DEĞİŞEN SARTRE






İlk Sartre’ ya da ‘genç Sartre’ ama öncelikle Bulantı’nın ve Varlık ve Yokluk’un Sartre’ı. Gençliği sadece bir dönem olarak almamak ve çok ileri yaşlardaki yankılanmalarına kulak vermek koşulu ile. İlk, dolayısıyla genç Sartre, antihümanist, iyi insan söylencesine kapılmayan radikal ve karamsar Sartre, hâlâ Bergsonizmine ve Gidizmine takılı ama onlardan kopmaya çalışan Sartre. Nietzsche ve Celine’in hiç aklından gitmediği ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen anarşist ve salt
 erkinlikçi Sartre. En kutsal vergisi olan kendine ihanet eden Sartre, öncesinin Sartre’ı; Eleştiri döneminin henüz lerici büyün bilinci olmamış Sartre -şu işe bakın ki o, ona yakıştırıldığı gibi totaliter bir entelektüel değildir, bunun tam zıddı olduğu görülmüştür: Totalitarizm karşıtı Sartre; bir özgürlük sergüzeşti; kötümserliğinden, antihümanistliğinden ötürü, bu antihümanistliğinin felsefi ve siyasi bütün sonuçları azıcık göz önüne alınsa, düşünmek, sorunsallaştırmak, zorbalığı; faşizm ve Stanlinizm de dahil her türlü zorbalığı yadsımak için en iyi donanmış entelektüellerden biri olurdu.


1940 yılı.

Bu, tam tamına Nazizim değil ne Fransa’nın bozguna uğraması ve toplu göç, ne Paris sokaklarındaki sarı yıldız, ne de riski, heyecanı ve pişmanlıklarıyla Direniş ama 1940’ta, Treves tepelerinde Stalag XII D.’de, daha yavan, özellikle de daha tuhaf bir biçimde geçen yedi aydır.

John Gerassi’ye içini dökerken söylediklerini dinleyelim: “Ecole Normale’den beri bir daha tatmadığım bir tür ortaklaşa yaşamı Stalag’ da yeniden buldum”; ‘kampta’ hoşlandığım ‘kitlenin bir parçası olma duygusu’ idi; ‘özetle’ orada ‘mutlu’ olduğumu söyleyebilirim.


Onu Sözcükler'de dinleyelim -daha Madam Mancy olmamış annesi ile yalnız, anonim, nemli, hararetli bir ‘kalabalık’ içinde kaybolup gitmenin tadını çıkarmayı öğrendiği semt sinema salonlarının ‘adil konforsuzlugu’ üzerine o hafifçe nostaljik ünlü sayfa: O “çıplaklık, o erkek olma tehlikesinin bulanık bilincini bir daha ancak ‘1940’ta, Stalag XII D.’de buldum."

Çok daha sonra, Victor ve Gavi ile söyleşilerinde, bu defa tutsaklığını değil ama savaşı anımsarken dinleyelim onu: “Tertemiz, güzel, küçük bir atom olduğuma inanıyordum, egemen güçler onu yakaladılar ve fikrini sormadan onu başkalarıyla birlikte cepheye gönderdiler”; savaş, sonra tutsaklık “benim için içinden çıktığıma inandığım, aslında hiç terk etmediğim kalabalığın içine sürekli dalma fırsatı” oldu; sınav “gözlerimi açtı.”

Onu, 1975’te, Autoportra.it â soixante-dix ans'da dinleyelim. Açıkça Stalag’dan değil, ama ‘seferberlikten, ‘savaş’tan, ‘Nancy Kışlasından, tanımadığı ama kendi gibi ‘döneleyip duran’ ve yazgısını paylaştığı binlerce ‘uşak’tan söz eder: Olay “gerçekten hayatımı ikiye böldü; orada bireycilikten ve savaş öncesinin saf bireyinden sosyale, sosyalizme geçtim”; bu ‘hayatımın gerçek dönüm noktası: Önce ve sonra; bu, ‘toplumsal ilişkinin metafiziksel olduğu Bulantı gibi önceki eserleri, ‘ağır ağır geldiğim’ Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi sonraki eserlerden ayıran bir çizgidir.

Simone de Beauvoir’ı Anılar'ında dinleyelim: “Tutukluluk deneyimi onda derin izler bıraktı” ve “ona dayanışmayı öğretti”; kendini “horlanmış” hissetmek şöyle dursun, “ortak yaşama sevinçle katıldı”; pirelerden, tahtakurularından çekmek, eşyaları karıştırma, bitleri ayıklama seanslarında, kapıları sürgüsûz helalardan, angaryalardan, hayvan vagonlarından, kıçına yediği tekmelerden dolayı kendini aşağılanmış olarak hissetmek şöyle dursun, kendini “kitle içinde kaybolmuş, bir sürü numara içinde bir numara olarak” hissetmekten, “girişimlerine sıfırdan başlamayı başarmaktan büyük bir baz duydu”; “dostluklar kazandı”; “fikirlerini kabul ettirdi”; “Almanlara karşı yazdığı oyunu Bariona'yı Noel’de sahneye koymak ve -alkışlatmak için bütün kampı seferber etti”; “arkadaşlığın sağlamlığı ve sıcaklığı antihümanizmasımn çelişkilerini çözdü.”



Sartre Stalag’a bireyci olarak girmişti.


Onu terk ettiğimizde anarşist, dandi, Stendhalcı idi.


Kalabalık onun için Bouville ya da Havre tepelerinden, uzaktan bakmayı yeğlediği şekilsiz, hafifçe iğrenç bir kitle idi.



Kitle, hatta kitle düşüncesi ona ancak insanları köleleştiren ya da başkaldırma cesaretlerini kıran uğursuz bir makine biçiminde işlenmiş gibi gelirdi.



Yeni olan şu: Bu genç Nietzscheci, bu atılgan ve kuşkucu, bu çokluk yasasına düşman, bu küçümseyici, grupların, özellikle de mutlu olduklarını ileri süren grupların gerisindeki baskıcı ve onur kırıcı koca hayvanın kokusunu alan bu kökten bireyci Nietzscheciliğini bırakır ve dediği gibi ‘sosyalizm’i ve ‘dayanışma’yı keşfeder -olay şu ki (din değiştirmeden, ikiye bölünmüş bir yaşamdan, bir önceden, bir sonradan, vb. söz ettiği anlaşılır) bu düşkün, düşük kamp hayatından, hem bir topluma hem bir sürüye benzeyen bu yığın içine dalıştan, horlanma ve kötü muamele günlerinden topluluk değerleri diyebileceğimiz şeylere bağlanmış olarak çıkar.


Roquentin olarak giden Sartre Alaylı olarak bana dönüyordu, 
diyor 'Simone de Beauvoir’ın tanıklığı.



 Bulantı’da, anlatıcının ‘Alaylı’ adını verdiği ve ‘hümanist olduğunu’ belirtmekle kalmayıp, 
14-18’de, bir tutuklular kampının sıkışıklığında ezeli insanın tanımlanmaz değerini keşfettiğini açıklayan ‘gülünç bir kişilik’ görürüz bu romanda”; evet diye sözünü bitirir Tournier “Her şey açıktı; 1940’ta tutuklu olan Sartre, alaylı haline gelmiş olarak bize geri dönüyordu”

Ama dahası var.

 Sartre tam tamına şöyle söylemedi: “Görüş değiştirdim işte, belki de daha iyi, daha hoşgörülü oldum -hem sonra, sonuçta Alaylı o kadar da kötü değil.”

Topluluk dinine geçmekten memnun değildi, insanlık sevgisi, hümanizma; geriye kalan, tüm geriye kalanlar, felsefesinin bütün öteki büyük kavramları âdeta oldukları gibi kalır.

Görüş değiştirme her şeyi değiştirir.

 Sızmadık yer bırakmaz, her şeyi alır götürür.


Bütün gerçek din değiştirmeler gibi, tüm varlığı, felsefe sisteminin tümünü sarar ve en derinlere kadar sarsar.


Varsayım. Kuşkucu, fırtınalı, garip düşlerle (yengeçler, şemsiye—balıklar, ürkütücü sanrılar, ahtapotlar) dolu bir bireycilik. Hem maddeye ve kendindeye dönüş korkusunun, hem arzusunun içini kemirdiği tasalı bir bireycilik. Sartreçı bireyciliğin karşıtıyla başının hep dertte olacağını açıkladığında, Sözxükler'e inanmalı mı? Kalabalıkların karanlık maddeselliği ile büyülenmiş ve baş dönmesine varıncaya değin, orada yok olma korkusu kadar dürtüsünü de yüreğinde duyan çocuk Poulou. Fareler ve însanlar’ın bize üstü kapalı söylediği şeyi 'Kalabalığın yaygarası’nın musallat olduğu, içine işlediği, yankıların, türlü türlü hayaletlerin çınladığı çatlamış bir öznelcilik işitmek mi gerekir? Stalag’ın Sartre’ı bundan kurtardığını ve bu sesleri susturduğunu, boğuntularını geçirdiğini varsaymak mı gerekir? Stalag’da, Sartre -en azından Sartre’ın bir yanı-“Yengeçler-dönemi bitti! Bouville’deki kestane ağaçlarının köklerinin iğrenç görüntüsü ve o zamandan beri peşini bırakmayan bulantıyı unuttum artık” demiyor muydu?

Sartre antihümanist olarak kalır. Daha doğrusu, Alaylı’ya kin duyan Roquentin’in dile getirdiği
gençlik antihümanizmasına bağlılığını sonuna kadar korumuş bir Sartre vardır. Ne var ki, Stalag etkisi ve Bariona etkisi içinde, Varlık ve Yokluk felsefesinin özü ve sözü ile açıkça çelişen bir dizi metin şimdi tersini söyler: “Evet, sonuç olarak, hümanizma... hümanizmayı bu kadar şövalyece ele almaya hakkımız yok... Bulantı'nın yaptığı gibi, zavallı Guehenno’yu gülünçleştirmeye hakkımız yok... Kaldı ki bu çok basit..." Buna karşılık olarak, Sözcüklerin son cümlesini alacağım: “Bütün insanlardan oluşmuş ve hepsine değer tek bir insan, vb.” -1921 tarihli Venedik üstüne bir metinde, Barres’e hayali mazharının sonunda yönelttiği ‘sıradan kısa cümlenin’ bulanık anısı: “Bir ruhun bir başka ruh kadar değerli olduğunu hiç düşündüğünüz oldu mu?” Olmaz olur mu! “Bir ruh, bir başka ruhla eşit değerdedir!” çünkü “ruhlar alanında kullanılmamış bir yer kalmadı.” Sonuçta, varoluşçuluk bir hümanizmadır... Sefaletin de bir şiiri vardır... Bir ter ve ayakyolu romanı... Bu iki ruhun birbirine karışmış pis kokularını bir uzlaşma ile, birlikte koklama tarzlarında muhteşem, evet doğru duydunuz, muhteşem bir şey var... Ya kıça tekme! Kıç deliği sonesini değil ama iyi arkadaşların sizi beklediği koğuşun eşiğinde, coşku ve hayranlıkla kıçına yediği tekmenin şiirini kim söyleyecek ha? Antihümanist ve hümanist Sartre. Şimdi işçinin sırf ‘yabancılaşıyor’ diye hem kendi, hem herkes için özgürlük istiyor’ diye insanoğlu olduğu yargısına varan o karamsar, o eski umutsuz Sartre.

Alaylı, toplulukçu, kısacası hümanist Sartre, ellili yıllarda ‘öznellikten sadece ‘burjuva’ diye niteleyerek söz eder. Kaynaşan grup sözünü dilinden düşürmeyen Sartre, bu grupların bundan böyle öznenin sözümona ‘yalnızlığında kuşkulanılan ateşinde bu dizisel ortaklıkların eridiğini görmeyi- ‘fabrikaları’ daha iyi ‘çalıştırmayı’ amaçlayan burjuva düzeni kurnazlığı -hayal eden Sartre, yalıtlanmış, devinimsiz, kısacası yalnız işçiyi ‘dûşûk-adam’ olarak nitelendiren Marx’ı övmeye başlar. Tek kelime ile, proleteryanın binlerce yıllık zincirlerini kırmasına katkıda bulunmak isteyen ilerlemeci Sartre, Nietzscheci sanatçı kısırlığının cezasını çeken devrimci aydın, tek insanın haklarında, yani kısaca insan haklarında, daha kesin bir anlatımla ‘habeas corpus’ içinde, ‘oy hakkını’, hatta ‘düşünce özgürlüğü’nü ve ‘hoşgörü’yü ‘proleteryayı daha da yabancılaştıran biçimsel özgürlükler’ olarak görür. En son metinlerinden On a raison de se revolter'nin bir sayfasında her şey söylenmiştir. Terör felsefesinin bir aklanması olarak şu sözleri yazabilmiştir: “Grup içindeki bir bireyin biraz terörize olmuş bile olsa, yalnız ve ayrı düşünen bireyden yine de daha iyi olduğunu düşünüyorum.” O ne incelik: biraz terörize... Dönemin öteki ucunda, Sartre’ın iki tavır arasında bocaladığını hatırladığımız ama yine de daha ellili yılların başında, maceracının portresine önsözünü çizdiği ‘militan' portresini bulduğumuz Portrait de l'Aventure'de her şey söylenmiştir: “Sizden Benliğinizden feragat etmeniz istenmiyor ki. Bu kadarı fazla olurdu; Parti’ye girme, insanlığın egemenliği ile tastamam denk düşmeli; almayı bırakın bir yana, onu size verir; alay ettiğim sanılmasın. Başkalarının kardeş bakışlarında insanın kendini keşfetmesi ne hoştur.”

Marksizm. Buraya kadar, Sartre’ın Marksizminden pek söz etmedim. Çünkü birinci Sartre Marksist değildi. O sıralarda sadece öznenin macerasıyla ilgilendiğinden, buna ne ihtiyacı vardı ne de bir gerekçesi -bu ilk Sartre’ın, yalnız insanın, Bulantı’nın, Bir Şefin Çocukluğu'nun, Carnets de la dröle de guerre ve ‘Varlık ve Yokluk'un Sartre’ının, Husserl’i ve Heidegger’i keşfettiğini, Nietzsche’yi yutar gibi okuduğunu, Bergson’dan koptuğunu gördüğümüz Sartre'ın kuşağının Marksizmden geçmeye ihtiyaç duymamış ender  düşünürlerden biri olduğu tartışmasız kabul edilir. Ama işte şimdi de kalabalık. İşte Stalag’da umulmadık bir sırada karşısına çıkan ve orada yaşadıklarından sonra, üzerinde düşünmeye başlaması gereken yeni bir konu. Husserl? O ünlü bizzat ‘şeylere’ dönüşü düşünmek, onlara 'çekiciliklerini’, ‘yabanlıklarını’, ‘ürkûtücûlüklerini’, vb andırmakta onun üstüne yoktur -ama kalabalığa gelince sıfır. Heidegger? Varlık, Köken, dönemsellik, dolayısıyla Tarih düşüncesi -ama ‘birlikte-oluş’ sorunu ele alındığında aman ha, ‘Mazi aptallığı’ hiç uzakta değildir. Nietzsche’ye gelince, sözünü bile etmeyelim: Gerçek bir kalabalık düşüncesinin onuruna kavuşması için onu unutmak hatta yok etmek gerekir. Geriye Marx kalıyor. Aslında Stalag günlerinden kalma alışkanlığı yeni şartnameler doldurmak için, geriye okumaya ya da okur görünmeye başlamak gereken Marx kalır. Özellikle tekillik sorununa hiç bakmayan, ‘bir insanın ne olduğu duygusunu bütünüyle yitirmiş bir Marx. (Marksist bilimin ‘tamamlayıcıları’ Question de methode, L'idiot de la famille buradan gelir...). Ama yine de Marx. İnsan ya da Tarih değil ama Toplum konusunu anlamak için Marx. Marx onun Spinoza’sı. Toplumsal ilişki sorununa bir açıklık getirmek zorunda kalmasaydı asla okumayacağı Marx.

Son olarak, özgürlük sorunu. Varlık ve Yokluk'un ilk ve son sözcüğü... ‘Kendinde’ye hep üstün gelen ‘kendi için’... "Alman İşgali altındaki kadar hiç özgür olmadık" Ama Stalag sonrasında, birden: Böyle bir aptallık nereden geldi bana? Buna nasıl cesaret ettim?" Yapaylık kural; özgürlükse kuraldışı; gerçek sorun artık: “Yapaylığım kabul ama ondan nasıl kurtulmalıyım ve her şeye karşın, nasıl daha da çok özgür olmalıyım?” değil -ama: “Tekillik kabul, bunu  nasıl aşmalıyım ve bundan bir dayanışmanın, bir toplumun ortaya çıkmasını nasıl sağlayabilirim?” sorusudur.

İnsan özgülüğü. Hatırlanacağı gibi, ilk Sartre, antihümanist Sartre, insanın özgülüğü düşüncesine inanmazdı. İnsan ne idiyse o di. Olumsallığı, eğretiliği, tekilliği ile vardı. Mükemmel değildi. Güdüktü. Bariona’nın -birincisinin; Beytüllahim’e gitmeden ve Mesih çözümü öncesinin Bariona’sı- dediği gibi, zorunlu olarak güdüktü, kusursuz ve kesin bir biçimde kusurluydu. İnsanı tanımlamak, ona bir öz, bir gerçek, kısaca bir ‘özgülük’ vermek, sonra da onu bu özgülükle sınırlandırmak, ona ulaşmasına ya da onu özümsemesine yardım etmek ilk olarak abes, ikinci olarak tehlikeliydi savında bulunan bir Sartre vardı -vardır. Somut insanlar karalaması oldukları bir lnsan’ın gerçeği ile sınırlandırmaya başladığı zaman, “Bu adam insan değil, yine de yönelim gereği şimdi olduğu Adam haline gelmesi için önünde daha uzun bir yol var” denildiği zaman, somut insanı andırıp ideal insana yaklaştıracak, şimdiki insanı bu özgülüğe daha yakın olarak ün yapmış yeni insana feda edecek ve bu yeni insanı birincisinin etiyle, kanıyla ve külleriyle yoğuracak bir makinayı işletmek olduğunu iyi bilen bir Sartre vardı -vardır. O şimdi hümanisttir. Hümanist. Yani insanın özgülüğüne inanır. İnsanın bir özgülüğü olduğuna, her halükarda bir özgülüğü olması gerektiğine inanır. Tanıdığı ve çevresinde gözlemlediği insanların, bu düşünceye oranla, acınacak kadar eksik, güdük olduklarına inanır. Başka anlatımla, güdüklüklerinin onarılabilir olduğuna inanır. Ve buna inanarak, güzel, kusursuz insan düşüncesinin ulaşılabilir olduğuna inanarak, gayet mantıklı olarak, bu düşünceyi uygulamaya geçirmeye, buna uygun insanı yaratmaya çağıracaktır.- ‘Bildiğimiz biçimiyle geleceğin insanı’ olacak ‘daha iyi nitelikli bir başka insan hayal edecektir ve bunu gerçekleştirmek için, durumları, uğradıkları baskılar, kurban edilmeleri göz önünde bulundurulursa, iyi nitelikli bu insana en yakın gibi görünen somut insanlara yaslanacaktır. SSCB üstüne metinler böyledir: “Orada, yeni türden insanlarla karşılaştım.” Küba üstüne metinlerde: “Küba’da bilinçli bir uygulama, insan doğasına varıncaya kadar her şeyi değiştirdi.” Les Damnes de la'terre in önsözünde, bu hümanizmanın, en sonunda olduğu gibi ortaya çıkan bu ‘yalancı ideoloji’nin ‘strip tease’ini kınar: “Talanın ince aklanması.” Ama söz konusu olan sahte, kötü hümanizmadır ve bunun karşısına dünyaya dirlik getirmekte olan ve insanın özgülüğünü ortaya çıkarmakta olan Sömürgeleştirilmiş insanın sonuna ulaşmış hümanizmasını çıkarır. Sartre'ın terörist cinayetin savunmasını yaptığı korkunç sayfaları herkes bilir. Avrupalıların kirli ellerini ‘doğramaktan’ söz edildiği o insanı ürküten cümleler hâlâ belleklerdedir. Sanatçı, Nietzscheci, Ştendhalcı Sartre döneminde böyle cümleler düşünülemezdi. Ancak neohümanist inanç açıklaması ve bunun sonucu olan siyasal, ahlâki ve toplumsal soy arıtmacılık kabul edilirse bunların bir anlamı olur ve sözcelenebilirler.




"Başlarda siyasi değildir insan, sonradan, ellisine doğru siyasetçi olur; işte size Zola; Gide; işte Victor Hugo; hayatımı hep böyle gördüm; edebiyattan yola çıkıp sonunda siyasete ulaşacağımı hep düşünmüşümdür.” 

Kabul. Ama ben ilk Sartre’ı anımsıyorum, ilk Sartre’ın yazma, felsefe yapma mutluluğunu anımsıyorum. Onun o sevimli züppeliğini, o dönemde Hugo’yu ya da Zola’yı dert etmeyen tavırlarında ve düşüncesindeki o olağanüstü serbestliği anımsıyorum, işte o zaman, züppe ve sanatçı Sartre’ın, Bulantı, ve Varlık ve Yokluk Sartre'ının hayatının hep öyle olmadığına’ iyice emin oluyorum.

Zorunlu olarak, bir başka neden gerekiyordu; siyasetçi olması için, felsefenin bittiğinin ilan edilmesi gerekiyordu; hayatını ya da geriye kalan hayatının önemli bir bölümünü Küba’da şekerkamışı üretimini yorumlamaya, Malraux’nun Brezilya’da propagandasına karşı koymaya, Tito, Nasır ya da Levi Eschkol ile diplomasi hakkında konuşmalar yapmaya, La Cause du peuple'ü yönetmeye, Liberation'u kurmaya, Vietnam’da Amerikan suçluları üzerine Russell Mahkemesi’nde başkanlık yapmaya ya da Lens madenleri sorumlularının ‘halk’ mahkemesinde yargılanmasında savcı rolünü üstlenmeye hasretmek için, bu profesyonel yoldaşlık rolüne iyice oturması için, Tarihin değilse bile, en azından felsefenin sonu kuramcılarına teslim olması gerekiyordu.

Zavallı Sartre.

Kendinden ve ününden tiksinen zavallı yaşlı Sartre.




1960’ta, Havana’da, Castro ile karşı karşıya durduğu fotoğrafa bakıyorum. Saygı akan yüzünde özentili ve biraz bön gülümsemesi ile yüzünü hayranlıkla ona çevirmiş; öteki çok sağlıklı, küçük adamı küçümsediği bakışlarından bellidir, sanki bana yaklaşmak büyük bir onur, hele hele benimle konuşmak çok daha büyük bir onur, der gibidir.






O ünlü fotoğrafa bakıyorum, biliyorum bir klişeye indirgenmenin korkunç bir şey olduğunu ama bu klişe çok şey anlatıyorsa, elimden ne gelir? Bir fıçının üstüne tünemiş, yüzü Billancourt’daki Renault fabrikalarına çevrilmiş. "Berbat” diyor. Üstünde Celine tarzında bir kanadyen. Fıçı kadar yamru yumru görünüyor. Daha halktan, daha bıçkın görünmek istermişçesine bir eli cebindedir. Öteki elinde mikrofon, yüzü şaşılacak kadar gergin. Bir tür militan Diogene. Kendi dünyasına nutuk atan yeni bir “halk dostu’dur. Ne ki, aksiliğe bakın, fotoğrafta halk görülmez. Kuşkucu ya da alaycı olduktan sezilen üç beş kişi ya var ya yok. Gerisi ona dalgın bir şekilde mikrofon uzatan gazeteciler. ‘Halk filozofu’ gülünç ve acınası bir haldedir. Işığa delicesine sevdalı, gösterileriyle dünyaya ziyafet çeken harika Corneil kahramanı, hayalci bir halk topluluğuna nutuk çeken hüzünlü bir soytarı haline gelmiş. Artık bir Pardaillan değil, bir Matamore. Artık ne bir Cid, ne bir Dorante, bir Yalancı. Kaldı ki bunu o da bilir. Her zamanki gibi, klişe yanıltmaz. Lafazanlığının artık farkında olduğu açıkça görülür: O da kuşkucu, bakışları dalgın, yüzünün bir yanı orada, öteki yanı başka yerde.

Onu radyo konuşmalarından birinde dinliyorum. Hiçbir şeyi, ama gerçekten hiçbir şeyi olmadığını, gazeteciliğe yakalanmış bir yazar olduğunu söylemeye çabalıyor, geriye kalan her şeyde, eserinde, kitaplarında ‘hafif bir toz kokusu’ varmış gibi, ‘birazcık eski’ gibi geldiğini ve kendisini onlardan kopmuş hissettiğini söylüyor. Sesi birden donuklaşıyor... Söz boş ve mekanik... Kehanetlerini ve ibadetini arka arkaya sıralayan bir siyasal dualar değirmeni... Bize garson komedisi oynayan kahve garsonu numarası çekmesi zahmete değerdi!


O yıllardaki bütün tavır alışlarının hepsinin aynı değerde olmadığı besbelli bir şey.


Cezayir’in bağımsızlığı için kavga verdiği dönem de öyle, yürekli bir kavga olduğunu hep söyledim, hep söylerim.


Arkasından Maocu dönem... Bu dönemi, otuzlu ellili yıllar arasında Stalinci büyük hezeyanların daha radikal ya da daha egzotik bir yeni basımı olarak görenlerden biri olduğumu tekrar söylememe gerek var mı?

Asıl şaşırtıcı olan, Eleştirinin çıktığı sıralarda ya da onu izleyen dönemde, Sartre’ın üzüntüsü. Bütün konuşmalarında bir burukluk izlenimi bırakır. Şaşırtıcı olan sesindeki o cızırdama, eskiden pırıl pırıl o sesi şimdi tınısız, sanki dönüşme ile sönmüş, artık çok küstah değil ya da kuru, yapmacık küstah; mayıs ayaklanmacısı ‘gençlik’ karşısında kendini birden ne kadar ‘ödlek, bitkin, yorgun, takatsiz hisseder. İnsanı etkileyen bitkinliği, bakışlarındaki dalgınlık ve 20 Mayıs’ta Sorbonne’un büyük amfisine yeni uyrukluğunu söylemeye geldiğinde yüzündeki acılı gülümseme: “Şimdi sizi terk ediyorum, çünkü biraz yorulmaya başladım; size cevap vermeye devam edersem, saçma sapan şeyler söyleyeceğim. İyisi mi ben gideyim...” Eskiden ne neşeli, ne şendi. Hayat doluydu! Yüzünde, sesinde ve filozof olduğu zamanlarda avaz avaz düşünme tarzında bir rahatlık, bir sevinç vardı...
Orada bunların gölgesi bile yoktur artık. Ondan geriye kalan bir köpük. Bir hayalet. Varlık ve Yokluk'un yazarının bu üzücü azaba -Tarih bittiğine göre, dediği gibi- geriye, ‘bir entelektüel olarak kendini ortadan kaldırmak’, ‘kendinden istenebilecek siyasi olarak haklı görevlere hazırlıklı olmak’, kısaca, haberi verilen sonu tamamlamak, sonu sonuna ulaştırmaktan başka bir şeyin kalmadığı düşüncesine kapılmasından daha üzücü bir şey yoktur; yaşlanmış, kendi çölüne çekilmiş, somut Evrenselinin olası somutlanışı peşinden koşması hiç bitmeyecekmiş gibi, gösterilerde, yine Sorbonne’da, Mutualite’de kamera önüne sürüklenen bir Sartre’dan daha yürekler acısı bir şey yoktur.

Elbette burada Sartre’ı ‘mazur' göstermiyorum.

Ne de ‘Rousseau’nun hatası’ nakaratının yerine, hayali bir ‘Kojeve’in hatası’ nakaratını getiriyorum.
Sartre’ın ötesinde, yüzyılın macerasını ve düşüşünü ortaya koymaya çalışıyorum.

Çok az sayıda büyük entelektüelin tam olarak kurtulmayı başardığı yüzyılın düşünce deliliğinin ve düşmanlığının doğuşunu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.

Sartre, siyaset değiştirdiği için felsefe değiştirmemiştir. “Bu yeni politika olsun, komünistlerle, daha sonra Maocularla yoldaşlık olsun; bu şeçimi nasıl usallaştırırım? .Nasıl düşünürüm? Bunu en iyi hangi felsefe açıklar?” dememiştir. Ama felsefe değiştirdiği için, etkin, neşeli, oyunbaz, olumlu bir felsefeden, nihilist, gömütsel, sonun yanında yer alan bir felsefeye geçtiği içindir ki yoldaş, Maocu ve en sonunda totaliter haline gelmiştir.


*
Bernard Henry Levy
Sartre Yüzyılı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder