanıyorum. Bir imge canlanıyor kafamda. Bir sarsıntı gerek. Aktarılan küçücük bir sözcük, bir tümce, bir öykücük yetiyor... 0 an, bir arture yapıyorum... Bir tür kutlama bu. İsviçreli bir yayıncıdan (Zoe) üç ciltlik bir yapıtı çıktı yakınlarda: Ozanın Hayatı, Şiirleri ve Düzyazı Parçaları... Bir ozandı o. Ağaçlar yüreğine su serpmek için konuşuyorlar onunla:

Hayır, şu ölümlü dünyada her şeyin acımasız, sahte ve kötü olduğu gibi üzücü bir düşünceye kaptırmaya hakkın yok kendini. Daha sık gel bizi görmeye; orman senin iyiliğini istiyor. Sık sık ormana gelmek sağlık ve dinginlik getirecek sana, daha yüce ve daha güzel düşüncelere sürükleyecek seni.'


Düğmesine sesleniyor dostça:

-A benim sevgili düğmeciğim. sanırım yedi yıldan fazla bir süredir, içtenlikle, sabırla ve sadakatle hizmet ettiğin kişi sana ne kadar minnet duysa, seni ne kadar tebrik etse az (...)'

Aynı zamanda bir ozana çatıyor:

Saldıran bir şey yok sana, her türlü sıkıntıdan uzaksın. Kaygı nedir bilmiyorsun (...) Gerçek değilsin, seni gidi aptal, duyarsız hıyarağanın tekisin (...) Kendi değerin üstüne olmadık hayaller kuracaksın. (...) Eleştiriye tanık olmadığın için, kendini örnek bir adam sanıyorsun. Ah şu güzelim erkeklik! (...)'


İlk kitapları Almanya'da basılıyor, hayranlan arasında genç F. Kafka. M. Brod vb gibi isimleri sayabiliriz. İsviçre'ye döndüğünde, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışmış, bir de üstüne, "sesler duyuyor". Bunu bir psikiyatrın karşısına geçip itiraf etmenin (psikiyatr ise Dr. Morgenthaler, A. Wölfli üstüne bir kitabı var), tımarhaneye yatış belgesini imzalamaktan farkı yok.

Benimkisi tanımlanması zor bir kafa hastalığı. Tedavisi yok gibi görünüyor, ama hoşuma giden şeyi düşünmemi engellemiyor (...) ya da insanlara karşı kibar olmamı ya da hayata dair şeyleri takdir etmemi, örneğin iyi bir yemeği [...).

0 donemde, beceriksiz birkaç intihar girişiminde bulunuyor:

Ama doğru düzgün bir düğüm atmaktan bile âcizdim. Sonunda, kız kardeşim Lisa beni Waldau akıl hastanesine götürdü. Daha kapıdan girerken şöyle dedim ona: 'Uygun olan neyse onu yapıyoruz değil mi?' Sessizliği çok şey anlatıyordu. İçeri girmekten başka ne yapabilirdim ki?

Ne mi yapıyor, gezintilere çıkıyor:

Bu gezintide sahiden de Hölderlin'vari bir duruluk ve güzellik var.
(...)


Sevdiği şairlerle düşünürlerden söz ederken, kendini anlatıyor aslında:

Nietzsche: Tek bir kadının bile onu sevmemiş olmasının intikamını aldı. Kendisi de aşk aczine düştü. Onlarca felsefi sistem şudur hepi topu: Tadılmamış hazların intikamını almanın bir yolu!

Strındberg'e gelince, kadınlar ondan intikam almaktan şehvetli bir haz alıyordu. Kadınları yok etmek istemiş ve en sonunda onlar tarafından yok edilmişti. Bir şair, aşksız kalınca öcünü almadan yaşayıp işe koyulamazdı.

Ve yollara düşüyor, kilometrelerce kilometrelerce yol tepiyor!

Gezginin tabanlarında her türlü görüş ve fikir bir muammayla dolanır durur; öyle ki ciddiyetle, dikkatle sürdürdüğü yürüyüşünün ortasında, durup kulak kabartmak zorunda kalır, çünkü tuhaf izlenimlerin ve düşünce gücünün istilasına uğrayıp şaşkına dönünce, kamaşmış şair ve düşünür gözlerinin önünde koca bir uçurum açılırken, bir anda o olağanüstü toprağa gömülme hissine kapılır. Önceden hayat dolu olan kollarıyla bacakları donmuş gibidir. Ülkelerle insanlar, seslerle renkler, yüzlerle siluetler, bulutlarla günışığı. her şey dayanıksız hayaletler gibi döner çevresinde: şöyle sorar kendine: Neredeyim ben? (...)

Şurada, burada, büyülenmiş gibi öylece kalakaldığımda, ve bulunduğum toprakları sessiz, dikkatli, uzunca bir bakışla kavradığımda, şöyle garip bir şey oldu: Bu güzelim dış gerçeklik de bana bakıyordu. Görünürün gözünde görünür olmak çok tuhaftı, etrafımda gördüğüm her şeyin kendi etrafını görecek gözleri olduğunu fark etmek de öyle. (...] Ara vermeksizin incelerken, ben de İncelenmekte olduğumu, dikkatle gözlemlendiğimi görüyordum. (...) Şaşırdığım vakit, belki ben de bir şaşkınlık konusu oluyordum (...) Bu toprakların ve binlerce güzelliğinin gözleri vardı, bu da beni tatmin ediyordu.

A 541


A 537, 538, 539, : Schopenhauer, Leopardi

Bu aleme, 'sıkıntılar, buhranlar, melankoliler" cehennemine dalmayı hiç beklemiyordum. Yeterli diyemem ama. Kierkegaard okumuşluğum vardır. Leopardi okumamı da dostum J. Vallet önermişti. Bu “kötümserler" dünyasına bir kez adım attıktan sonra gönüllü tutsağı oldum oranın, özellikle de Leopardi ve Schopenhauer'in! Beni bilirsin. Leopardi ve Schopenhauer'in tamamını okudum tabii ki, ve "hayatı ve yapıtları üstüne diyorlar ya, böyle toplam da hemen hemen hepsini bitirdim. Kendimi öldürmediysem eğer, sen de göreceksin, 'kara mizah'larını dayanak aldığım içindir.



Ne büyük ve ne olağanüstüdür gülüşün kudreti: Kimse sakınamaz ondan kendini, ve gülme cesareti olan kişi dünyanın efendisidir, her an ölmeye hazır olan insan gibi. (Leopardi)

Anlaşılmaz ya da sıkıcı olmadan, çok ciddi bir biçimde felsefe yapmanın yolu var. [...]

 Tumturaklı cümlelerle, Devleti ulaşılabilecek en üstün nokta ve insan varoluşunun çiçeği olarak gösteren filozof bozuntularının ne kadar dar kafalı ve aptal olduklarını görmek kolay. (Schopenhauer)

[...] işin doğrusu, yaşamamıştım ben. aklımı kullanmak dışında, insan olmamıştım, hele ki çocuk ya da delikanlı, olmamıştım (...) Çünkü, şöyle söyleyeyim, daha beşikteyken eğitimle tamamına erdirilen mutsuzluğum insan olmamak üstüne kuruluydu.
Kendi içimde bölünmüşken, dünyevi mutlulukla dolu bir hayat sürdürme şansım hiç yokken, [...] mutlu bir gelecek umudu taşımıyorken [,..] kudurgan bir umutsuzlukla insanın yalnızca aklını kavramış olmamın nesi şaşırtıcı olabilir ki (...) entelektüel zenginliğimin düşüncesi tek tesellim oldu böylece, ve fikirler tek sevincim, insanlarsa duyarsızlığım oldular. (Kierkegaard)

Leopardı ve Schopenhauer okumalarım sırasında tuttuğum notları buraya aktarmak gibi bir niyetim yok: Yüzlerce sayfadan bahsediyoruz.

Schopenhauer'den söz edelim biraz. Hegel’den ve “üniversite felsefesinden nefret eden, “çok gerekli küçük ilişkileri'ne indirgenmiş "berbat cinselliğini’ seven. Frankfurt'ta kâhyası ve köpeği Atmayla yaşayan, salonunun duvarlarına sırayla bir köpeklerin bir de filozofların portrelerini (Sokrates, Platon. Eski Yunan kinikleri, Kant, Leopardi, Gracian, G. Bruno vb.) asan Schopenhauer'den. 1848 devrimi sırasında, dairesinin kapılarını yirmi kadar Bohemya askerine açıyor, onlar da pencerelerden aşağıya, barikatlardaki işçilerin üstüne mermi yağdırıyor: bu devrim kendisini rahatsız ediyormuş çünkü, köpeğiyle rahat rahat dolaşamıyormuş sokaklarda!


İnsanın kusursuzluğuna gelince, sizi temin ederim, böyle bir kusursuzluk gerçekleşmiş olsaydı eğer, insan türüne en az bir ciltlik bir övgü düzerdim. Ama buna rastlama şansına eremediğim için, ve yaşadığım sürece böyle bir ayrıcalığa sahip olmayı beklemediğim için vasiyetimde mal varlığımın büyük bölümünü, insan türü kusursuzluğa erdiğinde, onuruna her yıl, herkese açık bir övgü konuşması yapılması ve antik tarzda küçük bir tapınak ya da heykel ya da uygun düşecek herhangi bir anıt diktirilmesi için ayıracağım. (Leopardi)

Leopardi ustune notlarımı karıştırırken, konuşmalarına rastladım.
Yukarıdaki soruya kendine göre bir cevap vermiyor mu acaba, diye
duşundum. Ama neyse, geçelim bunu!

A 603


(A 603): Ağaçların üstünde, meyvelere benzeyen vulvalarla, çüklerle dolu bir manzara. Eski Meksika’daki, Le Clezio'nun sözünü ettiği, Kızılderili inançtan geliyor aklıma: Huichol mitolojisinde, ölülerin ruhlarına yiyecek veren Xapa ağacı cinsellik organlarıyla doludur.

Oskar Panizza’da gerçek anlamda bitkisel bir mastürbasyon sahnesi buldum. Kimi zaman, bir anekdotun tuhaflığı yeterli oluyor. Sözgelimi Heiner Müller'in söyleşilerini okudum, çocukken, Kant'ın Ahlak Metafiziğinde mastürbasyonu sert biçimde eleştirdiği bölümü okuduğunda çok üzüldüğünü anlatıyor, sonra Kant'ın sık sık parkta dolaşmaya çıkıp büyük bir meşenin altında düzenli olarak mastürbasyon yaptığını öğrenince rahatlamış! Böyle bir şeyi hayatta kaçırmam. Bayıldım! Sürekli Schoponhauer'in. Leopardi'nin arkasında kalamam! Onlar hayatımın trajik bir dönemine damgalarını vurdular. Kendimi kötümserlik akımına dahil edemem. Kötümser dönemlerim oldu. Ama ben daha çok iyimserim diyebilirim. Gülmek için hiçbir fırsatı kaçırmam. Tıpkı Rabelais gibi.

A 575


Yaklaşık yarım yüzyıl önce, bir arkadaşımın ısmarladığı biletle izlemiştim Godot'yu Beklerken'i. Sonunda bu oyunu, ve elbette Beckett'in yapıtının tamamını okudum, elli yıl sonra.
Sevgili F.... böylesine nadir rastlanan, böyle olağanüstü bir yazarı atladığım için çok utandım! Ama sen bilirsin, meslek hayatım boyunca, yazı ya da düşünce aleminden başka devlerle uğraştım, şu sefil hayatımda onlarca yıl meşgul ettiler beni.

Coupole'ün bir köşesinde, elinde viski bardağı, masasında otururken görmüştüm onu, insanları izliyordu, insanat bahçesinde kafese konmuş tuhaf bir kuş gibi! Cıoran benden daha iyi anlatır belki:

(...) Daha ilk karşılaşmamızda, en son noktaya vardığını, belki de oradan, olanaksızdan, ayrıksı olandan başladığını anlamıştım. Ve asıl hayranlık verici olan, kımıldamamış olması, bir anda bir duvarın önune varıp hep olduğu gibi kahramanca durabilmesiydi: çıkış niyetine sınır-durum. çıkış niyetine bitiş! Onun dünyasının, o iki büklüm, can çekişen dünyanın, bizimki yok olup gittiğinde bile sonsuzca sürebileceği duygusunu veren de bu. (...) (Cioran)

Her gün heves eder
bir gün yaşamak ister
pişmanlık duyarak ama
bir gün doğmuş olduğuna (S. Beckett)


Cinsel organıma baktım. Bir konuşabilseydi. Ben daha fazla bir şey söylemezdim. Aşk gecem bu oldu. (S. Beckett)


Bir ötekinden daha gerçek olan ne var ki? Yüzmek gerçek, akmak gerçek; biri diğerinden daha gerçek değil. Varoluştan söz edilemez, yalnızca israftan konuşmalı. Heidegger ve Sartre varlık ile varoluş arasındaki karşıtlıktan söz ettiklerinde haklıdırlar belki, ben bilemem; benim için fazla felsefi bir dilleri var. Filozof değilim. Karşımızda duran neyse ondan söz edebiliriz, ve şimdi bir tek israf var... Orada duruyor, bırakalım girsin içeri. (...) (S. Beckett)

A 557



Arture 557: Maupassant

Tam tarihini veremeyeceğim, ama 1890'a doğruydu sanırım. Paris'te, Maupassant'ın delirdiği yolunda bir söylenti yayılıverdi. [...] Uzmanlar, kokuşmuş bir et parçasına üşüşen koca sinekler gibi atıldılar Maupassant "vakası"na. Daha hastaneye bile yatırılmamışken onu deli ilan etmek istediler. (Leon Fontaine)

Sevgili dostum,
Maupassant, tıpkı Nietzsche gibi, sağlıklı bir adamı yavaş ama kesin adımlarla genel felce götüren 19. yüzyıl salgınlarından birine, basbayağı frengiye yakalanmıştı.

Ne istiyorsunuz, tüm inançlar sizin, tüm o safça inanışlar diyelim, bendeyse bir tane bile yok. En düş kırıcı ve en çok düşkırıklığına uğramış insanım; duygusallıktan ve şiirsel olmaktan en uzak olan benim. Aşkı dinler arasında, dinleri de insanlığın içine düştüğü en büyük aptallıklar arasında sayıyorum. Şoka mı girdiniz, Madam?

Schopenhauer'e delice hayranım, onun aşk kuramı en kabul edilebilir olanı gibi geliyor. Varlık isteyen doğa, üreme tuzağının çevresine duygu yemini serpiştirmiş. (Maupassant)


İkide bir, evime dönerken, ikizimi görüyorum. Kapımı açıyorum ve bakıyorum koltuğumda oturmuşum. Bu olay daha gerçekleşirken bir sanrı olduğunun farkındayım. İlginç mi? Ve bir parça olsun sağduyusu kalmamış olsa, ne kadar korkar insan! (Maupassant)

Ve o aynada, çılgınca imgeler, canavarlar, korkunç cesetler, dehşet verici her türlü hayvan, yırtıcı yaratıklar, belli ki delilerin yakasını bırakmayan her türlü olağandışı hayal görmeye başladım. İtirafım budur, sevgili doktor. Ne yapmam gerekiyor, söyleyin. (Maupassant)

A 573, 576




 Arture 573, 576: Jean Genet

Umarım benim ihtiyar göt deliği bu işe dayanır / 60 yıldan beri iyi idare etti. (Allen Ginsberg)

Genet niçin, ve ne açıdan olağanüstü ve ölümsüz? Cevabı son derece basit: İki Jean Genet var! Genç Genet. Ginsberg'in çok iyi anlattığı gibi, götünün deliğiyle uğraşıyor, hapishanede otobiyografisini yazmaya başlıyor; harika birkaç kitap çıkıyor bu işten. Öteki Genet, yaşlanmaya başlamış olan, sıradışı siyasi bir kişilik oluyor!


Genet’yi tekrar tekrar okurken, şu iki kitabını keşfettiğimi itiraf edeyim: Açık Düşman (metinler ve söyleşiler). Aşık Bir Tutsak; ne hoş sürprizlerdi bunlar! Ve işte iki arture: Genç Genet (arture 376) ve yaşlı Genet (arture 573!)

A 605


Yaptığım çalışmalarda artık ressamlara rastlanmadığını söylemiştim, öte yandan bir arture'ü Kurt Schvvitters’a adadım (A 605). Yaptığım ender sanatçılardan biri. Artıklarla yeni bir dünya kurmak istiyormuş. Gereçlerini çöplüklerden sağlıyor, her şeyi topluyor, yapıştırıyor, birleştiriyor, çiviliyormuş... Tamiratçıları ve bazı şizofrenleri andıran, koleksiyoncu yanını sevdim onun. Ben de her şeyi toplarım! İlgimi çekti. Dadacıydı, ama aynı zamanda Merz'in de yaratıcısıydı. Merz onun tüm yapıtını kapsayan bir kısaltma, bir kavram, anahtar sözcük. Mektuplarını bile bu sözcükle imzalamış sonradan. Önce bir kolajla başlamış işe, ardından bir sergi, derken onun ürettiği her şeyi tanımlar olmuş bu sözcük. Hannover'daki aile evinde devasa bir Merz yapısı, koskocaman bir yontu yapmaya başlamış... Döküntüleri yeniden değerlendirip bir kolaj yapıyormuş, önceden kurduğu bir plan da yokmuş. Önce masanın üstüne birkaç nesne, yakınlarına ait birkaç parça koyuyormuş: bir tutam saç, bir diş parçası, bir mektup... Anı yuvaları, dostlara ait kalıntılar. Sonra kendisinin topladığı malzemelerle büyümüş bu iş: taşlar, biletler, çiviler, kavkılar, dallar, kurumuş çiçekler... Aynı zamanda boya yerine de kullanmış bu malzemeleri, iş öyle bir boyuta varmış ki tüm odayı kaplamış, ilerlemiş, tavanı sarmış, birinci kata çıkmış, ardından da ikinci kata -Schwitters kiracılarını evden çıkarmış-, hatta çatıya ulaşmış. Sonsuz bir genişleme. Yontu mimariye dönüşmüş, alçı kütle içinde farklı farklı öğelere: levhalar, paslanmış demirler, aynalar, tekerlekler, aile portreleri, yaylar, gazeteler, tuğlalar, renkli taşbaskılar... ‘Binasını bütünüyle Merz'leştirmeyi başarmıştı' diyor arkadaşı Arp. Ne var ki savaş yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalmış, ev bombardımanlarla yerle bir edilmiş, hayatının yapıtı'nı yitirmiş... Norveç’e sığınmış, sınırdan geçerken cebinde iki beyaz fare varmış, onları Hitler'e bırakmak istememiş! (Gülüşmeler) Sınırdan geçeceği sırada, sorgulamışlar kendisini, cebinden fareleri çıkarmış, ama farelerden biri sara krizine tutulmuş, delinin teki diye düşünmüşler... {Gülüşmeler) Yeni bir Merz’e başlamış ama bu da kazara yanmış. Daha sonra, Ingiltere'de, bir ambarda tasarısına yeniden başlamış: Merzbam (Merz-ambar). Yontu içine girilebilen bir uzama dönüşmüş! Kendisinin söylediğine göre, adına dünya denilen bu tımarhanede sadece 'gözlem yapmak ve notlar almak' için yaşamış."

A 651


A 651: Dylan Thomas. 

İçkiden ölmüş. Karısı hastaneye gelmiş, zilzurma sarhoşmuş. Thomas her tarafından borular çıkmış halde yatıyormuş. Kadın rezalet çıkarmış, bağırmış: 'Bu kahrolası herif hala Ölmemiş!' Ona deli gömleği giydirmek zorunda kalmışlar, Bir anı kitabı yazmış. Bence bu olağanüstü bir şey... Birilerinin evine davet edildiklerini ve oradaki insanların Dylan Thomas'a 'Bu şiirle ne demek istiyordun?' diye sorduklarını anlatıyor. Hiçbir şey anımsamıyormuş Thomas. Arkadaşları bunun üstüne şiiri ona anlatmaya koyulmuşlar. Derken kendini yere atıp halıya kafasının üstüne koymuş. Şöyle demiş: 'Şiir yoktur, şiirler vardır, ben de bazen yazarım onlardan."

"Hükmü kalmayacak artık ölüm ülkesinin
Tek gövdede çıplak ölüler birleşecekler
Rüzgarla batan aydaki insanla beraber;
Sıyrıldı da savruldu mu artık o kemikler
İskeletler tepeden tırnağa yıldız dolacak.
Sağlamlaşır akılları çıldırsalar bile.
Ummana batsa da çıkar hepsi sahile;
Kaybolsa da her sevgili kaybolmayacak aşk.
Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin."
 (çev. Talat Sait Halman)

A 600



Arture 600: V. Mayakovski

Yakınlarda Mayakovskİ'nın küçük bir şiir derlemesi yayınlandı yine. Bildiğim tüm şiirlerini zevkle yeniden okudum. Mayakovski'nin trajik sonunu, 1930'da, Yesenin'inkinden beş yıl sonra gelen intiharını herkes bilir. Bu trajik sonun nedenlerini iyi biliyor olsam da, burada bunlardan söz etmek istemiyorum. Ama, "Avazım Çıktığınca" adlı şiiri bugünkü Rusya’nın durumunu düşündürdü bana.

Dizelerim ulaşacak size
yüzyıllann doruğundan
kafaları üzerinden
şairlerin, yöneticilerin.
Dizelerim ulaşacak size
 Aşk lirinin fırlattığı
 ok gibi değil 
ama
nümizmata gelen
eski bir para gibi
ölü yıldızların ışığı gibi gelmeyecek ama.
(...)

A 604


"Portreler dizimi sürdürüyorum... Hala insanla ilgileniyorum... bu kez birer birer... Ozanların çoğu basbayağı deliydi... Kapatılmadılarsa, bu biraz da rastlantı eseri... Atılla Jozsef (A 604). Annesi çamaşırcıymış. Şizofrene yakalanmış. Çok genç yaşında intihara kalkışmış, hem de birkaç kez. Daha on yedi yaşında, üçüncü kez intihar etmeye çalışmış. Başını rayların üstüne koyup sesini duyduğu treni beklemiş. Bir sokak serserisi gelmiş: 'Ne yapıyorsun yahu burada? - Görmüyor musun, treni bekliyorum! - Kalk kalk, tren gelmeyecek: Buradan birkaç kilometre uzakta başka bir adam kendini onun altına attı!” ...

"32 yaşında yeniden denemiş, ama bu kez becermiş kendini öldürmeyi. Kızkardeşlerinin evinde tatildeymiş. Keyfi yerindeymiş, çocuklarla şarkılar söylüyormuş, yemekten önce şöyle bir dolaşmak için dışarı çıkmış. Derken gara yönelmiş. Biri onu garda duran trene koşarken görmüş. İki elini rayların üstüne koymuş, sonra katar harekete geçince de başını vagonlardan birinin tekerleklerinin altına sokmuş. Kızkardeşleri trenin düdüğünü duyduklarında bir şey olduğunu sezer gibi olmuşlar, içlerinden biri gara koşmuş... Tren cesedi on beş metre kadar sürüklemiş, bir yanda kopmuş bir el. diğer yanda baş. parçaları toplamışlar ve garda bir masanın üstüne koymuşlar... Efsane bu ya, cesedi saracak örtü yokmuş, bu yüzden bir Macar bayrağını indirip onun üstüne atmışlar. Büyük bir ulusal ozana dönüşmüş böylece. Onu kendisinin sevdiği ozan ve sanatçılarla resmediyorum Endre Ady. François Villon. Bela Bartok...

Arslan & Baudelaire & Heine

Arslan & Baudelaire & Heine (A 340)

D.P. Bobon’a bir mektuptan parçalar:


"(...) Aramızda geçen konuşmalardan ve bana sorduğun sorulardan sonra yazılacak pek çok şey olduğuna inanıyorum. Öncelikle Dr. Ferdiere'in New York'taki ‘Konferans ve Satış-Sergisi’ne geliyorum. Bu sergiye katılmayacağım. Kaba bir dille söylersek, hastalıklı bir sanatçı olarak kabul edilmek istemiyorum! Arture’lerin bu çerçevede satılmasını kabul edersem kendimi aldatmış olurdum. Neden?..

Hayatımın ve çalışmalarımın ilgi duyduğun bu dönemi (ki bu ikisini, hayatımı ve çalışmamı, ayrı görmüyorum) 1967 sonbaharına kadar sürdü...

Bu döneme, oldukça bilinçli bir biçimde ben de ilgi duyuyordum. Kendi tarzımda Leonardo da Vinci’nin, Marquis de Sade’ın, Nietzsche'nin, Baudelaire’in, Van Gogh’un, Maupassant'ın, Antonin Artaud'nun vb. portrelerini yapmam boşuna değildi ve biraz da amatör bir psikiyatr gibi çalışmıştım...
‘Anılarımın’ bu versiyonu...

Sonuçta, çok düzensiz ve çalkantılı bir hayat. Ve bütün bunların, bir mevsim, alkol ve haşhaşla zehirlenmiş bir bedenden, bu soyut arture dizisiyle birlikte patlayışı! (H. Michaux’nun ve Doğu manzara minyatürlerinin etkisi).

Bunlar işin fiziksel, fizyolojik yönü. Zihinsel ve sanatsal yönünü açıklamak kolay.

(...) Bununla bir kitap manyağı olduğumu ve hayatımda (çalışmamda), seçtiğim şair, düşünür ve bilim adamlarının beni her zaman çok etkilediklerini söylemek istiyorum.

(...) Böylece, beni yeni bir teknik bulmaya, icad etmeye iten etkenleri, nedenleri aramak için henüz bir lise öğrencisi olduğum 1949-50 yıllarına dönüyorum.

Esas itibariyle utangaç, içine kapanık, bastırdığı duygularıyla topluma uyum gösteremeyen bir çocuktum. Daha o zamanlar bütün Rus, Alman, Fransız, Latin, Yunan, vb. klasiklerini devirmiştim. Ve dahası, tuhaf şey, S. Freud'un çevrilmiş tüm eserleri kendimi yeteri kadar tanımama yardım ediyordu.

Bu ruh hali içinde taş parçacıklarını, çiçekleri, otları sürterek resim yapmaya başladım, ve “İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü" dizisi oluştu.Bu tablolarda insan figürleri görünmüyordu. İnsanileşmiş bir hayvan dünyasıydı bu.

1955’te yeni bir teknikle hazırlanmış başka bir dizi: "İnsanlı Günler". İnsanın bu hayvanlar dünyasına girişiydi bunlar. Velhasıl büyük bir ilerleme!

(...) Bu noktada yaklaşık iki yıl için sanat faaliyetinden bir kopuş (1956-1957). Marquis de Sade, Baudelaire, Lautreamont, Rimbaud okumaları 1958’de yeniden çalışmaya başlamamı sağlıyor... Yeni bir dizi: “Phallisme" (Fallizm). Erotik bir dünya, büyük cinsel dürtüler, çoğunlukla otobiyografik eserler.

(...) Bir taraftan çalışmalarıma devam ederken... Kafka, Michaux, A. Artaud, A. Jarry ve Nietzsche okumaya başlıyorum... 1960'tan 1967'ye uzanan bu dönem, kısaca söylemek gerekirse, Nietzscheci! Paris'te G. Bataille, M. Leiris gibi bazı Fransız Nietzschecilerini keşfetmeme ve A. Jarry’nin (onun bilimlerin bilimi: Patafizik), Raymond Roussel’in ve “anlam-dışı” edebiyatın güçlü etkilerine rağmen, esas olarak Nietzscheci kaldım. Velhasıl, 1967 ilkbaharında dahi, Nietzsche okumalarımdan parçalar hala defterime kayıtlı: İnsandan tiksinmem... her zaman benim en büyük zaafım oldu..."

Burada anarşistlerin yazdığı ve anarşistler üzerine yazılmış yazıları okuduğumu vurgulamalıyım. Böylece toplumdışı, yıkıcı, gayr-ı insani, sınırsız politik özgürlük yanlısı, artürik, patafizik, psikiyARTik, Nietzscheci küçük bir hayat seçmiştim kendime... Ta ki 1967 yılının sonunda Marx’a, diyalektik maddeciliğe erişene dek...”

6-18 Kasım, 1969
YÜKSEL ARSLAN

Arslan & Nietzsche


Arslan & Nietzsche


Yüksel için, resmin, tek başına resmin, yani plastik değerlerin araştırıldığı ya da eski değerlerin yadsınıp yeni plastik değerlerin ya da karşı-plastik değerlerin yaratıldığı resmin hiçbir anlamı yoktur. O bir düşünceyi resmetmek ister. (...)

Yüksel’in resmi, hiç değilse 1968’lere değin, bir değişimler sanatıdır. Atları çizerken ınsanları çizdi. Çiftleşmeleri çizerken mutsuzlukları, tekleşmeleri çizdi. Mezar taşlarını insanlaştırdı. İnsanları mezar taşı durumuna getirdi. (...) Yüksel, hiçbir zaman bir çıplak, bir nature-morte, bir görünüm resmi yapmadı... Bir takım düşünceleri resimledi. ‘Öyleyse bir illüstratör' denecek. Evet ama bir ayrımla: Yüksel, Sade'ı Nietszche’yi, Jarryyi yorumlamıyordu resminde. Onların çizgisindeki kendi düşüncesini resme aktarıyordu. Bu düşünceyi resmediyordu.

Resimlemek/Resmetmek. İki ayrı kavram. Yukarıda sözünü ettiğim ayrım burda beliriyor: Yüksel Arslan bir düşünceyi resimleyen değil onu resmedendir. İllüstratör’lüğünü bu anlamda yorumlamak gerekir.

(...) Yüksel'in resimlerindeki insan figürlerinin değişimi. Bu değişimi takip edecek olursak, Yüksel'in geçtiği yollarda bıraktıkları izlerdir bunlar.

Bunları izleyecek olursak, sanatçının değişimini, dünya görüşünü, dünyaya bakışını da izleriz."

Ferit Edgü

Arture 367


Lorca'ya adadığım ve Granada'da onu öldürdükleri kızıl toprağı betimlediğim Arture... Onu satın almak isteyenler şöyle diyorlardı: 'Ah ne kadar hoş bir manzara!' Arka planı göremiyorlardı. Söz konusu olanın aslında ne olduğunu bilmelerini istemiyorum onlardan! Bana sormazlarsa bilemezler zaten... Ama anlatmak gelmiyor içimden.

ETKİLER


ETKİLER dizisini yapma kararını, 1980 Ocak-Şubat aylarında Paul Eluard'ın Donner â voir kitabını okuduktan sonra verdim. “Yeni bir dizi: Tarihöncesinden günümüze, insanlığa, bütün uygarlıklara..., insanın emeğiyle, aletlerinin yardımıyla yarattığı her şeye evrensel bir saygı... Kısaca yeni bir dizi: Etkiler. Burada ikincil etkiler, aşamalar da var. Müzisyenlerle öteki sanatçıları, sinemacıları, bilim adamlarını da unutmamalı..!"

Doğrusunu söylemek gerekirse bu fikir yeni değildi. Çünkü daha 1965, 1968 ve 1976 yıllarında böyle bir dizi gerçekleştirmeyi hayal etmiştim, hem zaten 1968’de gerçekleştirdiğim “Arture’ün Kaynak ve Kökenleri" gibi bazı eserler bunu öncelemekteydi. İşe başladığımdan beri genellikle diziler oluşturarak çalıştım ve hatta 1955'teki ilk kişisel sergim, bir dizinin eserlerini biraraya getiriyordu: "İlişki, Davranış Sıkıntılara Övgü". Aynı yıl bir başka diziyi bitirdim: "İnsanlı Günler". Ardından başkaları geldi: “Phallisme" (1958), “Portreler" (1959), "Tatalogie" (1960), "Nous Artslandrons” (1962), “Homunculus-cucus-palus, planus-phallus-micrococcus” (1962), “Arture’ler" (1962-1968), “Yabancılaşmalar" (1969), "Karl Marx'ın Kapital'i” (1969-1975), “Kapital’i Güncelleştirme Denemesi" (1975-1980) ve son olarak, 1980 Şubatıyla 1984 Nisanı arasında gerçekleştirilen bu “Etkiler" dizisi.

Bu yönelimin kökeninin, her zaman diziler halinde ilerleyen bu Çalışmaların nedenlerinin ne olduğu sorulabilir. Kısaca, sanatçı mesleğimi bir RESSAM olarak değil, tam anlamıyla bir TUIS olarak başlattığımı ve sürdürdüğümü düşünüyorum (B. Brecht entelektüellerle tuis’ler, ya da yumurta kafalılar, beyazlatıcılar, formül mucitleri, özür-arayanlar diye eğleniyordu)! İyi bir resmi kötüsünden, iyi bir ressamı kötü bir ressamdan sağlam çizgilerle ayırdetmeyi biliyordum: Buna rağmen yirminci yüzyılın tam göbeğinde kendine ressam demek, kendini ressam olarak sınıflandırmak bana gülünç geliyordu. Maceramın en başında, resmin benim için bir amaç değil ancak bir araç olabileceğini hemen anlamıştım. Başka bir şey, başka bir ifade aracı, resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir şey bulmak gerekiyordu. Başka bir sanat bile demeye cesaret ediyorum!

Bu kaygılar ve bu entelektüel araştırmalar beni önce yeni bir teknik bulmaya itti. Bütün sanatçılar gibi yağlıboya, guaş, pastel, suluboya, vb., resmi denedim. Ama kullanılan boyaların yapay bir tarafları vardı (bu sözcüğü iğrenç dememek için kullanıyorum)! Boyalarımı benim imal etmem gerekiyordu! Eski minyatür ustaları ve tarihöncesi sanatçılar gibi doğal boyalar bulmaya ve kullanmaya çalışıyordum. Başlangıçta kağıt üzerine bitkiler, çiçekler, taş ve tuğla parçaları, çürümüş tahta parçaları, vb. sürterek çalıştım. Nihayet 1955 yılında, tarihöncesi sanat üzerine bir kitapta otuz yıldır kullandığım boyaların reçetesini buldum: toprak boyalar, yumurta akı, yağ, bal, sidik... Bu yüzden, ürettiğim şeyler tam anlamıyla resim değildiler. Çalışmalarımı adlandırmak için başka bir sözcük bulmalıydım. Yıllar sonra 1962’de, ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE ekini kullanarak, çalışmalarımın genel adı olarak ARTURE sözcüğünü buldum. ARTURE’ün gerçek anlamıyla resim olmadığı kolayca farkedilebilir. Bu, resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir sanat. Sanatçının başlangıçta hem bir düşünür, hem de bir şair-çizimci olarak çalışması gerektiğini söylemekte.

Etkiler dizisinin 126 arture'ünün gerçekleştirilmesi benim için bir eğlenti, ama ciddi bir eğlenti oldu! Açıklıyorum: İki kısımdan ("Sanatlar ve Sanatçılar" ile “Şairler, Düşünürler, Yazarlar, Bilginler, vb.") oluşan bu dizi ne bir ansiklopedi ne de bir alimler topluluğunun çalışmasıdır. Tarihöncesinden başlayıp Yunanlı çağdaş büyük şair Yannis Ritsos’a varan bir yolculuktur. Temelinde kişisel, bizzat benim yaptığım bir seçme, kendi etkilendiklerim vardır! Şu sanat sevilebilir, bu sanat sevilmeyebilir, şu şair tercih edilebilir, bu şair tercih edilmeyebilir: Herkesin kendine göre etkilenimleri var! Ama kim bir mağaranın derinliklerinde Yontma Taş Çağı duvar resimleri karşısında, ya da bir Neolitik yerleşim alanında cilalanmış bir balta ya da sileksten yapılmış başka aletler bulduğunda hayranlık duymaz? Üstelik tarihöncesi sanata karşı özel bir ilgi duyuyordum, çünkü kendi tekniğimi bulmam tarihöncesi sanatçıların ürettikleri boyaların "reçetelerinden" yola çıkarak gerçekleşmişti. Evrensel ile kişisel kavramları belki de burada kesişmektedir!

Beni etkileyen başka uygarlıklar üzerine de benzer düşünceler yürütebilirdim. Sözgelimi eski Mısır sanatında tercihim papirüs resimleri, lahitler ve mumyalardan yanaydı. İslam sanatında ise mezartaşlarından.. Kendimi hâlâ bir çocuk olarak, İstanbul’da, Haliç’in en ucunda, öteki çocuklarla birlikte korkunç mezar taşlarının, kabirlerin esrarengiz lahitlerinin arasında oynarken ve kabuslardan, ölümden kurtulmak için yörenin fallik ormanlarında gezerken görüyorum...! (A 213) Bütün dünyanın zanaatleri ve halk gelenekleri için ne söylenebilir? Tek kelimeyle: SEVGİ! (A 224)

En çok sevdiğim sanatçılar olan Leonardo da Vinci, Bosch ya da Bruegel’in yanında diğerleri ancak zorlukla, çoğu zaman İkincil Etkiler olarak yer buluyorlar. Resim karşısındaki tutumumu belirttim; ne kadar ciddi, sert olduğum düşünülebilir. Burada salt estetik sorunlara dalmak yararsız. Ama yine de birkaç açıklama getirilebilir. G. Courbet, “Hiç kanatlı insan görmedim..., öyleyse hiçbir zaman bir melek resmi yapmayacağım,’ diyordu. Bu 'Cumhuriyetçi sanatçı'nın çağının akademik resim sanatı karşısındaki tavrı yalnızca hayranlık uyandırabilir.

Beni çağımız sanatçıları karşısında daha da katı bulabilirsiniz! Burada şu ebedi biçim ve içerik sorununu yemden ortaya atabiliriz. Böylelikle, kübist bir resme bakarken biçimdeki değişiklikler kolayca farkedilebilir ama içerik aslında her zaman önceki çağlardaki gibi kalmıştır: manzara, cariye, portre, natürmort, vb.

A 130 (Karl Marx)


 ...toplumdışı, yıkıcı, gayr-ı insani, sınırsız politik özgürlük yanlısı, artürik, patafizik, psikiyARTik, Nietzscheci küçük bir hayat seçmiştim kendime... Ta ki 1967 yılının sonunda Marx’a, diyalektik maddeciliğe erişene dek...”  http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/d.html

ETKİLER


Yüksel Arslan'ın Influences Dizisi.
Irıfluences: Etkiler.

Yüksel'in dizisinde daha çok etkilenmeler anlamında.

Sanatçının, kişiliğinin oluşma sürecinde, kendisini etkileyen (birincil ve ikincil düzeyde) kültürler, sanatlar, ressamlar, yazarlar, şairler, düşünürler, bilim adamları... Bunların, dolaysız, adlı adınca veya yaratıcı düzeyde anılmaları.
 İlkin bu diziyi oluşturan resimlerin (sanatçının deyişiyle “Arture’lerin) bir dökümünü sıralayalım:


Tarih-öncesi sanat/ Hitit/ Mısır papirüs ve mumyaları/ İslam sanatı/ Geleneksel halk sanatları/ Leonardo da Vinci/ Jerome Bosch/ Van Gogh/ Bela Bartok/ Eric Satie/ Bach/ Xenakis/ Aristofanes/



A 317


Tezer Özlü

Berlin, 19 Kasım 1982 günlü notunda şöyle diyor:
 “Unutma: Dostların hep yazarlardı. Öyle de kalacaklar."
 “Dostların” diyor; “Aşkların” da diyebilirdi.
Yaşamın Ucuna Yolculuk, üç aşk öyküsü gibidir.
Uç posthume aşk öyküsü:
Svevo, Kafka, Pavese.
Gönül verdiği, ya da gönlünü gerçekten kaptırdığı yazarlardı bunlar.
Onların çektiği acıya, yalnızlığa başkaldırıyordu.
Kendi çektiği acılara, katlandığı yalnızlıklara, baskılara karşı başkaldırdığı gibi.
Svevo’nun Trieste’de; Kafka’nın Prag’da;
Pavese’nin Stefano Belbo’da, Torino’da izlerini sürdü.
Bu yazarların romanları, öyküleri, günlükleri, mektupları yetmiyordu ona.
Yaşadıkları, soluk aldıkları ve öldükleri yerleri yaşamak, oralarda soluk alıp vermek istiyordu.
Yaşamın Ucuna Yolculuk, işte böylesi bir solumanın kitabıdır.

Burda da sınırları zorladı: gönül verdiği, büyük bir tutkuyla bağlandığı bu üç yazarı yalnızca birer yazar olarak görmek istemedi. (Bunun için kitapları yeterliydi. Ama o...) Yaşamlarını aradı - bulamayacağını bile bile. Yaşamın Ucuna Yolculuk'un benzersizliği de bundan kaynaklanıyor.

Bir acıma duygusuyla yaklaşmıyordu bu yazarlara. Kafka’nın iktidarsızlığı, Pavese’nin eşcinsel yalnızlığı değildi Tezer’i çeken. Onların yapıtlarında dile gelen, çaresizliğe, saçmalığa, hem kendi adına, hem onlar adına karşı çıkıyordu.

Coşkuyla, aşkla, başkaldırıyla dolu, dopdolu bu genç insan yazarlarda, gariptir, bir benzerini buluyordu. Sanki kendinde, onlara (ve onlar gibilere) sunabileceği bir yaşam iksiri bulunduğuna inanmıştı.

Tüm acılara karşı, tüm yalnızlıklara karşı bir panzehir.
Kendi yalnızlığını, kendi acılarını sağaltamayan bir panzehir.
Yoluna çıkan, erkek, kadın, tüm çaresizlere sunmak istediği buydu.
Tüm yazdıkları, Yaşamın Ucuna Yolculuk gibi, ardında bıraktığı bu notlar, aforizmalar, parçalar, bunun kanıtıdır.
Kuşkusuz, bir yazarın, hiçbir zaman, hiçbir kanıta gereksinimi yoktur.
Yazdıkları, ya yaşamla örtüşür, ya da düşlerle.
Ya da her ikisiyle.

Burda, yaşamla örtüşen sözcüklerle karşı karşıyayız.

*
Kalanlar'a önsöz,
Ferit Edgü