Ziyaret
Devletin bunalıma girmesinden önceki bu birkaç yıl zarfında
düşmanlarımın beni ömür boyu uçarılıkla suçlayacakları bir karar aldım ama bu
karar hesaplı bir karardı ve her tür saldırıyı gidermek amacıyla alınmıştı.
Birkaç ay için Yunanistan'a gittim. Görünürde, bu gezinin hiçbir siyasal amacı
yoktu. Eğitim ve eğlenceyi amaçlayan bir geziydi; Plotina'yla paylaştığım bazı
kitaplar ve mezarlardan çıkarılmış çanaklarla geri döndüm. Bana verilen tüm
onurlar içinde, gerçekten sevinerek kabul ettiğim orada edindiğim onur oldu;
beni Atina'nın dokuz hakiminden biri yapmışlardı. Birkaç ay, zevk içinde, fazla
sıkıntıya girmeksizin yaşamak için kendi kendime izin verdim;
yaban lalelerinin kapladığı dağ yamaçlarında yürüyüşler yaptım, çıplak mermere dokundum dostlukla. Khaironea'da Kutsal Taburun antik çiftinin dostlukları karşısında derin düşüncelere daldım; Plutarkhos'un konuğu olarak iki gece geçirdim. Kendi Kutsal Taburum vardı ama genellikle olduğu gibi tarih benim için yaşamın kendisinden daha etkileyiciydi. Arcadia'da ava çıktım, Delfe'de dua ettim. Eurotas'ın kıyısında, Sparta'da, çobanlar, kavalla çalınan bir hava öğrettiler, garip bir kuş şakıması; Megara yakınlarında gece boyu süren bir köy düğününe katıldım; geleneklerine bağlı Roma'da hiçbir zaman yapamayacağımız danslar yaptım yanımdakilerle.
yaban lalelerinin kapladığı dağ yamaçlarında yürüyüşler yaptım, çıplak mermere dokundum dostlukla. Khaironea'da Kutsal Taburun antik çiftinin dostlukları karşısında derin düşüncelere daldım; Plutarkhos'un konuğu olarak iki gece geçirdim. Kendi Kutsal Taburum vardı ama genellikle olduğu gibi tarih benim için yaşamın kendisinden daha etkileyiciydi. Arcadia'da ava çıktım, Delfe'de dua ettim. Eurotas'ın kıyısında, Sparta'da, çobanlar, kavalla çalınan bir hava öğrettiler, garip bir kuş şakıması; Megara yakınlarında gece boyu süren bir köy düğününe katıldım; geleneklerine bağlı Roma'da hiçbir zaman yapamayacağımız danslar yaptım yanımdakilerle.
Etiketler:
Antinous
HADRIANUS'UN ANILARI'NIN YAZILMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
G. F'ye
Bu
kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk
yazılışı 1924 ile
1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş
yaşlarıma rastlar.
O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.
•
Flaubert'in
mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına
doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir
cümle yeniden karşıma çıktı:
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
•
Kitaba
ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında
yeniden başladım; uzun
süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış
gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra,
1934 ve 1937
yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle
bir yana bırakıldı.
•
Uzun
bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir
dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam
yapayım, ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün
dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler
arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden
canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.
•
1934'teki
yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan
görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği
halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam
gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum
işte.
•
Tarih
içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım;
öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci
algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta,
öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını
ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş
olsun. Öyle
ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde
bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.
•
Villa
Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un
çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları;
sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya
yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk
önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm
bunların.
•
Zamanla
başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on
sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş
bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor.
Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi:
Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş
yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz
bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.
•
1937
yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı
şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan
vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden
geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.
•
Bu
iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması
gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana,
yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen
doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da
insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini
gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki
uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki
birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son
verdim.
•
T.E.
Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir
kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım.
Ancak Hadrianus'un
gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu
iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını
ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni
bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya
da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü
anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının
yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var
mı?
•
Etiketler:
Antinous
Kötülüğün Metafiziği ve İntihar
I
Üstün düşünce kapasitesine sahip olan insanların çoğu ölüp
gitti. Geriye aptallığın egemen olduğu insan türü kaldı. İnsan türünün bu
aptalca olan varoluş durumunu sürdürebilmesi için, türün içinden çıkan üstün
nitelikli insanların çalışmalarını sömürmeleri gerekiyor. İnsan türünü
küçümseyen yaratıcı bireyler sonuçta mensup oldukları türün hizmetkârı
oluyorlar. Bu çelişki radikal kötülüğün kaynağıdır. Çünkü yaratıcı bireylerin
bu hizmetkarlık durumuna karşı verecekleri tepkinin etkin olması ancak kötülük
yoluyla mümkündür.
Kötülüğün kavramsal açıdan
tanımlanmasının imkânsızlığı kötülüğün her eylem, her insan ve her düşünce için
potansiyel bir nitelik olmasından ileri gelmektedir. Her tarafa bulaşan bir kir
gibidir kötülük.
Arzu yoksa, kötülük de yoktur. Bu
nedenle bilge insan için kötülük anlamsızdır.
Arzusuz yaşam nedir? Yalın olarak
var olmak mümkün müdür? Diyojen, Kant gibi istisnalar bu soruya olumlu yanıt
vermek için yeterli değildir.
Kötülüğün
yaygınlığı yaşamın anlamsızlığının en açık göstergesidir. İnsan türü evrimin
rastlantısal bir sonucu olduğu için bireylerin mikro dünyalarında
kurguladıkları iyiliğin, adaletin insan türüne aşılanması olanaksızdır.
İnsan türü varlığını sürdüremeyecek ölçüde kötülüğe battığı, zaman kötülükler azalma eğilimine
girer, işte bu dönemlerde iyilik göreceli olarak artış gösterir.
İnsan türünün varlığının kaynağı
canlıların evrime tâbi olmasıdır. Evrimin yasaları kötülüğü gerektirirse -ki
bunun gerekli olduğu acı bir gerçektir- buna duygusal, fikirsel olarak karşı
durmak olanaksızdır.
Ama bir yol vardır. O yol metafiziksel
bir karşı duruştur. Bu duruştan ahlâk adını alan bir eylem planı ortaya
çıkmıştır. Türün içinde azınlıkta kalan bazı insanlar bu eylem planını evrensel
boyutta gerçekleştirme hayali kurmuşlardır. Bu hayalin en büyük temsilcisi
Alman filozof Kant'dır. Kant ahlâk alanında iki büyük eser yazmıştır: Biri
Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi, diğeri ise Pratik Aklın
Eleştirisi'dir.
Kant Ahlâkın Metafiziğinin
Temellendirilmesi'nde insan türünün yaşadığı büyük trajedinin nedenini, ahlâkın
temelini akla değil de, biyolojik, duygusal ve faydacı unsurlara dayandırılmasında
görmüştür. Kant ödevin kökenini insanın yapısında veya insanın içine yerleştiği
dünyaya bağlı koşullarda değil, “a priori”de (deney öncesinde) ve yalnızca saf
aklın kavramlarında aramak zorundayız. " derken akla doğaüstü, tanrısal
bir nitelik kazandırmış olmaktadır. Kant ahlâkı aklın evrensel kurallarına
dayandırmasının mantıksal sonucu olarak ahlâkın üç evrensel kuralını ortaya
koyar:
1. Her zaman, eyleminin temelini
evrensel bir kural haline getirebilecek şekilde davran.
2. Her zaman insanlığı kendinde
ve başkalarında bir araç olarak değil bir amaç olarak görecek şekilde davran
.
.
3. Her zaman, akla dayanan
istencini evrensel bir kural koyucu gibi görecek şekilde davran.
Kant ahlâkı metafiziksel olarak
temellendirdikten sonra ahlâkın yapısını Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde
inceler. Pratik akıl yetisini, bilmenin sınırlarını belirleyen teorik akıl
yetisinden ayırır çünkü burada önceden verili ilkeler vardır. Buna karşın teorik
akıl ilkelerden değil duyulardan yola çıkar:
Pratik aklın eleştirisinde
ilkelerden başlayarak kavramlara ve ancak olabildiği yerlerde kavramlardan
duyulara gidebiliriz; oysa teorik akılda duyulardan başlayıp işi ilkelerde
bitirmemiz gerekiyordu. Bunun nedeni gene şudur: bu defa konumuz istençtir ve
aklı nesnelerle ilgisinde değil, istençle ilgisinde ele almalıyız. İşte
burada, deneysel olarak koşullanmamış nedenselliğin ilkelerinden
başlanmalıdır... Özgürlükten gelen nedensellik yasası, yani herhangi bir saf
pratik ilke, kaçınılmaz olarak başlangıcı oluşturuyor ve ancak kendisinin
.olabileceği amaçları belirliyor. {Pratik Aklın Eleştirisi, s. 17-18)
Şimdi de Kant’ın ahlâkla inancı
ve Tanrı’nın varlığını nasıl buluşturduğuna bakalım:
Etiketler:
Felsefe
Yeşil Bir Hayal: Yeni Zelanda
“Orada her şey, hattâ sema bile yeni idi”
(...) Vatanın âfâk-ı siyasiyesi
karardıkça bizim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli
fırtınalar esiyordu. Her şeyden nevmîd idik. Abdülhamid de günden güne
mezâlimini arttırıyordu. Fakat biz teşebbüslerimizi o nisbette tezyid
edemiyorduk. Memlekette bir ihtilaf hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu.
Zahiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah kapmak amelinde idiler.
Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları kapanmış ve bu elîm vaziyette
yaşamak imkânı kalmamıştı. (...) Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da
bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!
Göç fikrinin başlangıçta
kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlayamadığını söyleyen Hüseyin Cahid’in
aksine Halid Ziya, Kırk Yıl adlı hatıratında devrin ağır siyasî şartlarına
temasla birlikte, Hüseyin Kâzım gibi bu girişimi, topluluk içinde siyasî
şartlardan en çok şikâyet eden Tevfik Fikret’in başlattığını söyler:
Hakikatlerin teşkil ettiği muhitte barınamayan, onların
müfrit hassasiyetine çarpındığı elemleri nefsine sindirmek kuvvetini bulamayan
Fikret, nihayet buradan kurtulabilmek çaresini muhâl bir hayalde bulunca,
aynile kederlerini sekrin muğfil neşveleri içinde boğanlara mahsus bir kendi
kendini aldatışla âdeta bahtiyar oldu. Nazarında onu inciten, kudurtan ne
varsa sanki bir efsunla silinmiş göründü; İstanbul ve onun içinde, arkasında,
ötesinde ne kadar mesâvî ve levsiyat buluyorduysa bunlar hep bir nisyan bulutunun
altına saklanmış oldu; artık onun rü’yet ufkunda yalnız bir hayat sahası, bir
saadet köşesi vardı; ve orada muradına göre bir âlem icad edecekti: Yeşil
Yurd!..
Hüseyin Cahid Yalçın da bir makalesinde bu konuyla
ilgili olarak şunları söylemektedir:
(...) O zamanlar, genç ve idealist ruhlar arasında en
tükenmez, en tatlı sohbet mevzuu istibdat devrinin zulümleri idi. Kâzım’ın
Haydarpaşa’daki konağında, bizler için hazırlanmış kabarık yatakları ihmal
ederek, sabahlara kadar, göz kırpmadan, Abdülhamid zulmüne karşı konuşmalarımızın
hararetini hâlâ hatırlıyorum. Bir ateş parçası gibi, o selis ifadesile,
etrafındakileri oluşturan o coşkun Hüseyin Kâzım şimdi nerede! Yavaş yavaş, bu
nazarî tazallümler, dertleşmeler maddî bir tasavvur etrafında tebellür etmeğe
başlamıştı. Memleketi terkedip Nouvelle- Zelanda adasına hicret edecektik.
II. Girişimde ilk adım: Yeni Zelanda
Bir
gün Hüseyin Cahid ile Tevfik Fikret Dr. Esad Paşa'yı ziyarete giderler. Sohbet
esnasında her zaman olduğu gibi konu Istibdad'dan açılır ve çare olarak da
çoluk çocuk topluca İstanbul’dan göç etmeye karar verirler.
Başlangıçta,
henüz nereye ve nasıl gidileceği konusunda kesin bir fikirleri yoktur.
Gidilebilecek yerler konusunda bilgi toplama görevi Tevfik Fikret tarafından
Mehmed Rauf'a verilir.
Mehmed
Rauf, Mekteb-i Bahriye’den mezun bir bahriye yüzbaşısı olarak bir denizcilik
lisanı olan İngilizceyi de bilmekte ve vazifesi gereği yabancı subaylarla
irtibat halindedir.
Bunlardan
biri de İngiliz gemisi İmogene'in süvarisi Kaptan Bain’dir. Tevfik Fikret'in
isteği üzerine görüştüğü Kaptan Bain İngiltere’den birçok insanın Yeni Zelanda'ya
göç ettiklerini ve bu adanın onların düşündükleri gibi bir hayata çok elverişli
olduğunu söyler. Kaptan Bain, bu ada ile ilgili broşürler de getirtebileceğini,
bunlar sayesinde ayrıntılı bilgilere sahip olabileceklerini söyler. Broşürler
geldiğinde bunları arkadaşlarına Mehmed Rauf tercüme eder ve Yeni Zelanda, göç
fikrini destekleyen bütün arkadaşları tarafından beğenilerek uygun görülür.
Hüseyin
Cahid girişimlerinin bu ilk günlerindeki heyecanını ve oradaki muhayyel yaşama
tarzları hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:
Etiketler:
Edebiyat
Günlük
Aktif iç gözlemlere karşı bir hınç. Dün böyleydim, nedeni de
bu; bugün böyleyim, nedeni de şu gibi psikolojik açıklamalar. Doğru değil bu,
nedeni bu ya da şu değil, dolayısıyla böyle ya da şöyle değil. Vakitsiz bir
aceleye kapılmadan kendine serinkanlı katlanmak, nasıl yaşanması gerekiyorsa
öyle yaşamak, köpekler gibi ortalarda dolanıp durmamak.
Bugün Kierkegaard’ın Yargıcın Kitabı geçti elime. Zaten
önceden sezdiğim gibi onun durumu da, aradaki bazı önemli ayrımlara karşın
benimkine pek benziyor; en azından o da, benim bulunduğum tarafında eğleşiyor
dünyanın. Beni bir dost gibi doğruluyor.
Benim biricik tutkum ve biricik mesleğime ki bu da
edebiyattan başkası değil-
ters düştüğünden, işimin benim için katlanılır yanı
yok. Edebiyattan ayrı bir şey olmadığıma, ayrı bir şey olamayacağıma ve olmayı
da istemediğime göre işim asla beni kendine çekip alamaz, ama düpedüz yıkıma
sürükleyebilir. Böyle olmasına da çok bir şey kalmadı doğrusu. En berbat sinir
krizleri ardı arkası kesilmeden beni sultası altında tutuyor; kendi geleceğimle
kızınızın geleceğine ilişkin tasa ve kahırlarla geçen bu yıl içinde gerekli
dirençten yoksunluğum büsbütün açığa vurdu kendini. Peki neden bu işi bırakmadığımı
ve bir servetim olmadığına göre neden yazıp çizerek geçinmenin yoluna
bakmadığımı sorabilirsiniz. Size yalnız şu acınacak yanıtı verebilirim: Buna
gücüm yetmez çünkü; durumumu genellikle görebildiğim kadarıyla daha çok şimdiki
işimde yıkılıp gideceğim ve kuşkusuz hızla gerçekleşecek yıkılışım. Şimdi beni kızınızla,
bu gürbüz, şen, doğal, güçlü kuvvetli kızınızla karşılaştırın. Kendisine
yolladığım yaklaşık beş yüz mektupta aynı şeyi yinelememe, kendisinin ise beni
inandırıcılıktan uzak bir «hayır» ile yatıştırmak istemesine karşın doğruluğunu
yitirmeyecek bir şey var ki, gördüğüm kadarıyla kızınızın yanımda ister istemez
mutsuzluğa sürükleneceğidir. Ben salt dış koşullardan değil, daha çok
yaradılışım gereği içine kapalı, suskun, insanlardan kaçan ve hiçbir şeyden
hoşnut olmayan biriyim. Ama böyle oluşumu da kendi hesabıma bir felaket diye
niteleyemem; çünkü varmak istediğim amacın yansısından başka bir şey değildir
bu. Sanırım evdeki yaşayışımdan hiç değilse birtakım sonuçlar çıkarabilirim:
Evet, kendi ailemin bireyleri arasında, alabildiğine iyi ve sevecen bu
insanların içinde bir yabancıdan daha yabancı yaşayıp gidiyorum. Son yıllar
annemle günde ortalama yirmi sözcükten fazla bir şey konuşmadım; babamla ise
selam sabahtan öteye geçmedi konuştuklarım. Evli kızkardeşlerim ve
eniştelerimle, kendilerine bir kızmışlığım falan yokken hiç konuşmuyorum.
Nedeni de, kendiriyle konuşacak en ufak bir şeyimin açıkça bulunmayışıdır.
Edebiyata uzak her şeyden sıkılıyor, nefret ediyorum; çünkü, gerçekte öyle değilse bile beni
baltalayan ya da yolumdan alıkoyan bir şey gibi görüyorum tümünü. Oysa içimde
bir aile yaşamını sürdürmeye yönelik hiçbir eğilim yaşamıyor; yaşasa bile salt
gözlemci olarak kalmak isteyen birinin eğiliminden başka şey değil bu.
Hısım akraba duygusu nedir bilmiyor, beni
görmeye gelenlerin bu davranışına adeta beni hedef alan bir kötülük gözüyle
bakıyorum. İşim beni nasıl değiştiremiyorsa, evlilik yaşamı da yine
değiştiremeyecektir.
...
30 Ağustos 1913
Nerede bulacağım kurtuluşu? Tümüyle unuttuğum ne çok düzmecelik
birlikte su yüzüne çıkıyor. Gerçek bağlanım gerçek veda gibi bunlarla örülecek
idiyse, o zaman kesinlikle yerinde davrandım diyebilirim. Kendi varlığımda
insanlardan ilişkisiz, gözle görülür bir yalan yok. Sınırlı çemberin içi temiz
durumda."
Evlenmenin leh ve aleyhindeki nedenlerin
özeti:
I. Hayata tek başına katlanmanın
güçsüzlüğü; tek başına yaşama güçsüzlüğü değil, tam tersine; bir kimseyle
birlikle yaşayabilmem olasılığı yok; ama kendi yaşamımın üzerime çullanmasına,
kendi şahsımın gereksinimlerine, yaş ve zamanın saldırısına, içimdeki yazma
hevesinin beni belli belirsiz sıkıştırmasına, uykusuzluğa, yakın bir cinnetin
sezgisine, işte bütün bunlara tek başıma katlanacak güçten yoksunum. Belki, diye
eklemem gerekiyor kuşkusuz, F. ile hayatımı birleştirmem varlığıma daha çok
direnç sağlayabilir.
2. Her şey hemen düşüncelere
salıyor beni! Mizah dergisinde okuduğum bir nükte, Flaubert ve Grillparzer’i
anımsayış, gece için hazırlanan yataklar üzerinde anne ve babamın
geceliklerinin görünümü, Max’ın evliliği. Dün kızkardeşim dedi ki: «Evlenenlerin
(bizim akrabalar arasında) hepsi de nasıl mutlu oluyor, anlamıyorum.»
Kızkardeşimin bu sözü de düşündürdü beni, yine içimdeki o korku depreşti.
4. Edebiyatla ilişkisiz
her şeyden nefret ediyorum. Onun bununla konuşmak, edebiyata ilişkin
olsa da sıkıyor belli: onu bunu ziyaret etmek sıkıyor ve acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya
boğuyor. Konuşma1ar düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliği ve gerçekliğini
silip götürüyor..
5. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman
asla yalnız kalamayacağım demektir.
6. Kızkardeşlerimin önünde -özellikle eskiden böyleydi-
çokluk öbür insanlar karşısındakinden bambaşka biri oluyorum: Korkusuz, dış
etkilere açık, güçlü, şaşırtıcı, içimde başka zaman ancak yazı yazarken
duyduğum bir heyecan. Eşimin aracılığıyla herkesin önünde de böyle olabilsem!
Ama o zaman bu, bir borç gibi yazma eyleminden düşülmeyecek mi? Eksik olsun!
Eksik olsun!
7. Yalnız
olsam belki bir gün bürodaki işimi gerçekten bırakabilirim. Evlenirsem bunu
asla yapamam.
Kafamın içindeki muazzam dünya. Ama kırıp parçalamadan nasıl
kendimi, nasıl bu dünyayı esenliğe çıkarabilirim. Onu kendimde alıkoymaktan ya
da içime gömmektense kırıp parçalamam bin kat daha iyidir. Zaten bu yüzden
buradayım ve çok iyi biliyorum böyle olduğunu.
1 Temmuz 1913
Çılgınca bir yalnızlık isteği. Salt kendi kendimle yüz yüze
olmak. Belki Riva’da kavuşabilirim buna.
İç varlığımdaki korkunç kararsızlık.
Günlük tutmam yine pek zorunlu bir durum aldı. Benim şu dağınık
kafam; F.; bürodaki perişanlık; yazma konusunda bedensel olanaksızlığım ve
yazmaya duyduğum gereksinim.
Yalnızlık her şeyden güçlüdür ve kişiyi yeniden insanlara
yaklaştırır. Kuşkusuz o zaman daha başka, daha az üzücü görünen, gerçekte henüz
bilinmeyen yollar aranıp bulunmaya çalışılır.
Pek çok günden beri yazıyorum,
böyle gitse keşke! Yirmi yıl önceki gibi tastamam korunmuş ve çalışmanın içine
girip yuvalanmış değilim, ama ne de olsa yaşamım bir anlam kazandı; düzenli,
boş, saçma bekârsı yaşamım haklı bir nedene kavuştu. Kendi kendimle yine ikili
söyleşiler yapabiliyor, dipsiz bir boşluğa gözlerimi dikip bakmıyorum. Benim
için ancak bu yoldan bu düzelmenin sözü edilebilir.
...
7 Kasım 1914
O yaman Strindberg! O hırs, yumruk savaşıyla kazanılmış o
sayfalar!
...
Edebiyat
açısından bakınca yazgım çok basit. Düşsü iç yaşamımı anlatma isteği öbür
nesnelerin tümünü ikinci plana itti, yaşamım korkunç biçimde köreldi ve
körelmenin bir türlü sonu gelmiyor. Beni memnun kılacak başka bir şey yok asla.
Gel gelelim söz konusu anlatım gücümün de hiç sağı solu belli değil; belki şu
an bir daha hiç görünmemek üzere kayıplara karıştı, belki ilerde bir yol yine
sesini duyurur içimde; ancak, yaşam koşullarım böyle bir şey için elverişli
sayılamaz. Dolayısıyla bir aşağı, bir yukarı süzülüyorum boşlukta; uçup dağın
tepesine çıkıyor, ama bir an bile orada tutunamıyorum. Benim gibi bir aşağı,
bir yukarı devinen başkaları da var, ama aşağı bölgelerde hepsi, güçleri de
benimkinden fazla; düşme tehlikesi gösterdiler mi hısım akrabaları kendilerini
tutuyor, bu amaçla da yanları sıra yürüyorlar. Bense yukarlardayım; ne yazık
ki ölüm değil benimkisi, ölmenin sonu gelmeyen acıları.
Rahat
yaşayabilmek değil, rahat ölebilmek için insanlardan kaçtığımı gözlemledim.
15 Mart 1914
Öğrenciler Dostoyevski’nin cenaze töreninde tabutun
zincirlerini taşımak istiyorlardı. Dostoyevski işçi mahallesinde, bir kira
evinin dördüncü katında ölmüştü.
Beklemek yalnızca, bitip tükenmeyen bir çaresizlik.
Odada anne ve babamla oturup iki saat boyunca dergilerin
sayfalarını karıştırdım, arada bir önüme bakıp durdum, genellikle saat ona
gelsin, gidip yatayım diye beklemekten başka bir şey yapmadım.
Fazlasıyla
yorgunum, uyuyup dinlenmem gerekiyor, yoksa her bakımdan işim bitiktir.
İnsanın kendisini ayakta tutabilmesi için bu ne çok çaba! Hiçbir anıt yoktur
ki, dikilmesi bunca gücün harcanmasını gerektirsin.
25 Eylül 1912
Yazmaktan zorla kendimi alıkoyuşum. Yatakta yuvarlanıp
durmam. Başa kan hücumu ve boşuna harcanan güçler. Bu ne olumsuzluktur! - Dün
Baum’da; Baum ve karısının, kızkardeşlerimin, Marta’nın, iki oğluyla (bir
yıllık gönüllü asker ikisi de) Bayan Dr. Bioch’un önünde okuduğum yazılar. Sona
doğru kontrolden çıkan elim yüzümün önünde ileri geri gezindi. Gözlerim
doluksadı. Öykünün içtenliğinden kuşku edilemeyeceği doğrulandı böylece. - Bu
akşam yazmaktan kendimi koparıp aldım. Landestheatcr’de film gösterisi. Loca. -
Bir ara peşine bir din adamının takıldığı Froyayn Oplatka. Evine vardığında
döktüğü ecel terinden sırılsıklam olmuştu. Danzig Kornerin yaşamı. Atlar. Beyaz
at. Barut kokusu. Lützow un çılgınca avı.
23 Eylül 1912
Yargı öyküsünü ayın 22’sini 23’üne bağlayan gece akşam saat
ondan sabah saat altıya kadar bir çırpıda yazıp çıkardım. Oturmaktan uyuşmuş
bacaklarımı masanın altından çekip alamadım adeta, öykü gözümün önünde gelişir,
ben sanki öykünün içinde ilerlerken gösterdiğim müthiş çaba, duyduğum müthiş
haz. Bu gece pek çok kez ağırlığımı sırtımda taşıdım. Nasıl her şey
söylenebiliyor, nasıl her şey için, en yabancı esinler için bir büyük ateş içte
hazırlanmış bekliyor ve esinler ateşle yok olup sonra yeniden diriliyor, nasıl
pencerenin önü bir maviliğe bürünüyor. Bir araba geçiyor yoldan. İki adam
köprüden geçiyor. Saat ikide son kez saate bakıyorum. Hizmetçinin sabah ilk
kez holden geçişinde öykünün son cümlesi yazılıyor. Lambanın söndürülüşü ve gün
ışığı. Kalp bölgesinde hafif bir sızı. Gece yarısı uçup giden yorgunluk.
Kızkardeşlerimin odasına titreyerek girişim. Öyküyü kendilerine okuyuşum. Daha
önce hizmetçi kızın karşısında gerinip uzanışım ve: «Bu zamana kadar hep
yazdım», deyişim. Sanki odaya yeni getirilip kurulmuş ve henüz el sürülmemiş
yatağın görünümü. Roman yazmaya çabalayışımın, beni yazmanın yüz kızartıcı
aşağılıklarına çekip aldığı kanısının doğrulanışı. Yazı, ancak böyle yazılabilir,
böyle bir kesintisizlik içinde, ruh ve bedenin böylesine eksiksiz bir
açılımıyla ancak.
Etiketler:
Kafka
“Yeşil Yurt" Hikâyesi
“Yeşil Yurt" Hikâyesi
Mehmet Rauf
Servet-i
Fünuncuların müşterek vasıfları, istibdat idaresine karşı kanlı, yırtıcı bir
husumetti. Bu husumet Saray’a karşı başlamışken yavaş yavaş bu idareye
tevekkül ve tahammül ve onu tagdiye ve idame eden memleket hayatına da sirayet
etmişti. Her gün menfur tecelliyatına şahit olduğumuz Saray şenaaderi bizi
zehirliyor, artık burada yaşamayı tahammül edilemeyecek bir işkence haline
getiriyordu.
Bilhassa
Fikret, bu hususta herkesten ziyade galeyanlıydı. O, bu hallerden artık hasta
gibi olmuş, nefret ve tahammülsüzlüğünü bütün Boğaziçi’nin serapa nur ve şaşaaya
müstagrık bırakıldığı 19 Ağustos cülus geceleri Rumelihisarı’ndaki yalısında
tek bir kandil bile yaktırmayıp o geceyi sabahlara kadar zulmet içinde geçirecek
derecede cesaretini ilerletmişti.
Yine
ben cülus günlerinden birinde Beyoğlu hıncahınç kalabalık ve sokaklar
baştanbaşa donanmış bir halde iken Tepe- başı bahçesinde oturuyordum.
Mızıkacılar yavaş yavaş toplandılar ve birdenbire çalmaya başladılar. Cülus
şerefine Hamidiye Marşı’nı çalmaya başlamasınlar mı? Bahçeyi dolduran halk
heyetiyle marşı ayakta dinlemek üzere kalktılar, şimdi ben de kalkacak mıydım?
Kalkmamak mevcut hafiyeleri faaliyete sevk ederek bin bir tehlikeyi başıma
yağdırmak olmaz mıydı? Bütün varlığım isyan ve tuğyan ederken bu melun marşa
ayağa kalkmak mümkün müydü?
Mücadele
kısa oldu. İlk saniyeler zarfında tereddüdüm ve hareketsizliğim etrafın
dikkatini celp ediyor, herkes bana bakıyordu. O zaman ani bir kararla
sıçradım, çalgıyı ayakta vaz’-ı ibadetle dinlememek için masaların arasından
geçerek kapıdan sokağa fırladım. Bu nazar-ı dikkati celp etmişse bile,
müdafaası kolay bir hareket olmuştu. Ve bu tehlikeli bir hareket bile olsa
marşı kaimen dinlemekten kurtulmuştum.
İşte
o idareye karşı tuğyanımız böyle hareketlere kalkışacak ve böyle tehlikeleri
göze alacak kadar kızışmış ve köpürmüştü.
Başka
bir makalede nakledeceğim üzere İngiltere Sefarethanesi'ne birçok imzalarla
bir temenni takririni hamil bir heyet gönderip sefirin huzuruna çıkarak Transilval’da
müşkül bir harp içinde bulunan İngiliz hükümetine muvaffakiyet temenni etmek
ve böylece üstümüze bazılarımızın tevkifi, ve bazılarımızın isticvabı
tehlikesini celp etmek de yine bu saikin mevlûdudur.
Bu
esnada bir gün Fikret beni görünce her zamanki küşayişli galeyanıyla:
“Rauf,
gidiyoruz,” dedi.
“Nereye?..”
“Melun
heriflerden kurtuluyoruz.”
Bu
hepimizin, fakat kimsesiz ve bekâr yaşadığım için hele benim en muazzez emelimdi.
“Nasıl?”
diye hemen hamlelendim.
O
vakit anlattı: Cuma günü Cahit’le beraber o zaman Çengel köyü’nde oturan Doktor
Esat Paşa’yı ziyarete gitmişler, orada edebiyatla iştigal etmedikleri halde
aynı mefkûre ile tutuşmuş, aynı
husumetle isyan halinde başka dostlara rast gelmişler. Bunların bazısı oldukça
servet ve memlekette içtimai mevkii olan zatlarmış.
Mukâleme
her zaman olduğu gibi istibdattan şikâyetle, Saray icraatını tenkitle başlamış,
ve kin ve lanet döküle döküle az sonra hep bir olup kadın erkek, çocuk, aile,
bütün akrabayı toplayıp bir heyet halinde memleketten muhaceret temennisi hasıl
olmuş ve bu fikir hepsine o kadar muvafık gelmiş ki hemen kabul edilmiş ve
karar verilmiş. Hatta şimdiden müstakbel Türk muhacirlerinin masarifi için para
verenler bile olmuş.
“İşte
böyle, artık gidiyoruz Raufcuğum... Tabii sen de gelirsin değil mi?”
Ben
mi? Ben ki herkesten ziyade bu hayattan müştekiyim, hatta birkaç kere kendi
kendime bin tehlikeyi göze alarak memleketten kaçmak üzere teşebbüslerim bile
olmuştu.
Yol
masrafı umum tarafından temin olunacak, gittiğimiz yerde hep birden çalışacağız,
herkes kazandığını ortaya koyarak, kadın erkek, çoluk çocuk, hür bir hayat
içinde serbest ve fahûr, yaşayacağız. Ne saadet değil mi? Hiç gitmemek olur
muyum? Hurra!..
Muhaceret
ama, nereye muhaceret..
Bu
hususta henüz kati bir karar yoktu. Herkes tetkik edecek, ileriki bir ictimada
bu bahis hakkında müzakere olunacaktı.
Etiketler:
Edebiyat
Siz de Yeni Zelandalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Sizler
de benimle aynı kitapları okuduğunuza göre, tarihin iki defa -ama ilk defasında
trajedi, ikinci defasında da ucuz bir komedi olarak- yaşandığını herhalde duymuşsunuzdur.
Ne
var ki, yazarların hayatlarında her şey ilk defasında da, son defasında da yalnızca
ucuz bir komedi olarak yaşanır. Öyle olmayıp yazarlar da aşkta, ülkeler fethetmekte,
yeni sosyal düzenler kurmakta ya da düpedüz günlük işlerini görmekte başka insanlar
kadar başarılı olsalardı (ya da olduklarına inansalardı), edebiyatın büyük
trajedilerine, içeriği komik olduğunda bile biçimi her zaman trajik bir
güzellik ve uyum barındıran o soylu hayal gücü ürünlerine gerek duyarlar mıydı?
Coleridge
1794'te Robert Southey’le tanıştığında daha yirmi bir yaşındadır. İngiliz
toplumdaki eşitsizlikten, Başbakan Fitt'in baskıcı yönetiminden ve gençlerin
bunaldığı başka birçok şeyden bunalan iki genç adam çok geçmeden ayrıntılı bir
plan geliştirirler. Kendileri gibi düşünen dostlarıyla birlikte Amerika’ya göç
edecek ve Susquehannah ırmağının kıyısında satın alacakları bir arazide
kuracakları çiftlikte tarımla geçinip boş vakitlerinde de yazacaklardır.
Coleridge, “herkesin eşit olduğu toplum” anlamına gelecek şekilde Yunancadan
türettiği “Pantisokrasi” adını verdiği bu düşe öylesine tutulmuştur ki, bu
uğurda Southey’nin kötü şiirlerini beğenmeye ve müstakbel baldızı Sara’yla nişanlanmaya
bile hazırdır.
Ne
yazık ki, adının olmayan bir kelimeden gelmesi belki de çok iyi bir alamet olmayan
proje hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Çok geçmeden Sara’nın ablası Edith’le
evlenen Southey kaytarıp Portekiz’e gider. Coleridge ise esrar alışkanlığına
gömülür ve geriye yalnızca Sara ile yaşayacağı uzun ve mutsuz evlilik kalır.
(Gerçi, kocasının âşık olduğu kadına gidip “O seni o kadar severken, sen onu
neden hor görüyorsun?” diyecek olan Sara, edebiyat tarihinin bize anlattığı
kadar kötü bir eş olmamış olabilir; ama konuyu dağıtmayalım.)
Etiketler:
Edebiyat
Enis Batur
Benim burada durduğuma bakmayın
genç yoldaşım: Burada değilim ben
artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı,
ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala
kondu, siz dememiş miydiniz bir defasında,
onca toy onca zalim, insanın bilebileceği en ağır
şey kendi ölüm tarihidir, öylesine kesin bir
ağırlık ki bu Atlas’ın sırtına yüklense indirir,
ben her vakit hayatımın yük işçisi olmuştum,
gece gündüz düşünüyorum, nicedir bir tek bunu:
Dursam, durdursam dişlilerin sayrıl döngüsünü,
indirsem kendi elimle, insem hemen şu an şurada
yorgun kervan arabasından: Gücüm kalmamış
ölmek için bile. Geceler delik deşik epeydir,
görüntüler yanlış bir kolaj kuruyor zihnimde,
bir bakıyorum peşpeşe içiçe üstüste çatılmış
yüzlerin arasından seçebildiklerim: Ludwig,
Behçet, Italo — biri diyor ki aralarından:
Senin köprün benim köprüm, 62’den 63’e geçesiye
bitecek saatin: Nasıl sayarsan say, sonsuz
sınırlıdır. Benim burada durduğuma bakmayın,
uzatmayın boşyere elinizi, cümle bitti bitiyor,
sonrasını siz getirin artık.
(Köprüden)
Etiketler:
Enis batur
ENİS BATUR YA DA DÜNYAYI BİRİKTİRMEK
(...) siz o metnin yazarı olmadığınıza göre, onun ne demek
istediğini büyük bir olasılıkla hiç bilmeyeceksinizdir (hatta kimi zaman
kendisi bile açıkça bilemeyebilir). Sorun bu değildir. Sorun, onun yazdığıyla
sizin ne yapabileceğinizi bilmenizdir.
Emmanuel Hocquard
Aby Warburg’un efsanevi
koleksiyonu (belgelik?) 12 Aralık 1933 tarihinde Hamburg’tan İngiltere’ye
doğru yola çıktığında, o güne dek topladıklarına iki şilep zor yeter. Warburg,
varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın rahatlığıyla, araştırma için öngördüğü ne
varsa toplamıştır. Gerçi asıl ilgi alanı 15. yüzyılın ikinci yarısıyla sınırlı
Floransa sanatıdır; ancak günden güne artan belgeler, çok geçmeden adres
defterleri ile telefon rehberinden başlayıp havacılığa, diyapozitiflerden
mobilyalara kadar uzayıp gider. Kimi zaman olmadık bir ayrıntıdan hareketle,
şaşılası sonuçlara varan bir dedektif gibidir o; aslında sonuç önemli olmakla
birlikte, sonuca giden yolda iz sürüp, kimsenin ayırdına varmadığı ipuçlarını
toparlamak çok daha keyiflidir onun için. Örneğin, Alman pulu üzerindeki Germania’nın
şık giyimli bir aşçı kadın olduğunu fark ettikten sonra, bu figürün ardında
gerçekten emektar bir hizmetçinin yattığını ispatlayıncaya kadar rahat
etmemiştir.
Aynı olanaklara sahip olsa,
dünyayı biriktirmeye ahdeden Enis Batur da Warburg’un gizli torunudur hiç
kuşkusuz; öyle ki, tüm hayatını çekecekten korseye, kapı tokmağından vazoya
kadar hemen her şeyi sınıflandırıp, görmek üzerine inşa etmiş bir yazarla
karşılaşırız onun şahsında. Nitekim, kurmayı tasarladığı müzeler için gönlünde
yatan konu başlıkları bu bağlamda somut bir ipucu verir bize; simyadan proteze, lokanta
mönüsünden faytona kadar çeşitli alanlarda müze açmayı düşleyen Batur, bir
çırpıda sıraladığı bu listeyi gerekirse kolayca uzatabileceğini de söylemekten
geri kalmaz. Ne var ki, oyun gibi başlayan bu deneme, çok geçmeden kıssadan
hisseye dönüşüp, bürokrasi ve Türk insanıyla ilgili ince bir mizaha bırakır
yerini; bu kurumlarda müdür olacak kişiler “konuşma keyfini her şeyin üzerinde
tutan, çalışmaktan pek fazla hoşlanmayan, gereksiz her şey konusunda bilgi
sahibi olup, tanınmaya değer herkesi tanıyan insanlar” arasından seçilmelidir!
Gündelik yaşamda çoğun
önemsemeden kullandığımız nesnelerin belli bir sistem dahilinde biriktirilip,
çözümlenebilir olması, Batur’un kurmayı tasarladığı büyük ansiklopedinin
belkemiğini oluşturur; sacayağını I.Q., bellek ve bilginin tesis ettiği bu
muazzam proje, öncelikle bir disiplin sorunudur elbette.
Belli çevrelerin snop ve kendi
kültürüne yabancı olmakla suçladığı Batur, aslında kendi yatağına sığmayan bir
nehri anımsatır. Dolayısıyla, ait olduğu kültürün dışına taşıp, başka
kulvarlarda kulaç atmasına yol açan nedenler, yabancı kimliğinden değil, bu
disiplin ve bitmeyen merak duygusundan kaynaklanmaktadır; ve olaya bu açıdan
bakıldığı zaman, madalyonun yanlış yorumlara hedef tahtası teşkil eden öbür yüzü
çok daha iyi görünür; disiplinli ve yazarak düşünmeye adanmış yaşamıyla, şark
zihniyetine sahiden yabancı biri durmaktadır önümüzde — rehavetin böylesine kök
saldığı bir ortamda karına-dramaturg, Batur’a en yaraşan tanımdır belki de.
Öte yandan Batur’un öngördüğü
koleksiyonu salt biriktirmeye dayalı bir edinme arzusuyla açıklamak bizi
yanıltır; çünkü burada söz konusu olan şey, pratik işlevi dışlayan mülkiyet
takıntısı değil, sınıflandırılabilir şeyler arasındaki muhtemel ilişkileri
sorgulama tutkusudur. Öyle ki, bu koleksiyonun özünde tersine dönüşmüş bir
toplama işlemi yatar. Batur, imgelem yığınağında var olanı yaymak üzere, ele
aldığı herhangi bir nesne yahut temayı çağrışımlarına bölme yoluyla çoğaltmaktadır;
bu aşamada biriktirmek, bizzat ürettiğinin toparlanmasıyla eş anlama gelir
artık. Ona düşen, bu yayılmayı belli bir sisteme göre yönlendirip
denetlemektir sadece. Batur, belli bir konu hakkındaki bilgi ve izlenimlerini
gözden geçirip, yeni ufuklara doğru yelken açarken, okur da farkına varmadan
bu oyunun içinde bulur kendini; yazı bittiğinde, yalnız yeni bir dünyaya
girmekle kalmayıp, kendi sınırlarımızın da zorlanmaya başladığını görürüz —
bunca zamandır gözümüzden kaçan bir ayrıntı ya da sıradan nesne, şimdi ilgi
alanımıza girmeye hak kazanmıştır.
Hiç kimsenin sanat eserinde kendi
tabanından daha derine inme olanağı yoktur; en azından, biraz daha derinleşme
hep orada, o zeminde gerçekleşir. Batur, şaşılası bir sezgiyle bu hassas
sınırda yakalar bizi; kitap bittiğinde, onun ağırlığıyla açılan boşluğu
doldurmak okurun sorumluluğuna girmiştir artık — kendi tabanında başkasının
bıraktığı ize kayıtsız kalan ise zaten tartışma alanı dışındadır burada.
Batur’un toplayıp, belli bir
sistem içinde sunduğu şey, aslında okurun kendini toparlaması için bir
vesiledir sadece. Dolayısıyla, bize verilen şey hazırlop bilgi değil, bilmeye
ilişkin imkânların mevcudiyetidir — merak duygusunun portörü olduğu sürece,
rahatlıkla bu yazıların amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz, bu
yaklaşımın ardında okuma ve görmeye yönelik öznel bir seçim (öneri?) söz
konusudur ilk önce. Buna göre, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuma
modelleri arasında tren, hız ve ritmi odak noktasına almak şaşırtıcı, ama o
ölçüde keyifli bir tercihi imler. Batur, tıpkı Goethe gibi, özünde görmeye
öncelik tanıyan tutumuyla göz-insanı (Augenmensch) olmakla beraber, bu yazıda salt
görsel olanı ikinci plana itip, Nâzım Hikmet’in şiirini daha farklı bir
düzlemde tartışmaya açar; hapishanenin dural mekânı ile trenin sağladığı
devinim özgürlüğü arasındaki karşıtlık, demiryolu ritmiyle şiirin sentaktik
yapısı arasında ortaya çıkan uyum vb. bu esere bambaşka bir açıdan yaklaşma olanağı
verir bize. Ancak, Batur’un herhangi bir konuyu kendine özgü işleme yöntemi, bu
örnekte de alttan alta varlığını sürdürmeye devam eder; nitekim, bir punduna
getirip, tren ve istasyonlarla ilgili kapsamlı bir antoloji hazırlığı içinde
olduğunu söyledikten sonra, Butor’dan Delvaux’ya kadar bu konuya ilişkin
farklı alanlardan verdiği ipuçlarıyla okuru kışkırtmayı ihmal etmez — bundan
sonrası karşı tarafa kalmıştır artık. Bir başka deyişle, merak edip bu listeyi
kendine göre genişletme gereği duymayan kişi, boşuna okumuştur Nâzım Hikmet’in
Treni başlıklı yazıyı — ve bu olgu, Batur’un sorgulayıcı tavrını ortaya koyar
aynı zamanda: Söylenenleri öznel algı içeriği ve birikiminden hareketle yeniden
kurmaksızın, yalnızca verilen ipuçlarıyla yetinen kişi, Batur’un öngördüğü
ansiklopediyi yanlış anlamıştır; çünkü, verdiği somut bilgiden çok, kışkırtıcı
olduğu ölçüde varoluş gerekçesini sağlama alan yazılardır bunlar. Besbelli:
Okur, sıradan bağıntılar arasında uyuklayan anlam potansiyelini keşfedip, yeni
yorum ve ilişkiler kurmaya davet edilmiştir burada — edilgin bir alımlama
sürecine teslim olmak, Batur’un metnine ihanetle eşanlamlıdır.
Burada vurgulanması gereken şey
şudur: Batur’un verdiği bilgi ne denli geniş olursa olsun, öbür yüzünde eksik
kalan usulca okura devredilmiştir hep. Dolayısıyla, Batur’u okurken çoğun iki
defa yalpalarız: Biri, onun bildiği şeyler arasında yabancı olduklarımız;
öbürü, bunların oluşturduğu ışık huzmesini çevreleyen karanlık bölge. Batur,
sonunda birbirine bağlamak üzere sıraladığı şeylerden ziyade, bunların
ötesinde kalanların varlığına yaptığı dolaylı göndermeyle kolektif cehaleti
yüzümüze vurur — kurulan her bağıntı, bir sonrakini okurdan talep eder; en
azından, bu yazıların ortak paydasını oluşturan düş budur.
Etiketler:
Enis batur
GERGEDAN (No1)
GERGEDAN Gözüyle:
GÜLÜMSEYİN. GERGEDAN'sız geçen günler geride kaldı.
Gayet iyi biliyoruz ki,
Türkiye'de kültür ortamı yorgun. Nitelikli kitapların satış miktarları utanç
verici bir düzeyde. Sinemalar, tiyatrolar, konser salonları ve galeriler
neredeyse bomboş. Günlük hayatın kültürle ilgisi artık soru konusu bile
edilmiyor. Giyim kuşamda, mutfakta, eğlence âdabında, eşyaya bakışta ya
başıboşluk göze çarpıyor, ya umursamazlık. İç açıcı bir panorama değil bu ve
iyimserliğe de pek yer bırakmıyor açıkçası. Ama, XXI. yüzyılın eşiğinde,
yapılması gereken herhalde zaten gevşemiş bir ortamı iyiden iyiye gevşemeye
terk etmek de değil. Yeryüzünün dört bir yanında insanoğlu yaratıcı serüvenini
sürdürüyorsa, bu serüveni izlemekten ve elden geldiğince katkıda bulunmaktan
başka bir çıkış yolu göremiyoruz.
Etiketler:
Edebiyat,
Enis batur
GERGEDAN (Gerçeküstücülük Özel Sayısı No. 6)
GİRİŞ
Gerçeküstücülük ve Hayat
Enis Batur
Gerçeküstücülük
katalogunun en gizemli, en vurucu kişilerinden biri, belki de önde geleni:
Jacques Vache. Bıraktığı tek iz: Birkaç mektup, bir-iki çizik. Breton’u da, Aragon’u
da dipten çarpmış bir kişilik, önerisi açık: “Ciddiye alınacak" birşey yok
yeryüzünde. Sanat: Gabilerin ilgisini çekebilecek bir uğraş. Keyfine göre
askeri üniforma ve rütbe değiştiren, kalabalığa silah çekmekten
“hoşlanan", birlikte olduğu kadınla yalnızca birlikte uyumayı erdem sayan
bir savaş kazazedesi. 1916’da tanıyor onu Breton: Dada’ yı, gerçeküstücülüğü
duyamadan çekip gidiyor dünyadan: Deneyimli bir esrarkeş olmasına karşın 40
gram haşhaş yutuyor. Aynı odada, onunla aynı yazgıyı paylaşanlar bulunuyor.
Breton'a kalırsa, Vache’nin son şaka'sı bu.
Breton’a,
Aragon’a, Fraenkel'e gönderdiği mektuplar “Savaş Mektupları" başlığı
altında ilk kez 1919'da yayımlanıyor. 18 Temmuz 1917’de yazdığı mektup,
şüphesiz en karakteristik olanı: “Sanat yoktur herhalde -gene de yapılıyor- bu
böyle olduğu ve başka türlü olmadığı için - ne yaparsınız” diyor Vache; şairi
öldürmek gerektiğinden söz açıyor; Mallarme’yi, Apollirıaire’i, Cocteau’yu
tanımıyor, “ibliscil bir lirizme saplanmadan cinayet türünden eğlenceli
deneylere girişen ve hiçbir şey okumayan” Lafcadio bir yana kimseyi bağışlamayan,
acımasız bir bakış geliştiriyor sık sık dalga geçtiği “modernist”ler üzerinde:
“Moruk” Baudelaire’i çürüğe çıkartıyor, Reverdy'den şahir diye dem vuruyor,
Aragon’un kendisine gönderdiği şiirleri okumuyor bile, “
13X18'lik fotoğraf makinaları gibi ağzı açık yaşamakla yetiniyorum”, bu
konudaki tek yorumu.
Vache’yi,
kısa kesmeyi seçtiği yaşamını, yaşadığı komiğin içinde barınan köktenci
trajiği bir başına ele almak çözüm getirmiyor. Bu aykırı ve ayrıksı örneğin
genel olarak gerçeküstücüler üzerindeki gizemli etkisini, özel olarak
Breton-Aragon İkilisine yaşattığı sürekli karabasanı düşünmek gerekiyor.
Etiketler:
Edebiyat,
Enis batur,
Resim
Shoah: Dehşetin Anısı
Claude Lanzmann, çekimlerini 11 yılda tamamladığı ve ilk kez 1985'te gösterime giren 566 dakikalık filmi Shoah'ta. |
Shoah’dan söz etmek kolay değil. Bu filmde bir büyü var, büyü de açıklanamaz. Savaştan sonra, gettolar hakkında, soykırım kampları hakkında bir sürü tanıklık okuduk; altüst olmuştuk. Ama bugün, Claude Lanzmann’ın olağanüstü filmini gördüğümüzde, hiçbir şey bilmediğimizi fark ediyoruz. Tüm öğrendiklerimize rağmen, o korkunç deneyim bize uzak kalıyordu. Onu, ilk kez, kafamızda, yüreğimizde, bedenimizde yaşıyoruz. Bizim deneyimimiz oluyor. Ne kurgu ne de belgesel olan Shoah’nın, geçmişi böyle yeniden yaratmayı başarırken kullandığı olanaklar şaşırtacak denli kısıtlı: yerler, sesler, yüzler. Claude Lanzmann’ın, büyük ustalığı, yerleri konuşturmakta, onları sesler aracılığıyla diriltmekte, bir de, sözlerin de ötesinde, söylenemezi yüzlerle anlatmakta yatıyor.
Yerler. Nazilerin önemli kaygılarından biri bütün izleri silmek oldu ama, tüm anıları yok edemediler ve Claude Lanzmann, gizleme çabalarının –genç ormanlar, yeni biten otlar– altındaki korkunç gerçekleri ortaya çıkarmayı başardı. Bu yeşermiş çayırlığın altında, kamyonlarda yolculuk boyunca gazla zehirlenmiş Yahudilerin getirilip boşaltıldığı huni biçiminde çukurlar vardı. Bu güzelim ırmağa, yakılmış cesetlerin külleri saçılıyordu. İşte Polonyalı köylülerin kamplarda olup bitenleri duyabildikleri, dahası görebildikleri sakin çiftlikler. İşte, bütün Yahudi nüfusun toplanıp kamplara götürüldüğü güzel eski evleriyle köyler.
Claude Lanzmann bize Treblinka, Auschwitz, Sobibor tren garlarını gösteriyor. Bugün otlarla kaplanmış olan, yüz binlerce kurbanın gaz odasına doğru sürüldüğü “rampaları” eşeliyor. Kimi basit, kimi daha gösterişli, hepsinin üzerinde isimler ve adresler yazılı, üst üste yığılmış valizler, benim için bu görüntülerin en yürek parçalayıcılarından biri. Anneler onların içine özenle süttozu, talk pudrası, Blédine unlu mamaları yerleştirmişlerdi. Daha başkaları da, giysiler, yiyecek içecek, ilaçlar. Ama hiç kimsenin hiçbir şeye ihtiyacı olmadı.
Sesler. Anlatıyorlar; filmin en uzun bölümü boyunca, hepsi aynı şeyi söylüyor: trenlerin gelişi, açılan vagon kapılarından yere yıkılıveren cesetler, susuzluk, korkuyla delik deşik bir her şeyden habersizlik, soyunma, “mikroplardan arındırılma”, gaz odalarının açılması. Ama bir an olsun, aynı şeylerin yinelenip durduğu izlenimine kapılmıyoruz. Öncelikle, seslerin farklı oluşu yüzünden: Treblinka’daki SS subayı Unterscharführer Franz Suchomel’in, soğuk, nesnel –olsa olsa en başta heyecandan bir iki kez titreyen– sesi var: Her kafilenin yok edilişiyle ilgili en kesin ve en ayrıntılı açıklamayı yapan o. Bazı Polonyalı köylülerin biraz huzursuz sesi var: Almanların votka vererek destekledikleri ama susamış çocukların çığlıklarına zor dayanan lokomotif sürücüsü; yakındaki kampın üzerine birden çöküveren sessizlikten kaygı duyan Sobibor istasyon şefi.
Ama, köylülerin sesleri çoğunlukla duyarsız, hatta biraz alaycı. Bir de sağ kurtulmuş çok az sayıda Yahudinin sesleri var. İçlerinden ikisi üçü, serinkanlı kalmayı başarabilmiş görünüyor. Ama birçoğu konuşmaya zor katlanıyor; sesleri kısılıyor, gözyaşlarına boğuluyorlar. Anlattıklarının birbirine benzemesi insanı asla bıktırmıyor, tersine. Müzikal bir temanın ya da bir nakaratın bile isteye tekrarlanışını düşündürüyor insana. Çünkü, dehşetin doruk noktasına ulaştığı anlarıyla, dingin manzaralarıyla, yanık ezgileriyle, donuk anlarıyla, Shoah’nın incelikli yapısı bir besteyi çağrıştırıyor. Bütün bunlara ritmini veren de, kamplara doğru ilerleyen trenlerin dayanılmaz denebilecek gürültüsü.
Yüzler. Çoğu zaman sözcüklerden çok daha fazlasını söylüyorlar. Polonyalı köylülerin yüzlerinde göstermelik bir merhamet var. Ama çoğunluğu ilgisiz, alaycı dahası hoşnut görünüyor. Yahudilerin yüzleri, sözleriyle uyum içinde. En tuhafı, Almanların yüzleri. Franz Suchomel’inki, Treblinka’ya övgüler düzen bir şarkı söylediği ve gözlerinin parladığı anların dışında, duygusuz kalıyor. Ama ötekilerin yüzlerindeki sıkıntılı, sinsi ifade, her şeyden habersiz oldukları, masum oldukları yolundaki karşı çıkışlarını yalanlıyor.
Etiketler:
Shoah
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)