Yüksel Arslan "İnsan Bilimlerine Doğru Bir Açılış" (Ulus Baker)




Arslan'ın arture dizilerinden sonuncusu İnsan'ın bilimlere bir açılış olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, bu diziler tümüyle ya da kısmen, desen aracılığıyla gerçekleştirilen düşünmeler oldukları ölçüde bilimsel değiller. Denebilir ki bilimler, bilimsel gözlem ve deneylerin yaratı-mıyla ilişki içinde işlevlerin, tabloların dilini konuşurlar. Her şey tekniklere ve laboratuvar çalışmalarına bağlıdır. Arslan'ın eseri yine sanatın, ya da kendi deyimiyle, arture'ün alanı içinde yer alıyor. Bilim yapmıyor o, ama bilimsel olarak kalıyor. Bir sanatçının bilim ya da felsefe gibi bir şeye ilişkin kendi öz değinilerini geliştirmeye kalkıştığı anlamda bir bilimadamı olması gibi. Arslan'ın geliştirdiği araç hep arture'e ait olarak kalıyor. Arture'ün üç şeyle arasında koruduğu bir mesafe: Bilimadamı olurken bilimlerle arasına koyduğu mesafe; şair olurken şiir, edebiyat ile koruduğu mesafe ve Arslan konusunda asıl ilginç olanı, sanatçı olurken resim sanatıyla ve genel olarak sanatla arasına koyduğu mesafe. İnsan dizileri Arslan'ın bu - şiirsel, psikanalitik, siyasal, iktisadi, sanatsal, bilimsel - "oluş"larının en son ifadesi...



CLXXXIY

Zaman içinde "tanrıtanımaz"dan “agnostik"e geçmiş olmamı bir konum değiştirme girişimi olarak görmemek gerekir: İlkinde, ikincide ağırlığı duyulmayan bir tür 'caka’ sezdim; bir kendini koyma, öne sürme. Yarım kulak, çünkü anlayabildiğim kadarıyla, astrofizikçileri dinliyorum: Evrenin varoluş biçimini ve 'gerekçe’lerini yakında öğrenebileceğimizi dile getiriyorlar. Demek, henüz, hâlâ, bilinmiyor: Hiçten ya da Kaos’tan Kosmos'a nasıl geçildiği, bakalım Cern ve başka odaklanmalar ben yaşarken kimi açıklamalar getirilebilecek mi?

Sıkı, has müminler ile sıkı, has inanç yoksunlarının arasında yorumlanmayı bekleyen bir çekim alanı oluştuğunu gözlemliyorum. Blanchot ile Levinas, Bataille ile Pere Danielou, Romain Rolland’ın Peşine düşen, Gide'i bile ikna etmeye çalışan Claudel ve ötesi.

"Yanlış kardeşim" İsmail Pelit bende ne sınıyor tam? Enis Batur'u Öldürmek’in üç versiyonu da adını koymuyor bunun. Ya ben, “uzak kardeşim" Andrei Tarkovski'ye neden dönüyorum ikidebir: Tanrı'sına, toprağına, geleneklerine bağlılığıyla hiçbir ortaklık taşımıyor olmama karşın?

Sahiciyse arayış, gidip sahici kayboluşa çarpmaktan, vice versa, kendini alıkoyamıyor bana kalırsa. İlişki, negatifle pozitifin, artıyla eksinin hiç ile herşeyin arasındaki olmazsa olmaz bağ kadar belirleyici. Biri, neredeyse ötekinin dayanağı: “Var” nasıl sökülüp alınır "yok"tan? Koyu inançla koyu red, sırtsırta gelmeye yazgılı.

Önümde, Tarkovski'nin Anlık Işık başlığıyla sunulmuş (ilk basım: 2002, Milano), polaroid fotoğraflar ve araya giren kimi kıpkısa metinler ile kurulmuş bir kitabı duruyor. Dominique Fernandez ve Tonino Guerra'nın önsözleri çerçeveyi veriyor; hastalığı öncesi sürgün dönemi, Rusya ve İtalya kırsalında gerçekleştirilmiş olağanüstü bir "albüm". Hep söyledim: Bir şeyin ustası, bir başka şeyi kötü yapmayı bilmiyor. Kaç fotoğrafçı polaroidle böylesine tumturaklı, derin bir çalışma ortaya koyabildi?

Anlık Işık, gerçekten de bir ışık dili üstüne kurulmuş. Tarkovsky'nin filimlerinden eksik olmayan “ilâhı ışık” arayışının güçlü bir örneği. “Böyle roman olur mu?” türünden bence komik ve abes çıkışlar yapanlara işte yanıt: Hem de nasıl olmuş.

Dahası, bir şiir kitabı da: En ufak bir zorlamaya başvurmaksızın. Şiirin böylesine seyrek rastlıyoruz (aman: Şiirsellikten dem vurduğum sanılmasın!).

Bir başka açıdan, günlük de: Fotoğrafın Arabı Günce. (Tarkovski’nin yazılı günlüğüne kolaylıkla eklemlenebilir)

Bilmiyordum: Arseni Tarkovski uzun yaşamış, oğlunun ölümüne tanık olmuş. Mu? Cenazeye gelmesine, Ste.-Genevieve des Bois'daki mezarlıkta bulunmasına “izin” verilmiş miydi? Verildiyse bile, gücü kalmış mıydı?

Babasıyla oğlu arası Tarkovski. İster istemez o koşutluk kurulacaktır. Ortayerde, ilişki üçgeni çakışması. Dahası: Anlık Işık eş, hayvan (Dale) üçgeni üzerinden Kulübe'ye ulaşıyor. Dahasının dahasını aramaya gerek kalmayabilir.

Tarkovski, anamın öldüğü gün (4 Nisan) doğmuş, oğlumun dogduğu gün (29 Aralık) ölmüş. Rastlantı. Bu italik kavram, yirmi yılı aşkın bir süredir dolaşıyor satırlarımın arasında. Hayır, bir teorim olmadı o konuda. Evet, sonsuz teori üretebilirim dilersem.

Fotoğraflara tek tek, uzun uzun baktım; herbirini yazılı sayfalar varmışçasına karşımda, okudum. Birinden ötekine yazılan öykünün anlatı tabakasındaki kişiler, ayrı ayrı durumların içinde toplandığı bir durum, mekanlar arası geçişler ve bağlantılar, sabahtan geceye, bir günden güne yürüyen Zaman: Her şeyin ışığın içinde gerçekleştiği doğru.

Yalnızca kaynağı sözkonusu olduğunda farklı uçlardayız. Andrei, biliyor nereden geldiğini, Enis bilmiyor.

Şehir Meydanında Fıçı
Yuvarlamak

Arture 360, 361, 362, 363, 364 : L'homme

(A 360 - İnsan I)

2000 yılına dek sürebilecek yeni bir diziye girişiyorum. Dizinin adı İNSAN. Yeryüzünde hayatın kökeninden başlıyorum. Milyonlarca yıllık bir hikâye. İnsan, yeryüzünde ortaya çıkan son canlı. En gelişmiş sinir sistemine sahip olduğu için, aklıyla gezegene egemen oluyor. Varoluşunun başından beri nereden geldiğini sorguluyor. Ama ancak XX. yüzyılda, bilimadamları hayatın başlangıcını keşfediyor.

...

 Darwin kendiliğinden türemeyi eleştiriyor. Ama aslolan, daha o zamanlarda, hayatın durağan maddeden başlamış olabileceğini düşünmüş olması. “Bana öyle geliyor ki, diye yazıyor Wallace’a, 1872 tarihli bir mektubunda, çok büyük olasılıkla Arkebiyoz doğru -protoplazmanın çok eski zamanlarda bir dizi evreyle durağan maddeden geliştiğini öne süren bir kuram.... Arkebiyozun doğru olduğunu kanıtlamak için yaşamak isterdim, çünkü akıl almaz ölçüde önemli bir keşif olurdu." Anahtarı bulacak büyük insan ise Sovyet biyokimyacı İ. Oparin oluyor. Kuramını 1920’lerde geliştiriyor, ama kitabı Fransa’da ancak 1965’te yayımlanıyor. Uzun süre tabu kalmış bir konu.
 Diziye kozmosla başlıyorum. Belki 2000 yılından sonra kendimi bütünüyle kozmosa veririm. Kusursuzlaşmış sinir sistemiyle insana gelmeden önce, milyonlarca milyonlarca yıl geçiyor. Başlangıçtaki yeryüzünü gözünüzde bir canlandırın. Her şeyin başındayız: Atmosferin, yeryüzünün, okyanusun... Gökyüzü neredeyse karanlık, çünkü hâlâ çok az oksijen var. Başlangıçta yalnızca kimya var. Atmosfer hidrojen, metan, amonyak ve su buharıyla dolu. Güneş ışınları karbon, azot, oksijen atomlarını serbest bırakıyor, bunlar kendi aralarında ya da kükürt, fosfor gibi başka elementlerle birleşiyor... Örneğin karbondan hidrokarbürler oluşuyor... Milyonlarca yıl boyunca yağmur yağıyor. Yarıklarla, yanıcı gazlar püskürten volkanlarla dolu yeryüzüne yağıyor. Fırtınalar. Yıldırımlar. Uzun süre, gökyüzü organik maddeler de gönderiyor bize. En baştayız, başlangıçta. (A 360 - İnsan I). Bitkiler yok henüz - ne oksijen var, ne de karbon gazı. Su buharı atmosferde soğuyup yağmur olarak geri düşüyor. Yer kabuğu çatlıyor, küçük okyanuslar çıkıyor ortaya. Organik maddelerin birikimi yavaş yavaş “başlangıçtaki sıcak çorba" denen oluşumu yaratıyor.

(A 361 - İnsan II)
Manzara değişiyor biraz. Okyanus güneşin -her şeyin kaynağının- ışınlarına maruz kalıyor ve ultraviyolelerin etkisiyle organik özler çoğalıyor. Canlı organizmaların ortaya çıkışından önce... Oparin geçişi keşfediyor. (A 362 - İnsan III). ilkel dünyadaki gaz karışımının bir ateş topu olarak patlaması organik molekülleri doğuracak -zaten tamamlanmış organizmalar bunlar, hayattan önceki hayatı barındırıyorlar, korunmak, dayanmak, çoğalmak için tüm temel işlevleri hazırlamışlar. Beslenen, büyüyen, üreyen, bölünüp çoğalan moleküller. Ve bu moleküller karmaşık katışmaçlar halinde bitişiyor: Koaservatlar oluşuyor. Bu mikro-damlacıklar daha o aşamada birer birey. Korunmuş bir iç ortamları ve kendilerine has yapıları var... Hayat savaşı burada başlıyor... Kimileri ölüyor, kimileri -en sağlam olanları- dayanabiliyor... Suyla, glikoz ve amino asitle besleniyorlar. “Koaservat damlacıkları, diye yazıyor Oparin, daha sonra içinde bulundukları sulu çözeltinin organik bileşenlerini soğurdular, ağırlıkları ve hacimleri zorlu bir deneyimden geçerek büyüdü. Kimileri daha hızlı büyüdü, kimileri daha yavaş. Çoğalma hızı daha yüksek olan damlacıkların içkin yapısı giderek daha karmaşıklaşıyor ve beslenmeye, büyümeye giderek daha iyi uyum sağlıyordu. Milyonlarca yıl boyunca, damlacıkların yapısı değişkenlik gösteriyor ve kusursuzlaşıyordu. Daha basit yapıdaki damlacıklar parçalanıyor, daha kusursuz olanlar büyüyor, bölünerek çoğalıyordu. En nihayetinde, temel canlı varlıklar ortaya çıktı.” Ve hayat bir kez başladıktan sonra, geri dönüş yok artık! O dönemde görmezden gelinen kuram 1957 yılında, Amerikalı Stanley L. Miller’ın deneyiyle doğrulanıyor. Genç araştırmacı bir balonun içinde ilkel atmosferin simülasyonunu kurarak yıldırım etkisi yaratmak suretiyle elektrik boşalmasını sağlıyor. Böylece amino asitleri elde ediyor. Yani hayatın temelini. Les Origines de la vie (Hayatın Kökenleri) adlı yapıtında, Joel de Rosnay canlılarda bulunması zorunlu yirmi tür amino asit sıralıyor. “Bunlar sayesinde canlı maddenin temelindeki proteinler oluşur...”. Glisin, alanın, valin, lösin, izolösin, serin, treonin, aspartik asit, asparajin, glutamik asit, glutamin, lizin, arjinin, histidin, triptofan, fenilalanin, sistein, metionin, tirozin, prolin...

Mavi Gezegen Dünya

Dünya, mavi gezegen, coşkulu astronomların, uzayın ta derinliklerinden gelen yıldızların ışığını yakaladıkları yer.

Dünya, mavi gezegen, bir kozmonotun, kapsülünün lombozundan ona doğru baktığında çocukluğunun coğrafya derslerinden hatırladığı kıtaları görüp adlarını söylediği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir çirişotunun uluslararası sularda, bir kayanın üzerinde, yorgunluktan ölmüş bir göçmen kuşun bağırsaklarında filizlendiği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir diktatör, ailesiyle birlikte Noel’i kutlarken, ölülerin yakıldığı fırınlarda binlerce bedenin küle döndüğü yer.

Dünya, mavi gezegen, kutup deniz buzulundan büyük çatırtıyla kopan mavimsi bir buzdağının uzun okyanus yolculuğuna
başladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir banliyö garında, bir ailenin yirmi yıldır hapiste olan bir siyasal tutukluyu beklediği yer.

Dünya, mavi gezegen, Güneş’in her ilkbaharda karanlık ağaç altlarına çiçekleri getirdiği yer.

Dünya, mavi gezegen, on altı ailenin, yokluk içinde yaşayan kırk sekiz ülkeden daha fazla zenginliğe sahip olduğu yer.

Dünya, mavi gezegen, bir yetimin, bakıcıların kötü muamelelerinden kaçmak için üçüncü kattan atladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, geceleyin karanlık çöktüğünde bir duvarcının bütün gün sıra sıra yükselttiği tuğla duvara gururlanarak baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir korobaşının, yüzyıllar boyunca insanların yüreğine dokunacak bir kantatın son notalarını yazdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir annenin, köy eğlencesinde kocasına bulaşan Aids hastalığı yüzünden ölen çocuğunu kollarında taşıdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, yalnız bir denizcinin, şiddetle vuran dalgaların etkisiyle yıkılan büyük direğine baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir psikanalist divanında, bir adamın sessiz kaldığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir avcının yaralayıp bıraktığı bir karacanın çalılıkta can çekiştiği yer.

Dünya, mavi gezegen, rengârenk giysiler içinde bir kadının, bir Afrika pazarında tezgâhların üzerinde yeşil sebzelerini seçtiği yer.

Dünya, mavi gezegen, Samanyolu’nun çevresinde yirmi beşinci devrini tamamlayan bir Güneş’in çevresinde, dört milyar beş yüz elli altı milyonuncu turunu gerçekleştiren yer.

Hubert Reeves

Dawkıns & Krauss


Krauss:  Richard, 10 yıl önce yazdığın popüler bir kitap ve yaptığın konuşmada sana şu soruyu sormuştum: Bilimi anlatma ya da dini ortadan kaldırma seçeneğin olsaydı bazı açılardan hangisi
daha önemli olurdu?

Dawkins: Bence başa başlar, çünkü 'dini ortadan kaldırmak'
soruya olumsuz bir hava veriyor.  Bana göre bu olumlu bir şey.Bilim harikulade bir şey.
Bilim çok güzel bir şey. Din harikulade bir şey değil, güzel bir şey de. Din ayağımıza dolanıyor. Dinde yanlış olan daha pek çok şey var fakat ben en çok gerçekle, gerçeğin güzelliğiyle, gerçeğin şiirselliği olan bilimle ve dinin bilimsel bir açıklama gibi görülmesiyle ilgileniyorum. Rakip bir bilimsel açıklama,ama fazlasıyla ruhsuz, fazlasıylasıkıcı ve fazlasıyla değersiz.

Krauss: Hatalı da.

Dawkins: Evet, hatalı.

Krauss: O zaman biraz daha önemli.

Dawkins: Evet, daha önemli olan bu.


Krauss: Galiba seninle aynı düşünüyorum. İnsanların evrenin nasıl işlediğini anlamalarını istiyorum. Laf aramızda, deneysel kanıt kabul etmemiz gereken bir şey olduğuna işaret ettiğinde sonuç olarak bu da bilim ve din arasındaki başka bir uyuşmazlığı yaratmaz mı? Bunu 'bu efsaneye ve peri masalına inanamam' diyerek bir kenara bıraksak bile bizi başka türden sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Yani o kadar da masum değil. Kaçınılmaz olarak gerçek dünyayla yüz yüze gelmemiz gerekiyor. Kaçınılmaz olarak kötü kararlar alıyoruz. 

Dawkins: Eğer insanları buna inandırabilirsek insanları evrimin gerçek olduğuna ikna etmek daha kolay olur, çünkü evrimin çok güçlü kanıtları var. Onlara bir kez evrimin kanıtlarından bahsettiğinizde 'Ah, tamam öyleyse. Tanrı'ya inanmak buraya kadarmış.' diyeceklerdir.

The Unbelievers (2013)
CLXXXIII

İyi dindar sevdiği, değer verdiği inançsız tanıdığını imanına çağırıyor, onu ikna etmeye çalışıyor. Israr etmiyor ama, durmayı biliyor. İyi agnostik, iyi tanrıtanımaz sevdiği, değer verdiği dindar tanıdığını anlama çabası veriyor, onu yolundan döndürmeye ya da şüpheye düşürmeye niyetlenmiyor. “İyi”lerden sözediyorum, çünkü “kötü”leri üzerlerinde düşünülmeye değer bulmakla birlikte, sevmiyorum. “İyi” oluşun bir sınırı var demek. Hem de nasıl var.

Ailemde inançsız kimse yoktu. Ortaöğrenim yıllarımı, inanç eksenli bir okulda geçirdim. En yakın dostlarımdan biri, kırk yılı aşkın süredir sevgi ve saygıyla bağlı kaldığım Leslie Anagnan, akıllı ve derin bir mümin. Yoluma beni Tanrı fikrinden, imandan uzaklaştıracak herhangi bir insan çıkmaksızın, çok genç yaşta inancımı yitirdim, o gün bugün öyle yaşadım, yaşıyorum. Beni tanıyanlar, yazdıklarımı okuyanlar, dinlere karşı ama kültürlerine yakından meraklı, iyi dindarlara gerçekten saygılı olduğumu görmüşlerdir sanıyorum.

Şunu anladım, yılların içinde: İyi agnostikin iyi inanç sahibini anlaması daha kolay da, tersi olanaksız. Terbiyeleri gereği anlayış gösteriyorlar, bir noktadan önce ya da sonra zorlamıyorlar karşılarındakini, ama anlamıyorlar: İnanç, doğası gereği, inançsızlığı anlama yetisinin gelişmesine engel.

Son, Cahit Koytak’la kısa yazışmamızda gördüm bunu. Nereye tutunabileceğimi soruyor gibiydi satır aralarında. Hiçbir yere: Bizim gibiler, bir boşluğun ortasında ağır ağır düştüklerinin farkındadır.

Şehir Meydanında
 Fıçı Yuvarlamak

The Big Question: Why Are We Here

İnsan ırkı evrenin harikalarından biridir. Benzersiz olabiliriz. Dikkate şayan özelliklerimizin
tümünün içinden birisi öne çıkıyor. Bu da, ara vermeksizin; neden buradayız, hayatın amacı ne gibi soruların cazibesine dayanamamamızdır. Geçmişin büyük medeniyet ve kültürleri hiç biri de tatmin edici olmayan çeşitli cevaplarla ortaya çıktılar. Çünkü hakkıyla araştırıImış olmaktan çok, üretilmişlerdi. Peki bilim, daha iyi bir şeyle ortaya çıkabilir mi? Ben öyle düşünüyorum.


Kulağa küstahça gelebilir. Ama ben inanıyorum ki, bize neden burada olduğumuzu bilim söyleyebilir. İnsan varlığının amacını söyleyebilir. Cevap, iyimser ve ilham verici bir cevap. Neden buradayız? İnsan varlığının 5000 yıIının çoğunda neden burada olduğumuz sorusunu yanıtlamayı beceremedik. Sadece 150 yıI önce, bilim ilk kez bir yanıt bulmaya çalıştı. 1859'da, Charles Darwin,
dünyayı değiştiren bir kitap yayınladı.Türlerin kökeni'ni Darwin ilk kez yayınlamaya cesaret ettiğinde kitap çağının dini kurumlarını şok etti. Victoria dönemi insanları, hoş karşılanmayan ilişkilerin tamamen yeni bir kümesi ile yüzleşmek zorundaydı. Şimdi bunu atlattık. Maymundan geldiğimizi,
maymun olduğumuzu çoğumuzun, çocuklarına öğretmekte bir sorunu yok. Ama inanıyorum ki Darwin'in gözümüzün korkutulmasına müsaade edersek bize korkutucu olabilecek başka bir mesajı var, ama eğer onunla yüzleşme cesaretimiz varsa, heyecanlı ve coşkunluk verici. Darwin, sadece nasıl var olduğumuz sorusuna cevap vermedi, inanıyorum ki teorisi; neden varız, hayatın amacı ne, nihai sorularına büyük olasılıkla şimdiye kadarki tek cevabı da veriyor.

Richard Dawkins



Umut

Çağımızın felaketini hazırlayan üç büyük etken var. Bunlar şöyle özetlenebilir:

- İnsan beyninin olağanüstü düzeyde etkili olması,

- Dünya nüfusunun giderek artıyor olması,

- Gezegenimizin boyutlarının sınırlı olması.

İkinci etken birinciyle bağlantılı. Milattan önce sekizinci bin yıldan itibaren tarımın icadı, tıpkı çok daha sonra, geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleşen sanayi buluşları gibi dünya nüfusunun artmasında etkili olmuştur.

Son birkaç on yıldır birlikte ağırlık kazanan bu iki etken, yani tekniklerin gelişmesi ve buna paralel olarak nüfusun artması, üçüncü etkenle, yani gezegenimizin sınırlı alanlarında kaynaklarının da sınırlı olması etkeniyle karşılaşıyor.

“Biz diğerleri, ey uygarlıklar, şimdi biliyoruz ki, biz de ölümlüymüşüz,” diye yazmıştı Paul Valery, birkaç bin yıl önce Asur ve Babil İmparatorluklarının, ardından da Roma ve Mısır İmparatorluklarının yıkılmasından sonra İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın da çöktüğünü gördüğünde. Bugün de bizler şaşkınlıkla şunu fark ediyoruz ki, insanların Dünya üzerindeki imparatorluğu da gün gelir, sona erebilir.

Öyleyse, biyolojik evrimin en yüce türü olmak -ki bunu benimsemeye dünden razıyız!- ve kendimizi öyle görüp de binlerce türü maruz bıraktığımız yok olma tehdidinin dışında kalmak şöyle dursun, bu türlerle aynı yazgıyı paylaşacağımızı, dahası bunun için elimizden geleni yaptığımızı görüyoruz bugün...

Böylesine küçük bir gezegende bir tür -bizim türümüz- yok olmuş, kimin umurunda? Yok olmamız kozmos ölçeğinde ne ifade eder ki? Her biri içinde yüz milyarlarca yıldız ve gezegeni barındıran yüz milyarlarca galaksinin doldurduğu koca evrende, küçük bir öyküden başka nedir insanlığın tarihi? “Doğa” tek bir gözyaşı damlası dökmeyecektir bu durum karşısında... 

Bambaşka bir görüşü ortaya koymak istiyorum şimdi. Bu sorunu kozmik bağlamında yeniden ele almak için zamanda geri gidelim. Gökbilim alanındaki çalışmaları, kozmik kökenlerimiz hakkında bize pek çok bilgi vermektedir. Evrenin tarihi, Big Bang’den hemen sonraki ilk anların kızgın ve benzeşik karışımdan itibaren karmaşıklığın ortaya çıkışı olarak özetlenebilir. Soğuma sırasında ve doğal güçlerin etkisiyle partiküller, yeni özellikler taşıyan yapılar oluşturmak üzere birleşmeye başlar.

Böylece tarihlendirebileceğimiz anlarda birtakım yeni sistem parçaları oluşur: nükleonlar, atom çekirdekleri, atomlar, moleküller ve gezegenimizde -ve belki başka yerde de- canlı hücreler, biyolojik organizmalar, ekosistemler... Her sistem, çevresindekilerle çeşitli etkileşimlere giren birtakım öğelerden meydana gelir ve bu öğelerin birleşiminden doğan yeni birtakım özellikler taşır.

Home (2009, Yann Arthur Bertrrand)


Dünya’da biyosferde beliren bu özellikler, biyolojik evrim sırasında, önemi özellikle beslenme ve yaşamda kalma sorunları ortaya çıktığında anlaşılan çok değerli birtakım uyum sağlama avantajları getirir. Bu açıdan bakıldığında, biz insanlar, fiziksel yapımız bakımından iyi korunuyor sayılmayız (kaplumbağalar gibi bir zırh taşımayız sırtımızda, büyük kediler gibi keskin pençelerimiz yoktur, yabanarıları gibi iğnemiz, kaçmak için kanatlarımız da yoktur...). Peki nasıl kalabildik yaşamda? Zekamız, beynimizin milyarlarca nöronunun birleşmesinden meydana gelen o olağanüstü özellik sayesinde.

İnsan beyni, durmaksızın kusursuzlaştırdığı birtakım teknikler geliştirerek, yaşamını sürdürmekle yetinmeyip başka olağanüstü etkinlikler de yarattı. Sanat, müzik, resim, yazın yaratımlarının muhteşem ürünleri de, büyük ve küçük bütün boyutlarında kozmos hakkındaki bilimsel bilgilerin geniş yelpazesi de insan dehasının işleridir. Başka hiçbir tür Ay’a ayak basmadı, hiçbiri Satürn’ün üstünde uçmadı, maddeyi yöneten yasaları ve evrenin tarihini keşfetmedi. Yerimizi martılara, farelere ya da böceklere bırakırsak, kültürümüzün onca muhteşem ürünü ne olacak?

İşte tüm bu görkemli hazineler yok olacak insanlık yok olursa... Demek ki, böylesine büyük bir zihinsel güce erişebiliyor olma fırsatı, bunu elinde bulunduranın yok olma riskini de taşıyor beraberinde. O zaman zekânın zehirli bir armağan olduğu fikri de doğrulanmış oluyor.

“Ama tehlike neredeyse, tehlikeden kurtaracak şey de orada olgunlaşır,” diye yazmıştı Alman ozan Hölderlin.

İnsan duyarlılığındaki gelişmeyi gördükçe umut parıltıları beliriyor zihnimde. Amerikan göçmen güvercinlerinin ve büyük penguenlerin uğradığı katliam karşısındaki genel kayıtsızlık bugün düşünülemez bile. Yaşama duyduğumuz saygı giderek artıyor, bu da bugün yaşadığımız krizin bilincine varmaya ve birtakım olumlu girişimlerde bulunmaya itiyor bizi. İnsanlardan yabanıl hayvan ve bitkilere kadar her yaşayanı korumaya yönelik birtakım hareketlerin doğduğuna tanık oluyoruz. Ozon tabakasını korumak, yağmurlardaki asit oranını düşürmek, doğal dengeleri biraz olsun yeniden kurmak için uygulamaya konan kurtarıcı kararlara değindim daha önce.

İnsancıllaşmak ya da yok olmak: Karşı karşıya olduğumuz durumu ancak böyle koyabiliriz ortaya. Altıncı yok oluş dönemi, bizi önüne geçilmez bir yok oluşa sürükleyecek bir kayıtsızlıkla değil, bugün feda ettiğimiz türleri katletmekten vazgeçmeye karar vererek, bizi günün birinde yok olmuş türler listesinde yer almaktan kurtaracak sağlam bir tepkiyle son bulabilir pekala. O zaman daha da ileriye, yıldızların ve galaksilerin arasına gider, evreni keşfederiz. Kültürümüzü koruyup zenginleştirir, sanat yapıtlarını sanatın her dalında çoğaltarak dünyayı güzelleştiririz. Belki de -kim bilir- bir gün dünya dışı uygarlıkların kültürlerinden yararlanırız.

“Umut, kuşkusuz hâlâ burada ve kısık sesle şarkı söylüyor,” demişti bize Paul Valery.

Hubert Reeves
Dawkins & Krauss


Bu iki adamın bilimsel dünya görüşünü destekleyerek yaptıkları çok değerli, çünkü bu insanlığı insanlık kılan şeyin bir parçası. (Werner Herzog)

Evrende Yalnız mıyız?

"Sağduyu”

Her biri yaklaşık yüz milyar yıldız içeren en az yüz milyar galaksiden oluşan bu koca evrende, başka yıldızların çevresinde dönen başka gezegenlerde yaşam yok mu? Peki varsa: Bu gezegenlerde yaşayan organizmaların evrimi sırasında akıl ve bilinç ortaya çıkmadı mı? Şunu içtenlikle kabul etmeliyiz ki, bu konuda büsbütün cahiliz. Hiçbir gözlem verisi, Dünya’dan başka yerde yaşamın olduğunu kesin olarak söylememize izin vermiyor. En iyi cihazlarla (binlerce ışık yılı uzaklıktaki kaynaklardan gelen sinyalleri alabilecek kapasitede cihazlar) saatlerce yapılan onca dinlemeye karşın radyoteleskoplarımız hiçbir mesaj almadı, “küçük yeşil adamlar”ın dünyaya ayak basışını anlatan hiçbir hikâye yaygınlaşmak için gerekli inandırıcılık eşiğini aşamadı daha. Yeni gökbilimsel araştırma programları sayesinde, önümüzdeki birkaç on yıl içinde, bu sorulara bir cevap alabileceğiz. Ama şimdilik, bu konuda hiçbir kesin bilgimiz olmadığını kabul etmemiz gerek.

Yine de bu, bizim kurgu yapmamıza engel değil... Dünya dışı yaşamın çok büyük olasılıkla varolduğunu söylemez miyiz? Evrende en az bir kez yaşamın ortaya çıktığı (bizde!) gerçeğinden hareketle, kimilerinin ileri sürdüğü gibi, onca olası yer varken yaşamın yalnızca bir yerde olması usa aykırı değil mi?

İyi ama “sağduyu”, “mantıksal çıkarım” ve olasılık gibi alışılmış popüler dayanaklar bu bağlamda kullanılabilir mi? Bu tür dayanaklar birtakım güçlükler içerir; öncelikle kabul etmeliyiz ki, “sağduyu” kavramı insani bir kavramdır ve alabildiğine özneldir; dolayısıyla, buna dayalı her tür çıkarım ister istemez görece bir değer taşıyacak, herkese yaygınlaştırılamayacaktır. Dahası evrenin “usa uygun” olmak gibi bir derdi de yok! O neyse o; bizim usumuz ona uyum sağlamalı...

İkinci güçlük, olasılık kavramının kullanımından ileri geliyor. Bu kavram, ancak bütün seçenekleri bilinen bir durumda geçerlilik kazanabilir. Mesela kumarhanede zar atan bir oyuncu, bir “üç” elde etme olasılığını hesaplayabilir, çünkü attığı zarın altı yüzü vardır. Bu durumda, bir üç elde etme olasılığı altıda birdir. Ama kaç yüzü olduğunu söylemediğiniz bir zar verirseniz ona, olasılık hesabını yapması olanaksızlaşır. Temel bir bilgiden -atışının olası sonuçlarının sayısından- yoksun kalır böyle bir durumda. Öyleyse Dünya’da cansız maddeden canlı maddeye geçişe olanak sağlayan süreçlerin tamamını ve nasıl işlediklerini şimdilik tam olarak bilemediğimiz için, herhangi bir başka gezegen ortamında yaşamın ortaya çıkma olasılığını hesaplamayı bir yana bırakmalıyız.

Evrenin boyutu ve üzerinde yaşanabilecek gezegenlerin sayısı ne olursa olsun, yaşamın Dünya’da ortaya çıkmış olması, evrende başka yerde de varolma olasılığı hakkında hiçbir bilgi vermez bize.

*
Hubert Reeves
Gökyüzüne ve Yaşama
 İlişkin Yazılar


 Üç Pencere Yaklaşımı


Büyük teleskopların gözlemleri sayesinde, evrenimizin keşfinde hızla ilerliyoruz. Özellikle de, kozmosun bir özelliğine ilişkin bulduklarımız karşısında büyük bir şaşkınlık duyuyoruz: Onun devasa benzeşikliği. Bizden milyarlarca ışık yılı uzağa kadar maddenin görünümünde ve davranışında büyük benzerlikler ortaya çıkıyor. Hemen her yerde büyük ölçüde —ama bütünüyle değil- aynı. Hem büyük yapılar düzeyinde (galaksiler, bulutumsular, yıldızlar) hem de küçük yapılar düzeyinde (moleküller, atomlar, temel partiküller). Maddeyi yöneten yasalar da her yerde aynı.
Gökbilimsel görüntülemeyle dünyayı, “büyük pencere” diye adlandırabileceğimiz yerden gözlemleyebiliyoruz. Evrenin bir tür takımada olduğunu, galaksilerin de bu takımadayı meydana getiren adalar olduğunu görüyoruz. Biçimlerine göre gruplandırıyoruz galaksileri: Spiral, eliptik, düzensiz... Evrenin yaşı ilerledikçe bu biçimler de değişiyor tabii. Sonra galaksilerde bir sürü yıldız görüyoruz; bunları da sıcaklıklarına, renklerine ve başka parametrelere göre sınıflandırıyoruz. Ama bir galaksiden ötekine yıldızlar büyük benzerlikler gösteriyor.

Spektroskoplar aracılığıyla yıldızların ışığını inceleyerek açtığımız “küçük pencereden” de atom ve molekülleri gözlemleyip listeleyebiliyoruz. Sonuç dikkat çekici: Her yerde aynı atomları buluyoruz; dünyamızdaki fizik laboratuvarlarındakilerle aynı atomlar! Dünya’da bulamadığımız hiçbir atomun varlığını saptamadık gökte, en azından kozmosun gözlemlenebilir sınırları içinde (helyum hariç, onu önce Güneş’te bulduk, daha sonra Dünya’da).

Aynı şekilde, radyoastronomi de galaksimizde, başka birçok komşu galakside olduğu gibi, kimyacılarımızın yakından bildiği yıldızlar arası moleküllerin varlığını gösterdi. Çarpıcı bir bulgu: İçinde üç ya da dörtten fazla atom bulunan bütün moleküller -bazılarının yüz atomu var- önemli sayıda karbon atomu içeriyor. Öyleyse karbon, Dünya’da da gökte de molekül mimarilerinin favori elementi galiba.

Geriye, üçüncü pencereden, yani atomlar ile galaksiler arasındaki ara boyutlardaki yapılara açılan pencereden yapabileceğimiz gözlemler kalıyor. Başka deyişle, virüslerden balinalara kadar yaşayan organizmaları gösteren pencere. Ancak bu pencere hala bize kapalı, yaşamın bizim gezegenimizden başka yerde de olup olmadığını bugün bilemiyor olmamızın nedeni de bu zaten. İddialı uzay araştırma programları sayesinde çok geçmeden açılır belki bu pencere de!

Yine de küçük ve büyük pencereden yapılan gözlemlerin sonuçları kabul edilebilir bir dayanak koyuyor ortaya: Kozmik benzeşiklik dayanağı. Biraz daha açıklayalım: Gerek makro yapılarda gerekse de mikro yapılarda gözlemlenen büyük benzerlikler dikkate alındığında, ara yapıların da Dünya’da bize tanıdık olan yapılarla birtakım benzerlikler gösterdiği varsayılabilir. Farklı yaşam biçimleri, eğer varsa, kuşkusuz büyük bir çeşitliliği ortaya çıkartacaktır (tıpkı Dünya’da olduğu gibi), ama çok sayıda ortak özellik de içerecektir. Canlıların her koşulda yaşamın gereklerine bağlı zorunlulukları yerine getiriyor olmaları, bu önermeyi destekler zaten; tüm canlılar enerji tüketmek, rekabet etmek, üremek, vb. zorundadır.

Yapıların benzeşikliğini ortaya koyan bu dayanak, dünya dışında yaşam olduğu iddiasını destekleme konusunda ne işe yarar? Bana kalırsa, böyle bir şey ancak esin verir, o kadar. Konunun daha çok tartışılacak yönü var...

*
Hubert Reeves
Gökyüzüne ve Yaşama
 İlişkin Yazılar

Lawrence Krauss: Yoktan Var Olan Evren (A Universe From Nothing)

Yüksel Arslan

“Özgürlük kavgasında yalnız nöbetçi," der Heine bir vasiyet-şiirde. "Yalnız yaşadım." diye kabullenir Benn. Schwitters de: ‘Hayatım boyunca her şeyi yalnız yaptım." demiştir. Buna karşın, kendi yalnızlığında ve onların büyük yalnızlıklarında, Arslan’ın açığa vurduğu şey kardeşçe bir topluluğa aidiyettir... Arture'lerini bana gösterirken, onlarda onun sesinin yankılarını duymak, aklının yansımalarını görmek daha da derinden etkiliyor beni. Arslan bu büyük ustaların her birinde sanatının yankısını buluyor. Pascal'in "insan araştırması'nda da. Tsvetayeva'nın "dünyanın başlangıcından sonuna aynı" ozanında da, Heine'nin bireyinin evrenselliğinde de kendini buluyor o... Ondan yaşça büyük olanların desteğine ihtiyaç duyuyor sanki ve alçakgönüllülükle kendini bu topluluğun arasına konumlandırıyor.

Tek amacı onların sözlerini derleyip toplamak değil, kendi benliğinin derinliklerini, ulaşılmaz gizlerini de dışavurmak istiyor. Ruhuna, bedenine, kanına işlemiş bir tutku bu bir yandan. Bir yandan da vazgeçilmez bir minnet duygusu. Ve bir de orada, insan düzeyinde, en sonunda sesinin duyulduğunu ve kabul edildiğini bilmek var işin içinde... Gottfried Benn'in hayatının sonunda ileri sürdüğü şeyden pek de farklı değil aslında: "Aslında yalnızca sanatçılarla konuşabilir insan."
"Bir düşünürü okuduğunda." diyor Arslan. "ister eskilerden, isterse aynı yüzyıldan olsun, onda kendi düşünceni bulursun. Bir ozan için de aynı şey geçerli. O bir dosttur, çünkü aynı şeyi düşünüyorsunuzdur. Yeryüzünde yalnız hissetmezsin kendini. Böylece Antikçağ'dan şimdiye dostlar edinirsin. 'Etkilerime şöyle bir göz atıldığında, can dostların listesi görülecektir!"

Jaques Vallet

A 631: Henry David Thoreau



Henry David Thoreau üstüne uzunca bir 'not' hazırladım (A 631), sonra da yeni bir arture yaptım (A 636), kısa bir süre önce bitirdim onu. Çok basit, her gün Walser gibi yürüyüş yapıyormuş. Özellikle yabani otları, yabancı otları yeğliyormuş. Kimse sevmez onları, köylüler bile sevmez. Biraz farklı biriymiş. Benim için, yaşama şekli ve söylediği şeyler önemli. Köleliğe karşı mücadelesi ve 'sivil itaatsizlik' kitabı. Son arture için, gezintilerimde bulabildiğim tüm yabani otları topladım, desenlerini çizmek için çiçekleri bardaklara koydum... Harika bir şey bu. Özümde, böyleyim işte. Yeni bir hayatöyküsü okudum: Henry Thoreau, Yeni Dünyaya Uyanan Olmak (Gilles Farcet). Defterime sayfalarca not aldım.

Arture'lerin hazırlık aşaması bu. Birini sevdim mi, Fransızcada onunla ilgili bulabildiğim her şeyi okuyorum. Arture'lerimi bunun içinde hazırlıyorum. Kimi kez, işin içinden çıkamıyorsun, birini fazla seviyorsun, elinden hiçbir şey gelmiyor. Şurada, Thoreau'nun portresini betimliyorum, bir ırmakla birlikte küçük bir manzara... ayrıca onun karşı çıkışlarından bazılarını. Örneğin uykuya karşı cephe alıyor: ‘Ahlaki reform, uykudan kurtulmaya çaba göstermeyi gerektirir. Uyanmayı ve uyanık kalmayı öğrenmemiz gerek.' Sonra da benim için önemli olan şeyi not ettim.'


"Başım hem el hem ayak. En iyi özelliklerimin hepsinin onda toplandığını hissediyorum. İçten içe başımın toprak kazıcı bir organ olduğunu düşünüyorum, tıpkı bazı varlıkların somaklarını ve ön ayaklarını kullandıkları gibi kullanıyorum onu, bu tepelerde üstünden geçtiğim yerleri başımla kazmak, eşelemek isterdim." (H. D. Thoreau)

"...kendi adıma, her yazardan er ya da geç kendi hayatı üstüne yalın ve içten bir anlatı bekliyorum, büyük bir saflıkla öteki insanların hayatına ilişkin bir şeyler söylemesini değil." (H. D. Thoreau)

"Kenti gördükçe daha az seviyorum. Onu izleyen gözlerimden utanıyorum, hayal ettiğimden bin kat daha aşağılıkmış meğer. " (H. D. Thoreau)

(...) 

"Sokaktaki domuzlar nüfusun en saygın kesimi. Bir milyon insanın tek bir insanla karşılaştırıldığında hiçbir öneminin olmadığını dünya ne zaman anlayacak?" (H. D. Thoreau)

Yeni Etkiler

Yunan siniklerini, Sinoplu Diogenes'i keşfettim, o ünlü Diogenes’in yazdıklarını bilmiyoruz ama onunla ilgili birçok öykü ve söylenti derlemeciler, özellikle de Diogenes Laertius sayesinde bize kadar ulaşmış... Tam onlarla eğlenmeye başlamıştım ki Nietzsche cehenneminde buluverdim kendimi. Torino'da, kötü muamele gören bir atın karşısındaki 'çöküşünü biliyordum, ama hayatının son bölümüne, deliliğine ilişkin başka kitaplar okudum. Ayrıntıları bilmiyordum, örneğin onu Basel'e götürmek için Torino'ya gelen arkadaşlarından birinin, Franz Overbeck'ın anılarını okudum. Nietzsche o dönemde Strindberg'le yazışıyor, ona tamamen deli işi mektuplar yolluyormuş... Diyeceğim, yine delilikle ilgilendim. Giacomo Leopardi'nin, Schopenhauer’in, Hölderlin'in, Strindberg'ln. Robert Walser‘in sonsuz cehennemlerine daldım, pek tanımadığım Alman romantikleriyle ilgilendim: Heinrich von Kleist'la, Nıkaolous Lenau'yla, Reınhold Lenz'le, Georg Büchner'le, Novalis'le, aynı zamanda Kıerkegaard'la ve Torquato Tasso'yla... Sıkıntılar, daralmalar, intiharlar, korkunç hastalıklar... Kant, Maupassant. Cesare Pavese, Karl Kraus. Walter Benjamin, Bruno Schultz... Ve Blaise Pascal... Pascal Şöyle yazıyor: ‘Soyut bilimleri inceleyerek çok zaman geçirmiş, ama onlarla iletişim kurmakta zorlanmaktan yılmıştım. Ne zaman ki, insanı incelemeye başladım, o soyut bilimlerin insana özgü olmadığını ve içlerine daldıkça onları bilmeyenlerden daha fazla kendimden uzaklaştığımı fark ettim.’ Ona gore. insan ‘anlaşılmaz bir canavardır'. Evet, asıl sözcük bu: canavar! Thomas Bernhard da tüm bunların üstüne tüy dikti!"

Yüksel Arslan

Autoartures XXI (Fernando Pessoa)


Autoartures XX (Pessoas)


Arture 547,548,599: Fernando Pessoa


Otuz beş yıldır ayrılmadım Fransa'dan! Çalışma masamdan, defterlerimle kitaplarımdan ayrılmam kesinlikle olanaksız! Buna rağmen, dostumuz Pessoa'yı yirmi yıl sonra tekrar ziyaret etmeye karar verdim. Heybemi onun kitaplarıyla doldurup Lizbon'un yolunu tuttum. Olağanüstüydü!




Şölen üstüne şölen! Diyalog üstüne diyalog! Şimdi diyeceksin ki: 'Hepsini anlat bana! Hadi anlat! Acele et, hiçbir şeyi atlama, her ayrıntıyı istiyorum!" Sabırlı ol, gözlerini iyice aç, işte Lizbon’a ayak bastığım andan itibaren olup bitenler:

[...] Kimi metaforlar sokakta yürüyen insanlardan daha sahici. Kimi imgeler, kimi kitapların bitiminde, birçok kadından, birçok adamdan daha belirgin bir biçimde yaşıyor. Kimi edebi cümlelerin kesinlikle insani bir kişiliği var. Kaleme aldığım sayfalarda beni dehşetten donduran yüz hatlarına rastlıyorum, öyle insan görünüyorlar bana, öylece seçiliyorlar odamın duvarlarında, gece karanlıkta... (...) Yaşadığım gibi öleceğim, derme çatma bir kenar mahallede, her türlü döküntünün post-scriptum'ları arasında vücuda gelmiş o yerde. (...) Yaşamayı göze almaktansa yazmak daha iyidir, güneş varolduğu ve muzlar satıldığı sürece, yaşamak güneşte muz satın almaya indirgenmiş olsa da. (...) Olanaksız manzaralarımı ele geçirseydim eğer, olanaksızlardan ne kalırdı ki geriye? (...) Bugünlerde, parklarla, bahçelerin tadını çıkarıyorum doya doya. Bu kent bahçelerinin cevherinde nasıl bir sefalet, nasıl bir tuhaflık saklı bilmem, ancak kendimi iyi algılayamadığım zamanlarda algılayabiliyorum onu. Parklar birer kafes benim için, orada ağaçlarla çiçeklerin rengârenk oyunları içinde tam da tutunamamaya yetecek kadar yerleri var, kendilerine ait bir yerleri oradan çıkamamaları için, güzellikleriyse tam manasıyla hayattan yoksun oldukları için var. (...) Penceremden sarktığımda, görmeden baktığım sokağın tepesine tünemiş penceremden, pislik temizlemeye yarayan, kuruması için pencerelere asılan, sonra orada unutulan şu nemli bezlerden biri gibi hissettim aniden. (...) Uçsuz bucaksızca yalnız olmak ne iyi! Kendine çok yüksek sesle bir şeyler anlatmak, göze çarpan hiçbir şey olmadan dolanıp durmak, dalmak, iskemlede geriye kaykılmak, hiçbir çağrının bölemediği bir hayal içinde! O vakit uçsuz bucaksız bir çayırlık olur ev, bir oda koca bir parkın boyutlarına erişir (...]


Uyumuyorum, uyumayı umut etmiyorum.
Ölümde bile, umut etmiyorum uyumayı.

A 545, 597, 618: Robert Walser



Walseries:  Her yıl Walser'in yeni bir yapıtının yayımlanmasını bekliyorum. Yeni bir yapıtını bulduğumda son derece mutlu oluyorum, çok heyecanlanıyorum. Bir imge canlanıyor kafamda. Bir sarsıntı gerek. Aktarılan küçücük bir sözcük, bir tümce, bir öykücük yetiyor... 0 an, bir arture yapıyorum... Bir tür kutlama bu. İsviçreli bir yayıncıdan (Zoe) üç ciltlik bir yapıtı çıktı yakınlarda: Ozanın Hayatı, Şiirleri ve Düzyazı Parçaları... Bir ozandı o. Ağaçlar yüreğine su serpmek için konuşuyorlar onunla:

Hayır, şu ölümlü dünyada her şeyin acımasız, sahte ve kötü olduğu gibi üzücü bir düşünceye kaptırmaya hakkın yok kendini. Daha sık gel bizi görmeye; orman senin iyiliğini istiyor. Sık sık ormana gelmek sağlık ve dinginlik getirecek sana, daha yüce ve daha güzel düşüncelere sürükleyecek seni.'


Düğmesine sesleniyor dostça:

-A benim sevgili düğmeciğim. sanırım yedi yıldan fazla bir süredir, içtenlikle, sabırla ve sadakatle hizmet ettiğin kişi sana ne kadar minnet duysa, seni ne kadar tebrik etse az (...)'

Aynı zamanda bir ozana çatıyor:

Saldıran bir şey yok sana, her türlü sıkıntıdan uzaksın. Kaygı nedir bilmiyorsun (...) Gerçek değilsin, seni gidi aptal, duyarsız hıyarağanın tekisin (...) Kendi değerin üstüne olmadık hayaller kuracaksın. (...) Eleştiriye tanık olmadığın için, kendini örnek bir adam sanıyorsun. Ah şu güzelim erkeklik! (...)'


İlk kitapları Almanya'da basılıyor, hayranlan arasında genç F. Kafka. M. Brod vb gibi isimleri sayabiliriz. İsviçre'ye döndüğünde, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışmış, bir de üstüne, "sesler duyuyor". Bunu bir psikiyatrın karşısına geçip itiraf etmenin (psikiyatr ise Dr. Morgenthaler, A. Wölfli üstüne bir kitabı var), tımarhaneye yatış belgesini imzalamaktan farkı yok.

Benimkisi tanımlanması zor bir kafa hastalığı. Tedavisi yok gibi görünüyor, ama hoşuma giden şeyi düşünmemi engellemiyor (...) ya da insanlara karşı kibar olmamı ya da hayata dair şeyleri takdir etmemi, örneğin iyi bir yemeği [...).

0 donemde, beceriksiz birkaç intihar girişiminde bulunuyor:

Ama doğru düzgün bir düğüm atmaktan bile âcizdim. Sonunda, kız kardeşim Lisa beni Waldau akıl hastanesine götürdü. Daha kapıdan girerken şöyle dedim ona: 'Uygun olan neyse onu yapıyoruz değil mi?' Sessizliği çok şey anlatıyordu. İçeri girmekten başka ne yapabilirdim ki?

Ne mi yapıyor, gezintilere çıkıyor:

Bu gezintide sahiden de Hölderlin'vari bir duruluk ve güzellik var.
(...)


Sevdiği şairlerle düşünürlerden söz ederken, kendini anlatıyor aslında:

Nietzsche: Tek bir kadının bile onu sevmemiş olmasının intikamını aldı. Kendisi de aşk aczine düştü. Onlarca felsefi sistem şudur hepi topu: Tadılmamış hazların intikamını almanın bir yolu!

Strındberg'e gelince, kadınlar ondan intikam almaktan şehvetli bir haz alıyordu. Kadınları yok etmek istemiş ve en sonunda onlar tarafından yok edilmişti. Bir şair, aşksız kalınca öcünü almadan yaşayıp işe koyulamazdı.

Ve yollara düşüyor, kilometrelerce kilometrelerce yol tepiyor!

Gezginin tabanlarında her türlü görüş ve fikir bir muammayla dolanır durur; öyle ki ciddiyetle, dikkatle sürdürdüğü yürüyüşünün ortasında, durup kulak kabartmak zorunda kalır, çünkü tuhaf izlenimlerin ve düşünce gücünün istilasına uğrayıp şaşkına dönünce, kamaşmış şair ve düşünür gözlerinin önünde koca bir uçurum açılırken, bir anda o olağanüstü toprağa gömülme hissine kapılır. Önceden hayat dolu olan kollarıyla bacakları donmuş gibidir. Ülkelerle insanlar, seslerle renkler, yüzlerle siluetler, bulutlarla günışığı. her şey dayanıksız hayaletler gibi döner çevresinde: şöyle sorar kendine: Neredeyim ben? (...)

Şurada, burada, büyülenmiş gibi öylece kalakaldığımda, ve bulunduğum toprakları sessiz, dikkatli, uzunca bir bakışla kavradığımda, şöyle garip bir şey oldu: Bu güzelim dış gerçeklik de bana bakıyordu. Görünürün gözünde görünür olmak çok tuhaftı, etrafımda gördüğüm her şeyin kendi etrafını görecek gözleri olduğunu fark etmek de öyle. (...] Ara vermeksizin incelerken, ben de İncelenmekte olduğumu, dikkatle gözlemlendiğimi görüyordum. (...) Şaşırdığım vakit, belki ben de bir şaşkınlık konusu oluyordum (...) Bu toprakların ve binlerce güzelliğinin gözleri vardı, bu da beni tatmin ediyordu.

A 541


A 537, 538, 539, : Schopenhauer, Leopardi

Bu aleme, 'sıkıntılar, buhranlar, melankoliler" cehennemine dalmayı hiç beklemiyordum. Yeterli diyemem ama. Kierkegaard okumuşluğum vardır. Leopardi okumamı da dostum J. Vallet önermişti. Bu “kötümserler" dünyasına bir kez adım attıktan sonra gönüllü tutsağı oldum oranın, özellikle de Leopardi ve Schopenhauer'in! Beni bilirsin. Leopardi ve Schopenhauer'in tamamını okudum tabii ki, ve "hayatı ve yapıtları üstüne diyorlar ya, böyle toplam da hemen hemen hepsini bitirdim. Kendimi öldürmediysem eğer, sen de göreceksin, 'kara mizah'larını dayanak aldığım içindir.



Ne büyük ve ne olağanüstüdür gülüşün kudreti: Kimse sakınamaz ondan kendini, ve gülme cesareti olan kişi dünyanın efendisidir, her an ölmeye hazır olan insan gibi. (Leopardi)

Anlaşılmaz ya da sıkıcı olmadan, çok ciddi bir biçimde felsefe yapmanın yolu var. [...]

 Tumturaklı cümlelerle, Devleti ulaşılabilecek en üstün nokta ve insan varoluşunun çiçeği olarak gösteren filozof bozuntularının ne kadar dar kafalı ve aptal olduklarını görmek kolay. (Schopenhauer)

[...] işin doğrusu, yaşamamıştım ben. aklımı kullanmak dışında, insan olmamıştım, hele ki çocuk ya da delikanlı, olmamıştım (...) Çünkü, şöyle söyleyeyim, daha beşikteyken eğitimle tamamına erdirilen mutsuzluğum insan olmamak üstüne kuruluydu.
Kendi içimde bölünmüşken, dünyevi mutlulukla dolu bir hayat sürdürme şansım hiç yokken, [...] mutlu bir gelecek umudu taşımıyorken [,..] kudurgan bir umutsuzlukla insanın yalnızca aklını kavramış olmamın nesi şaşırtıcı olabilir ki (...) entelektüel zenginliğimin düşüncesi tek tesellim oldu böylece, ve fikirler tek sevincim, insanlarsa duyarsızlığım oldular. (Kierkegaard)

Leopardı ve Schopenhauer okumalarım sırasında tuttuğum notları buraya aktarmak gibi bir niyetim yok: Yüzlerce sayfadan bahsediyoruz.

Schopenhauer'den söz edelim biraz. Hegel’den ve “üniversite felsefesinden nefret eden, “çok gerekli küçük ilişkileri'ne indirgenmiş "berbat cinselliğini’ seven. Frankfurt'ta kâhyası ve köpeği Atmayla yaşayan, salonunun duvarlarına sırayla bir köpeklerin bir de filozofların portrelerini (Sokrates, Platon. Eski Yunan kinikleri, Kant, Leopardi, Gracian, G. Bruno vb.) asan Schopenhauer'den. 1848 devrimi sırasında, dairesinin kapılarını yirmi kadar Bohemya askerine açıyor, onlar da pencerelerden aşağıya, barikatlardaki işçilerin üstüne mermi yağdırıyor: bu devrim kendisini rahatsız ediyormuş çünkü, köpeğiyle rahat rahat dolaşamıyormuş sokaklarda!


İnsanın kusursuzluğuna gelince, sizi temin ederim, böyle bir kusursuzluk gerçekleşmiş olsaydı eğer, insan türüne en az bir ciltlik bir övgü düzerdim. Ama buna rastlama şansına eremediğim için, ve yaşadığım sürece böyle bir ayrıcalığa sahip olmayı beklemediğim için vasiyetimde mal varlığımın büyük bölümünü, insan türü kusursuzluğa erdiğinde, onuruna her yıl, herkese açık bir övgü konuşması yapılması ve antik tarzda küçük bir tapınak ya da heykel ya da uygun düşecek herhangi bir anıt diktirilmesi için ayıracağım. (Leopardi)

Leopardi ustune notlarımı karıştırırken, konuşmalarına rastladım.
Yukarıdaki soruya kendine göre bir cevap vermiyor mu acaba, diye
duşundum. Ama neyse, geçelim bunu!

A 603


(A 603): Ağaçların üstünde, meyvelere benzeyen vulvalarla, çüklerle dolu bir manzara. Eski Meksika’daki, Le Clezio'nun sözünü ettiği, Kızılderili inançtan geliyor aklıma: Huichol mitolojisinde, ölülerin ruhlarına yiyecek veren Xapa ağacı cinsellik organlarıyla doludur.

Oskar Panizza’da gerçek anlamda bitkisel bir mastürbasyon sahnesi buldum. Kimi zaman, bir anekdotun tuhaflığı yeterli oluyor. Sözgelimi Heiner Müller'in söyleşilerini okudum, çocukken, Kant'ın Ahlak Metafiziğinde mastürbasyonu sert biçimde eleştirdiği bölümü okuduğunda çok üzüldüğünü anlatıyor, sonra Kant'ın sık sık parkta dolaşmaya çıkıp büyük bir meşenin altında düzenli olarak mastürbasyon yaptığını öğrenince rahatlamış! Böyle bir şeyi hayatta kaçırmam. Bayıldım! Sürekli Schoponhauer'in. Leopardi'nin arkasında kalamam! Onlar hayatımın trajik bir dönemine damgalarını vurdular. Kendimi kötümserlik akımına dahil edemem. Kötümser dönemlerim oldu. Ama ben daha çok iyimserim diyebilirim. Gülmek için hiçbir fırsatı kaçırmam. Tıpkı Rabelais gibi.

A 575


Yaklaşık yarım yüzyıl önce, bir arkadaşımın ısmarladığı biletle izlemiştim Godot'yu Beklerken'i. Sonunda bu oyunu, ve elbette Beckett'in yapıtının tamamını okudum, elli yıl sonra.
Sevgili F.... böylesine nadir rastlanan, böyle olağanüstü bir yazarı atladığım için çok utandım! Ama sen bilirsin, meslek hayatım boyunca, yazı ya da düşünce aleminden başka devlerle uğraştım, şu sefil hayatımda onlarca yıl meşgul ettiler beni.

Coupole'ün bir köşesinde, elinde viski bardağı, masasında otururken görmüştüm onu, insanları izliyordu, insanat bahçesinde kafese konmuş tuhaf bir kuş gibi! Cıoran benden daha iyi anlatır belki:

(...) Daha ilk karşılaşmamızda, en son noktaya vardığını, belki de oradan, olanaksızdan, ayrıksı olandan başladığını anlamıştım. Ve asıl hayranlık verici olan, kımıldamamış olması, bir anda bir duvarın önune varıp hep olduğu gibi kahramanca durabilmesiydi: çıkış niyetine sınır-durum. çıkış niyetine bitiş! Onun dünyasının, o iki büklüm, can çekişen dünyanın, bizimki yok olup gittiğinde bile sonsuzca sürebileceği duygusunu veren de bu. (...) (Cioran)

Her gün heves eder
bir gün yaşamak ister
pişmanlık duyarak ama
bir gün doğmuş olduğuna (S. Beckett)


Cinsel organıma baktım. Bir konuşabilseydi. Ben daha fazla bir şey söylemezdim. Aşk gecem bu oldu. (S. Beckett)


Bir ötekinden daha gerçek olan ne var ki? Yüzmek gerçek, akmak gerçek; biri diğerinden daha gerçek değil. Varoluştan söz edilemez, yalnızca israftan konuşmalı. Heidegger ve Sartre varlık ile varoluş arasındaki karşıtlıktan söz ettiklerinde haklıdırlar belki, ben bilemem; benim için fazla felsefi bir dilleri var. Filozof değilim. Karşımızda duran neyse ondan söz edebiliriz, ve şimdi bir tek israf var... Orada duruyor, bırakalım girsin içeri. (...) (S. Beckett)

A 557



Arture 557: Maupassant

Tam tarihini veremeyeceğim, ama 1890'a doğruydu sanırım. Paris'te, Maupassant'ın delirdiği yolunda bir söylenti yayılıverdi. [...] Uzmanlar, kokuşmuş bir et parçasına üşüşen koca sinekler gibi atıldılar Maupassant "vakası"na. Daha hastaneye bile yatırılmamışken onu deli ilan etmek istediler. (Leon Fontaine)

Sevgili dostum,
Maupassant, tıpkı Nietzsche gibi, sağlıklı bir adamı yavaş ama kesin adımlarla genel felce götüren 19. yüzyıl salgınlarından birine, basbayağı frengiye yakalanmıştı.

Ne istiyorsunuz, tüm inançlar sizin, tüm o safça inanışlar diyelim, bendeyse bir tane bile yok. En düş kırıcı ve en çok düşkırıklığına uğramış insanım; duygusallıktan ve şiirsel olmaktan en uzak olan benim. Aşkı dinler arasında, dinleri de insanlığın içine düştüğü en büyük aptallıklar arasında sayıyorum. Şoka mı girdiniz, Madam?

Schopenhauer'e delice hayranım, onun aşk kuramı en kabul edilebilir olanı gibi geliyor. Varlık isteyen doğa, üreme tuzağının çevresine duygu yemini serpiştirmiş. (Maupassant)


İkide bir, evime dönerken, ikizimi görüyorum. Kapımı açıyorum ve bakıyorum koltuğumda oturmuşum. Bu olay daha gerçekleşirken bir sanrı olduğunun farkındayım. İlginç mi? Ve bir parça olsun sağduyusu kalmamış olsa, ne kadar korkar insan! (Maupassant)

Ve o aynada, çılgınca imgeler, canavarlar, korkunç cesetler, dehşet verici her türlü hayvan, yırtıcı yaratıklar, belli ki delilerin yakasını bırakmayan her türlü olağandışı hayal görmeye başladım. İtirafım budur, sevgili doktor. Ne yapmam gerekiyor, söyleyin. (Maupassant)

A 573, 576




 Arture 573, 576: Jean Genet

Umarım benim ihtiyar göt deliği bu işe dayanır / 60 yıldan beri iyi idare etti. (Allen Ginsberg)

Genet niçin, ve ne açıdan olağanüstü ve ölümsüz? Cevabı son derece basit: İki Jean Genet var! Genç Genet. Ginsberg'in çok iyi anlattığı gibi, götünün deliğiyle uğraşıyor, hapishanede otobiyografisini yazmaya başlıyor; harika birkaç kitap çıkıyor bu işten. Öteki Genet, yaşlanmaya başlamış olan, sıradışı siyasi bir kişilik oluyor!


Genet’yi tekrar tekrar okurken, şu iki kitabını keşfettiğimi itiraf edeyim: Açık Düşman (metinler ve söyleşiler). Aşık Bir Tutsak; ne hoş sürprizlerdi bunlar! Ve işte iki arture: Genç Genet (arture 376) ve yaşlı Genet (arture 573!)

A 605


Yaptığım çalışmalarda artık ressamlara rastlanmadığını söylemiştim, öte yandan bir arture'ü Kurt Schvvitters’a adadım (A 605). Yaptığım ender sanatçılardan biri. Artıklarla yeni bir dünya kurmak istiyormuş. Gereçlerini çöplüklerden sağlıyor, her şeyi topluyor, yapıştırıyor, birleştiriyor, çiviliyormuş... Tamiratçıları ve bazı şizofrenleri andıran, koleksiyoncu yanını sevdim onun. Ben de her şeyi toplarım! İlgimi çekti. Dadacıydı, ama aynı zamanda Merz'in de yaratıcısıydı. Merz onun tüm yapıtını kapsayan bir kısaltma, bir kavram, anahtar sözcük. Mektuplarını bile bu sözcükle imzalamış sonradan. Önce bir kolajla başlamış işe, ardından bir sergi, derken onun ürettiği her şeyi tanımlar olmuş bu sözcük. Hannover'daki aile evinde devasa bir Merz yapısı, koskocaman bir yontu yapmaya başlamış... Döküntüleri yeniden değerlendirip bir kolaj yapıyormuş, önceden kurduğu bir plan da yokmuş. Önce masanın üstüne birkaç nesne, yakınlarına ait birkaç parça koyuyormuş: bir tutam saç, bir diş parçası, bir mektup... Anı yuvaları, dostlara ait kalıntılar. Sonra kendisinin topladığı malzemelerle büyümüş bu iş: taşlar, biletler, çiviler, kavkılar, dallar, kurumuş çiçekler... Aynı zamanda boya yerine de kullanmış bu malzemeleri, iş öyle bir boyuta varmış ki tüm odayı kaplamış, ilerlemiş, tavanı sarmış, birinci kata çıkmış, ardından da ikinci kata -Schwitters kiracılarını evden çıkarmış-, hatta çatıya ulaşmış. Sonsuz bir genişleme. Yontu mimariye dönüşmüş, alçı kütle içinde farklı farklı öğelere: levhalar, paslanmış demirler, aynalar, tekerlekler, aile portreleri, yaylar, gazeteler, tuğlalar, renkli taşbaskılar... ‘Binasını bütünüyle Merz'leştirmeyi başarmıştı' diyor arkadaşı Arp. Ne var ki savaş yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalmış, ev bombardımanlarla yerle bir edilmiş, hayatının yapıtı'nı yitirmiş... Norveç’e sığınmış, sınırdan geçerken cebinde iki beyaz fare varmış, onları Hitler'e bırakmak istememiş! (Gülüşmeler) Sınırdan geçeceği sırada, sorgulamışlar kendisini, cebinden fareleri çıkarmış, ama farelerden biri sara krizine tutulmuş, delinin teki diye düşünmüşler... {Gülüşmeler) Yeni bir Merz’e başlamış ama bu da kazara yanmış. Daha sonra, Ingiltere'de, bir ambarda tasarısına yeniden başlamış: Merzbam (Merz-ambar). Yontu içine girilebilen bir uzama dönüşmüş! Kendisinin söylediğine göre, adına dünya denilen bu tımarhanede sadece 'gözlem yapmak ve notlar almak' için yaşamış."