G. F'ye
Bu
kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk
yazılışı 1924 ile
1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş
yaşlarıma rastlar.
O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.
•
Flaubert'in
mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına
doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir
cümle yeniden karşıma çıktı:
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
•
Kitaba
ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında
yeniden başladım; uzun
süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış
gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra,
1934 ve 1937
yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle
bir yana bırakıldı.
•
Uzun
bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir
dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam
yapayım, ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün
dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler
arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden
canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.
•
1934'teki
yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan
görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği
halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam
gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum
işte.
•
Tarih
içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım;
öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci
algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta,
öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını
ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş
olsun. Öyle
ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde
bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.
•
Villa
Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un
çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları;
sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya
yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk
önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm
bunların.
•
Zamanla
başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on
sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş
bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor.
Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi:
Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş
yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz
bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.
•
1937
yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı
şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan
vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden
geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.
•
Bu
iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması
gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana,
yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen
doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da
insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini
gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki
uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki
birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son
verdim.
•
T.E.
Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir
kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım.
Ancak Hadrianus'un
gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu
iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını
ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni
bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya
da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü
anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının
yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var
mı?
•