Mum Yakana Kılavuz V🕯️

Bir alevin karşısına geçtiğimizde, manevi olarak dünyayla iletişime geçeriz. Zaten, sıradan bir uykusuz gecede, mum alevi sakin ve tatlı bir yaşam modelidir. Tıpkı tefekküre dalmış bir filozofun tefekküründeki yabancı bir düşünce gibi, en ufak esintinin de alevi rahatsız ettiğine kuşku yoktur. Ama büyük yalnızlığın hükümranlığı gerçekten kurulsa da, sükunet vakti gerçekten gelip çattığında, işte o zaman hayalperestin yüreği de alevin yüreği de aynı huzurla dolar, o zaman alev kendi biçimini korur ve kesin bir düşünce gibi, dosdoğru kendi dikeylik yazgısına koşar.

Böylece, düşünerek hayal kurulan, hayal kurarak düşünülen zamanlarda, mum alevi ruhun sükunetini ölçen hassas bir manometre olabilirdi; incelikli bir dinginliğin, yaşamın ayrıntılarına kadar inen bir dinginliğin -huzur verici bir hülyanın akışını takip eden süreye süreklilik bağışlayan bir dinginliğin ölçüsü olabilirdi.

Sakinleşmek mi istiyorsunuz? Sükunet içinde ışık veren hafif alev karşısında yavaş yavaş soluk alıp verin.

Gaston Bachelard

Mum Yakana Kılavuz 🕯️🕯️🕯️🕯️🕯️

"Tek başına kalmış, yalnız alev, hayalperestin yalnızlığını şiddetlendirir mi, yoksa onun hülyasını teskin mi eder? İnsan yanında birinin olmasına öyle ihtiyaç duyar ki demiş Lichtenberg, yanan mumun karşısında kendini daha az yalnız hisseder."

Gaston Bachelard


" Ah şimdi bir dostum olsaydı, rastgele bir tavan arasında kalan, yanıbaşında kemanıyla mum ışığında düşünüp duran bir dostum! Gece sessizliğinde nasıl gizlice yanına sokulur, döner merdiveni usulcacık tırmanıp nasıl ansızın karşısına çıkardım ve sonra nasıl söyleşiyle, müzikle eşsiz güzellikteki birkaç saati bir bayram havası içinde birlikte geçirirdik!"

Herman Hesse / Bozkırkurdu

Mum Yakana Kılavuz 🕯️V

 





Mum Yakana Kılavuz 🕯️🕯️🕯️

 



Tek başına alev, yalnızlığın tanığıdır, alev ile hayalperesti birleştiren bir yalnızlığın tanığıdır. Alev sayesinde, hayalperestin yalnızlığı boşluğun yalnızlığı olmaktan çıkar. Yalnızlık, küçük ışığın lütfuyla somutlaşmıştır. Alev, hayalperestin yalnızlığına ışık tutar; onun duşünceli alnını aydınlatır. Mum, beyaz sayfanın yaldızıdır.

Gaston Bachelard

Mum Yakana Kılavuz 🕯️🕯️

 


Dünyada düşçülüğe çağıran nesneler arasında, en büyük imge yaratıcılardan biri alevdir. Alev bizi hayal etmeye zorlar. Bir alevin karşısında hülyalara dalındığında, duyularla algılanan şey, hayal edilenin yanında bir hiçtir.

Mum Yakana Kılavuz 🕯️



Tüm imgeler arasında, alev imgeleri -en naifleri olduğu kadar anlaşılması en karmaşık olanları, en akıllıcaları kadar en çılgınca olanları da- şiirden bir işaret taşırlar. Alev karşısında hayal kuran herkes gücül bir şairdir. Alev karşısında dalınan her hülya, hayranlık duyan birinin hülyasıdır. Alev düşçüleri, ilk hülya halindedirler. Bu ilk hayranlığın kökleri bizim uzak geçmişimizde bulunur. Aleve doğal, hattâ doğuştan gelme bir hayranlığımız vardır. Alev, görme zevkinde bir yoğunlaşmayı, her zaman görülenin ötesini özendirir. Bizi bakmaya zorlar. Alev bizi ilk kez görmeye çağırır: 

Aleve dair binlerce anımız vardır, çok eski bir anının şahsında hepimiz onu düşleriz, yine de herkesin hatırladığı gibi hatırlarız. Bu durumda, alev karşısındaki en değişmez yasalardan birine göre düşçü, yalnızca kendisine ait olmayan bir geçmiş içinde, dünyanın ilk ateşlerinin geçmişinde yaşar.

Kulübe Güncesi: Sabah


"Yalnızca zamanın geçişiyle şafağa ulaşılamaz. Gözlerimizi kör eden ışık bizlere karanlıktır. Sadece uyanık olduğumuz o gün, şafak atar. Doğacak daha çok gün var. Güneş sabah yıldızından başka bir şey değildir."


SON

Sabaha ve bahara bir övgü olan Walden bu sözlerle son buluyor.


SABAH:

"Sabah benim uyanık olduğum zamandır ve benim içimde de bir şafak barınır. Manevi reform uykudan kurtulma çabasıdır. Eğer insanlar uyuklamıyorsa, günlerine dair verdikleri hesap neden bu kadar kötü? Böylesine kötü hesapçılar değiller. Mahmurluk tarafından alt edilmiş olmasalardı bir şeyler yapmış olurlardı. Fiziksel çalışma için yeterince uyanık olan milyonlar var, fakat etkili ve düşünsel bir gayret için yeterince uyanık olanlar milyarda bir çıkar; şiirsel ve ilahi bir hayat içinse yüzlerce milyon arasından yalnızca bir kişi çıkar. Uyanık olmak demek canlı olmak demektir. Tamamıyla uyanık biriyle hala karşılaşmış değilim. Yüzüne nasıl bakabilirdim ki?

Yeniden uyanmayı ve kendimizi uyanık tutmayı öğrenmeliyiz; mekanik aletlerle değil, en derin uykumuzda bile bizi yüzüstü bırakmayan sonsuz bir şafağın ümidiyle."

"Oh-o-o-o that I never had been bor-r-r-r-n!”

 

çizim: Thoreau / Baykuş (1855)


Diğer kuşlar sustuğunda baykuşlar kontrolü ele alır, yas tutan kadınlar gibi kadim "u-lu-lu"larına başlarlar. Gece yarısının bilge kocakarıları! Bu baykuş sesleri şairlerin dürüst ve açık sözleri değil; şaka yapmıyorum, çok kutsal bir mezarlık şarkısı, cehennem bahçelerinde göksel aşkın sızılarını ve tatlarını hatırlayan intihar etmiş aşıkların birbirlerini teselli edişidir. Yine de orman boyunca yankılanan ağıtlarını, kederli yanıtlarını dinlemeyi severim; sanki müziğin karanlık ve acıklı bir yanıymış gibi, söylenmeye can atan pişmanlıklar ve iç çekişlermiş gibi bana kuşların müzik ve şakıyışlarını hatırlatır. Bunlar, bir zamanlar geceleri insan şeklinde dünyada dolaşıp karanlık şeyler yapmış, şimdiyse günah işlemiş oldukları yerde ağıt dolu şarkıları ve mersiyeleriyle günahlarının cezasını çeken melankolik, aşağılık ve günahkar ruhlardır. Bana ortak meskenimiz olan doğanın çeşitliliği ve kapasitesine dair yeni bir fikir veriyorlar. Gölün bu tarafındaki bir tanesi ''Aaaah keşke hiç dooooğmamış olsaydım!" diye iç çekip umutsuzluğun verdiği huzursuzlukla daireler çizerek gri meşelerin üzerine tüneye gidiyor. Sonra daha uzaktaki bir tanesi ürkek bir samimiyetle "Keşke hiç dooooğmasaydım!" diye cevap veriyor, uzaktan Lincoln ormanından hafif bir "doooğmamış" duyuluyor. Bir çizgili baykuşun serenatlarını da dinledim. Yakınınızdayken Doğadaki en melankolik ses olduğunu düşünebilirsiniz, sanki Doğa ölmekte olan bir insanın inlemelerini, çağlayan ahenkliliğin etkisiyle daha korkunç görünen karanlık vadiye girerken umudu arkasında bırakmış ve insan hıçkırıklarıyla bir hayvan gibi uluyan, ölümlülüğün zavallı zayıf bir kalıntısını kalıplaştırıp korosunda kalıcı bir yer vermek istemiş gibi.

*

Walden / Thoreau

*

XXX🕯🕯

*


Dear Henry

 

Yüksel Arslan'dan Thoreau



"Sanki onu rüzgarlar getirmişti,
Sanki onu serçeler eğitmişti,
Sanki herkesten gizli bir işaretle
Orkidenin büyüdüğü uzak kırı bilirdi."


Emerson, Thoreau'nun ölümünden birkaç ay sonra günlüğüne yazdığı yazıda 
gölde kürek çektiği sırada Thoreau'nun aklından hiç çıkmadığını yazıyor:

"Arkadaşlarının doğal beklentilerini hiçe sayma pahasına kendi bireysel özgürlüğünün yolunu tutması yürekli bir tercihi gerektiriyordu. Bundan da zoru, onun kendi bağımsızlığını sağlama alıp aynı vazifeyi herkesten beklerken kusursuz bir doğruluğa sahip olmasıydı. Ama Thoreau asla bocalamadı. Doğuştan protestandı o. Bilmeye ve eylemeye olan büyük tutkusundan herhangi dar bir zanaat veya meslek uğruna vazgeçmeyi reddetti, çok daha kapsamlı bir vazifeyi, iyi yaşama sanatını gözetti.

Korkunç Henry I



Kathryn Schulz'un 2015'te New Yorker'da yayınladığı Pond Scum başlıklı Thoreau yazısı bir dönem epey tartışma yaratmış. Schulz'un Thoreau'dan çıkardığı portre öncekilerle benzer ama daha saldırgan. Thoreau savunması yapmayacağım, bir doğabilimci olarak önemi açık; kişiliği tartışma konusu olabilir, Walden bir kurgu ve "aşılmaz bir çelişkiler çalılığı" da olabilir, basit yaşam fantezilerinin gerçekliği ile hiç ilgilenmedim, bugün bile onun Walden deneyiminden çok daha çarpıcı örnekler var.
Bütün bir okuma deneyimim kendimi Thoreau'ya benzetmek değil Thoreau'yu kendime benzetme çabasıydı ve ondan, ilham verici yaşamından almam gerekeni aldım. Bu anlamda okuma konusuna Heidegger'in getirdiği yaklaşım örnek alınabilir: "Fakat okumak, toplamaktan başka ne olabilir?: Söylenenden söylenmeyeni çıkarıp toplamak için, kendini toparlamak gerek."

Kulübe okumalarım ve kulübe deneyimim Walden kitabı ya da Thoreau düşünceleri ile ortaya çıkmadı ama yadsınamaz bir etki yarattı. Belki Thoreau ile Walden göletinden uygarlığa aynı uygun adım uzaklıktaydık ve duyduğumuz herkesten başka bir davulcunun sesiydi ve bir kış günü ormanda bir başına yürürken terk edilmiş bir kulübe çıktı karşıma. Tesadüf olduğunu kim söyleyebilir?

Tinyhouses hareketi ile de ilgileniyorum son zamanlarda ya da karavanda yaşam düşünceleri ile. Kendimin ve kitaplarımın kafasını sokacak bir çatı, bir masa ve bir yatak için. Daha fazlasına ihtiyacım olmadığını söylemek fantezi olurdu işte. (Mesela Walden seyahati için iyi bir sponsor fena olmazdı :)

Schulz'a gelirsek, Thoreau'nun pek de bilinmeyen bir anlatısı, Cape Cod'dan bir anısı ile başlıyor. Thoreu! nun karşılaştığı bir gemi enkazındaki cesetlere karşı kayıtsızlığı ile:

"Genel olarak, beklediğim kadar etkileyici bir sahne değildi. Kumsalda ıssız bir yerde bir ceset bulsaydım, beni daha çok etkilerdi. Daha ziyade rüzgarlara ve dalgalara sempati duydum, sanki bu zavallı insan bedenlerini sallamak ve karıştırmak günün emriymiş gibi. Eğer Doğa yasası buysa, neden zamanınızı huşu veya acıma ile harcayasınız ki?"

Korkunç Henry II


Toplum Thoreau'dan korkunçtu. Thoreau'yu eleştirenler Thoreau'dan da korkunç. Bu düşmanca tutumlar önyargılarla dolu, tanıyorum böylelerini edebiyat çevrelerinde, kültür soytarıları, Thoreau'yu elestirmeden önce kendi yaşamlarınına baksınlar. Henry, Dear Henry, beni ikinci sandalyesinde her zaman konuk ederdi. Biz, Thoreau'nun, Korkunç Henry (Everybody hates Henry) portresine devam edelim:

"İnsan kitlesi ve onların sessiz çaresizlikleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu. O dünyaya bakan ve kendi yansımasını gören bir narsistti. Sağlıksız bir zihni vardı ama başkalarına ilaç yazmaya başladı."

"Thoreau, ödünç alınmış bir baltayla inşa edilmiş bir evde, ödünç alınan arazide basit yaşam oyununu oynadı ve çamaşırlarını yıkadığı için annesine teşekkür etmeyi unuttu."

"Ormandaki el yapımı kulübesinden sıcak yemeklerin tadını çıkarmak ve çamaşırlarını aile evine bırakmak için kaçıyordu. Bu, küstahça kendi kendine yeterli olduğunu ilan ettikten sonra."

"Bir gölün yakınında kendisi için inşa ettiği bir kulübede maceraya atılan bir adam olan Walden'in önermesi , nihai çocuğun fantezisi gibi görünüyor ve Thoreau'nun kulübesinin arkadaşlara ve komşulara yakınlığı, biraz alaycı bir şekilde bir çocuğu hatırlatabilir: ailesinin arka bahçesinde bir çadır kuruyor.

Ayrıca;

"Kibirli, tembel, egoist. Başarısız, kendi kendine yeten, işe yaramaz, hayal gücü olmayan, taşralı, sahtekar, mizantrop.

Son olarak elbette Emerson:

"Henry'yi seviyorum ama ondan hoşlanmam"


Korkunç Henry III: Walden Üzerine

 


Schulz: (Walden üzerine)

Walden, alt başlığı "Ormanda Yaşam" ve bu sözlerden sonra Thoreau, onu toplumdan gönüllü bir sürgün, vahşi doğa ve yalnızlıkla uzun bir yüzleşme hikayesi olarak okumamızda ısrar ediyor.

Gerçekte, 1845'teki Walden Göletinin Boston'a giden banliyö treni güneybatı tarafı boyunca ilerliyordu; Yaz aylarında piknikçiler ve yüzücülerle dolup taşan, kışın ise buz kesiciler ve patencilerin uğrak yeri. Thoreau, Carnegie Hall'dan Grand Central Terminali'ne kadar on beş blok yürüyerek yaklaşık yirmi dakika içinde kulübesinden Concord'daki ailesinin evine yürüyebildi. Haftada birkaç kez, annesinin kurabiyeleriyle ya da arkadaşlarıyla yemek yeme fırsatı yakalayarak bu yürüyüşü yaptı. Bu gerçekleri, yeme alışkanlıklarını ve harcamalarını başka türlü ayrıntılara girmesine rağmen "Walden" da göz ardı ediyor. Ayrıca (beraberinde daha fazla belgesiz yiyecek getiren) annesi ve kız kardeşlerinin haftalık ziyaretlerinden bahsetmiyor ve rutin olarak diğer misafirleri de ağırladığı gerçeğini küçümsüyor - bazen bir seferde otuz kadar. Thoreau'nun Walden'da şu sözlerle özetlediği durum aslında budur, “Çoğunlukla, yaşadığım yer çayırlar kadar yalnızdır. Asya ya da Afrika'dır. . . . Geceleri, ilk ya da son kişi olduğumdan daha fazla yolcu evimden geçmedi ya da kapımı çalmadı. "

Yalnızca gerçek mesafeyi hiç yaşamamış biri Walden'ı vahşi doğayla karıştırabilir veya hareketli göletteki yaşamı on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki çayırlarla karşılaştırabilirdi.

Thoreau'nun sadece oynadığı şeyi yaşadı ve kitapları sadece “Walden” dan daha eğlenceli ve ilginç değil, aynı zamanda yeniden okunduğunda bin kat daha üzücü. Gerçek izolasyon, hem duygusal hem de ölümlü gerçek riskler sunar ve Thoreau gerçekten diğer insanlardan ayrı yaşamış olsaydı, onlara daha çok değer verebilirdi. Bunun yerine, topluma karşı davası, onsuz yapma deneyimine dayanıyordu.

Ancak Thoreau anlattığı gibi yaşamadı ve hiçbir etik ilke, yazarı için geçerli olmayan bir ilke kadar boş değildir. İkiyüzlülük, Thoreau'nun yalnızlığı ve kendi kendine yetmeyi arzulaması değil, kurabiye ve arkadaşlık için eve gitmeye devam etmesidir. Bu sadece arzu ve uygulama arasındaki boşluk, artı bir andan diğerine ihtiyaçlarımız ve ruh halimizdeki değişkenlik - Thoreau onlarla ilgilenmiş olsaydı, çok daha ilginç ve yararlı bir kitap haline gelebilecek olan fazlasıyla insani deneyimler. İkiyüzlülük, Thoreau'nun karmaşık bir yaşam sürdüğü, ancak basit bir yaşam sürüyormuş gibi davrandığıdır. Daha da kötüsü, başkalarına kendi uzlaşmaları ve karmaşıklıkları için azarlarken, kendisinin olmadığı gibi yaşamaları için vaaz verdi.


Kulübe Güncesi: Simple Life



Konusu basit olan bir hayatı seviyorum.


Adaçayı gibi, bir bahçe bitkisi gibi yoksulluğu yetiştirin.


Güneşli saatlerde ve yaz günlerinde param olmasa da zengindim.


Gerçekten, en büyük nimetlerimiz çok ucuz.


Yoksulluk ... Kemiğe yakın hayat, en tatlı olduğu yer.


Çiftçiler, fakir oldukları oranda benim için saygın ve ilginç.


Aç olmadığınız sürece yemeye ihtiyacınız olmadığını unutmayın.


Şu anki yaşama ve geçinme biçimlerinden nefret ediyorum. Çiftçilik, esnaflık ve bir meslek ya da meslekte çalışmak benim için iğrenç. Hayatımı basit ve ilkel bir şekilde elde etmekten zevk almalıyım.


Kural, mümkün olduğunca az taşımaktır.


*

Thoreau

Kulübe Güncesi: Walden

 



Thoreau'nun çizimleri ile Walden:
Tepeler, ay, gölün akıntısı, gölün yansıması, bulutlar, çitler, meşe ağacı, yuvarlak tepe.


Kulübe Güncesi: Walden, Bugün


Walden, bugün.

Fotoğraflar: Tim Laman

"A lake is a landscape's most beautiful and expressive feature. It is Earth's eye; looking into which the beholder measures the depth of his own nature."  (Thoreau)



Kulübe Güncesi: Thoreau'nun Kulübesi



"Henry David Thoreau her zaman evin kapalılık duygusundan çok, olağandışı şeffaflığına düşkün görünür. Ne zaman bir serçe ya da tarla faresi barakasına girmeyi başarsa, ki bunun pek de marifet olmadığı anlaşılıyor, Thoreau mutlu olur. Duvarlarındaki budak deliklerinden ve yarıklardan rüzgâr ve güneş ışığının serbestçe geçişini o kadar sever ki iç sıvayı yapmak için kasım ayının dondurucu soğuklarını beklemiştir.

Barakası "öylesine hafifçe kapalı"dır ki, Thoreau "Hava almak için dışarı çıkmama gerek yoktu çünkü içerideki atmosfer taze liğinden hiçbir şey kaybetmemişti. En yağmurlu havalarda bile oturduğum yer içeride olmaktan ziyade bir kapının arkasındaydı," der. Thoreau'nun hayallerinin evi sanki peyzajın içinde kaybolmak istiyordu; duvarlarını ne kadar ince yapsa yetmiyordu ve içerisi ile dışarısı arasındaki aşırı medeni ayrımı sadece hor görüyordu. "En iyi odası" olarak adlandırdığı yer aslında bir oda bile değil, "evimin arkasındaki çamlıktı. Yaz günleri önemli misafirler geldiğinde onları oraya götürürdüm ve emeğinin karşılığı ödenemez bir temizlikçi yerleri süpürür, mobilyaların tozunu alır ve ortalığı toplardı."

Kulübe Güncesi: Manzara Penceresi


Kulübenin pencereleri çoğalınca kış boyunca gözümü ayırmadığım yaptığım ilk pencereden dışarıya hemen hiç bakmaz oldum, ama Edremit Körfezine hakim tepeden zeytinlikler boyunca uzanarak dört büyük adayı da içine alan, iklimler ve mevsimler değiştiren pencerelerim Pollan'ın manzara penceresi tanımına bütünüyle uyuyor:

  

"Manzara penceresi fikrinin ardında, bizim bakışlarımıza ve dikkatimize değer "özel" bir doğanın ve bir de böyle olmayan sıradan bir doğanın var olduğu varsayımı bulunmaktadır. Manzara penceresi ufuk çizgisine hakkını vermeli ve görünen manzaranın içeriği daima özel", yani "pitoresk" bir şey olmalıdır. Bu mekan hep derinlikli olmalı: yakın, orta ve uzak şeklinde bölünebilmeli; arazi bakir ve iklim ve mevsim değişiklikleri dışında durağan olmalı ve insan emeğinin izleri asgari düzeyde bulunmalıdır."

Kulübe Güncesi: Tvergastein

 



İki Kulübe: Tvergastein & Skarvereiret

Tvergastein:

Arne Naess'in 1937'de deniz seviyesinden 1505 metre yükseklikte bulunan bir dönümlük arsaya inşa ettigi, derin ekoloji ile ilgili fikirlerini şekillendirdiği ve kitaplarını yazdığı kulübesi. Ustaoset'teki tren istasyonundan tundra boyunca yokuş yukarı üç saatlik bir yürüyüş mesafesinde.






Kulübe Güncesi: Skarvereiret

 

İki Kulübe: Tvergastein & Skarvereiret

Skarvereiret:



Skarvereiret, Norveçli filozof Arne Naess'in Tvergastein kulübesinin arkasında eskiden tırmanmaya çıktığı sarp dağın zirvesine inşa ettiği tırmanma kulübesi. Görsellerde yer alan odun sobasını ve kalan malzemeleri de Naess 1942 yılında buraya en yakın kasaba olan Ustaoset'ten yedi yüz elli metre yukarıya kendi olanakları ile taşımış.



Kulübe Güncesi: İlkel Kulübe

 


Antonio Averlino Filarete. Adam in Vitruvius,
 on the origins of architecture. c. 1465.


Vitrivius'un (M.Ö.80 / M.Ö. 15 ) Mimarlık Üzerine kitabı mimarlık ve mühendislik alanında yazılan ilk bilimsel eser.

"Vitruvius, kulübeye atıfta bulunan ilk kuramsal mimarlık metni “Mimarlık Üzerine”de kulübenin inşasının, dilin icadının ve toplumsal ilişkilerin doğuşunun kaçınılmaz sonucu olduğunu belirtir. Kulübe, Vitruvius’tan sonra, cennetten kovulan Adem’in korunma amacıyla ellerini başının üstünde kavuşturmasının inşa pratiğine dönüşümünün temsili olarak 15. yüzyılda Filarete tarafından temelleri atılan dinsel-mitik karakterini 18. yüzyıla dek sürdürür. Rykwert’e göre, Adem’in bu refleksif davranışının mimari sonucu olarak kulübe, cennetteki evin yeryüzündeki izdüşümüdür."

Vitrivius (Konutun kökeni):

Kulübe Güncesi: İlkel Kulübe

 

Charles Eisen tarafından Laugier'in ilkel kulübesinin illüstrasyonu:
"Cıvıl cıvıl bir kadın ( belki de Mimarlığın kişileştirmesi) bir çocuğa 
basit bir rustik kabini işaret etmektedir (belki de bilinmeyen, saf mimar).
 İşaret ettiği yapı, tasarımda basittir, temel geometrik şekilleri kullanır ve doğal 
elementlerden yapılır. Laugier'in İlkel kulübesinin türediği felsefeyi temsil ediyor.


Laugier'in mimarlığın başlangıcına dair tezi: İlkel Kulübe: Dört ağaç gövdesi ve onları birbirlerine bağlayan dallar: kolon, kiriş ve çatı. Hem Doğaya dönüşü içeren hem de Tiny House örnekleri için bir ilkörnek.

Kulübe Güncesi: İlkel Kulübe

 


"Neredeyse okuduğum bütün mimarlık eserleri, Vitruvius, Alberti, Laugier ve son dönemde Le Corbusier ve Wright'inkiler de dahil, İlk Barınağa dair canlı bir betimleme ile başlıyordu. Bu yapı bu yazar-mimarlar için mimarlığın doğadaki kökenleri hakkında bir mit teşkil ediyor, aynı zamanda inşaat işi ile mimarlık sanatı arasında kuramsal bir bağlantı kuruyordu. İlkel barınak yazardan yazara değişiyor, bir çadır, bir mağara ya da beşik çatılı bir kirişli-kolonlu kulübe oluyordu. Mimarlar genellikle kendi ilkel kulübe versiyonlarından uyguladıkları mimari tarza ulaşan düz bir tarihi soy hattı çiziyorlardı. Bu yolla sadece kendi binalarının doğanın onayını taşıdığını ima ediyorlardı.

Charlie, Mimarlık eğitimi sırasında 18. yüzyıl filozoflarından Marc-Antoine Laugier'in Essay on Architecture başlıklı makalesini okuduğundan ve ilk sayfasında bir ilkel kulübe gravürü olduğundan bahsetmişti. Bu gravür Charles Eisen'in dalları yapraklarla örtülü bir beşik çatı oluşturacak şekilde birbirine geçirilmiş, dört köşesinde birer ağacın oluşturduğu bir dikdörtgen betimleyen "Allegory of Architecture Returning to its Natural Model" isimli eseri için "Bu tamamen romantik bir fikir," dedi; "ama aynı zamanda muhteşem. Bir barınağın dört köşesini oluşturmak için kendilerini bize teslim eden dört tane ağacın resmi, insanla doğa arasında mükemmel bir evliliğin hayali."

İlkel kulübe aslında bir mit, mimarlığın doğadaki kökenlerine dair bir hikayedir. Hikâyeye göre orman mimarlık becerisini bir adama vermiş, ona her köşede dört tane ağaç ve üzerlerinde mertekler gibi birbirlerine doğru eğilmiş dallardan bir barınak yapmayı öğretmiştir. Birçok mit gibi bu da düşsel bir hikâye, ama daha derinlerde bir yerde bir bakıma gerçektir. Çünkü bugün bildiğimiz anlamda mimarlık ağaç olmaksızın hayal bile edilemez. Frank Lloyd Wright insan tarafından inşa edilen ilk binalardan bahsederken "bu biçim anlayışını ağaçlar uyandırmış olmalı" diye yazmıştır. Sütun kavramını ve en azından Batı'da bunun üzerine kurulu olan her şeyi bize veren şey ağaçtır."

Michael Pollan / Bana Ait Bir Yer


Kulübe Güncesi: "Şimdi kendim için ıssızlık içinde bir ev inşa ediyorum..."



"Şimdi kendim için ıssızlık içinde bir ev inşa ediyorum..."

Wittgenstein, 1913'te Norveç'in ücra bir köşesinde göle bakan sarp bir dağ yamacında tahta bir kulübede yaşamaya başlar. Bertrand Russell'a uzaklara, Norveç'e gitmek istediğini söylediğinde Russel içgüdüsel olarak tepki verir:

"Karanlık olacağını söyledim, gün ışığından nefret ettiğini söyledi. Yalnız olacağını söyledim, zeki insanlarla konuşarak akıl fuhuşu yaptığını söyledi. Deli olduğunu söyledim, Tanrı beni akıl sağlığından korusun dedi. "

Tıpkı Heidegger'de olduğu gibi kulübesinden görünen göl manzarası ve burada soluduğu hava Wittgenstein'in Tractatus''taki düşüncelerinin ve felsefesinin besin kaynağı olur.

                                                                     
"Burada çalıştığım gibi herhangi bir yerde çalışabileceğimi hayal edemiyorum. Sessiz ve harika bir manzara; Demek istediğim, onun ciddiyeti."

Kayık


"İşte orada kayık, - öbür tarafa, belki büyük hiçliğe gidiyor. - Kim binmek ister ki bu “belki”ye? İçinizden hiç kimse binmek istemez ölüm kayığına! Peki öyleyse dünya-yorgunu olmak isteyişiniz niye?"  N.

İntihar düşüncesi ve arzusu Wittgenstein'ı yaşamı boyu izler ve sık sık kriz dönemleri boyunca tekrar eder. Norveç'e gitmeye karar verdiğinde Bertrand Russel Wittgenstein'ın delireceğinden ya da kendini öldüreceğinden emindir. Wittgenstein'ın üç ağabeyi de intihar etmiştir, Ray Monk Wittgenstein'ın 1903 ve 1912 yılları arasında tekerrür eden intihar düşüncelerinin ancak Russell'ın onun dehasını kabul etmesinden sonra ortadan kalktığını yazıyor. Yaşama yeniden bağlandığı bir başka dönemse Galiçya'daki bir kitapçıda rastladığı ve orada bulabildiği tek kitaptır: Tolstoy'un Kısa lncil'i.

Wittgenstein, kürek çekerken...



...Tarihin benimle ne işi var? Benimki ilk ve tek dünya! Ben'im dünyayı nasıl bulduğumu anlatmak istiyorum. Dünyadaki başka insanların bana dünya hakkında söyledikleri, benim dünya deneyimimin çok küçük ve önemsiz bir kısmıdır. Ben'im dünyayı yargılamam, şeyleri ölçmem gerekir. Felsefi Ben, insan varlığı değil, insan bedeni ya da psikolojik nitelikleriyle insan ruhu değil, metafiziksel öznedir, dünyanın (bir parçası değil) sınırı. Bununla beraber, insan bedeni, özellikle benim bedenim, başkaları arasında, hayvanlar, bitkiler, taşlar vb., vb. arasında dünyanın bir parçasıdır. Her kim bunu kavrarsa, kendi bedeni ya da insan bedeni için üstün bir yer sağlamak istemeyecektir. O, tamamen naif biçimde, insanlar ve hayvanları benzer ve birbirine ait nesneler olarak kabul edecektir.

8.10.16.

Şeyler arasında bir şey olarak, her şey eşit derecede önemsizdir; bir dünya olarak her şey eşit derecede önemlidir. Eğer sobayı seyre dalmışsam ve sonra bana şöyle denir: ama şimdi senin tüm bildiğin sobadır, sonucum gerçekten önemsiz görünür. Çünkü bu, meseleyi, sanki ben sobayı dünyadaki pek çok şey arasında bir tek şey olarak incelemişim gibi gösterir. Ama sobayı seyre daldıysam, o benim dünyamdı ve başka her şey onun aksine renksizdi. (Bütün hakkında iyi, ama ayrıntıda kötü bir şey)

12.10.16.

Bir taş, bir hayvan bedeni, bir insan bedeni, benim bedenim hepsi aynı düzeyde bulunurlar. Bu nedenle, vuku bulan şeyin bir taştan ya da benim bedenimden kaynaklanıp kaynaklanmaması, ne iyi ne de kötüdür. "Zaman yalnızca tek yöne sahiptir", anlamsız olmalı. Yalnızca tek yöne sahip olmak, zamanın mantıksal bir niteliğidir. Çünkü eğer bir kimseye yalnızca tek bir yöne sahip olmayı nasıl tasarladığı sorulsaydı, şöyle diyecekti: Bir olay tekrar edebilseydi, zaman tek bir yönle sınırlandırılmayacaktı. Ama bir olayın tekrar etmesinin olanaksızlığı, bir cismin aynı anda iki yerde olmasının olanaksızlığı gibi, olayın mantıksal doğasında içerilir. Şu doğrudur: İnsan mikro-kozmostur. Ben kendi dünyamım.