Tek bir örneği ele alıyorum. Schopenhauer güzellikten, melankolik bir hararetle söz ediyor. -Neden ola ki? çünkü güzelliği, üzerinden daha öteye varılan, ya da daha öteye varma arzusu duyulan bir köprü olarak görüyor... Güzellik onun gözünden "istenç"ten bir anlığına kurtuluştur. -daimi kurtuluşa cezbeder... Schopenhauer güzelliği "istencin odak noktası"ndan, cinsellikten kurtardığı için över, güzellikte dölleme dürtüsünün olumsuzlandığını görür... İlahi adam! Sana karşı çıkan birisi var, korkarım, doğadır o. Doğada sesin, rengin, kokunun, ritmik devinimin güzelliği niye vardır? güzelliği açığa çıkartan nedir? - Ne mutlu ki bir filozof da karşı çıkıyor ona. Hiç de öyle zayıf bir otorite değil bu, tanrısal Platon ( -Schopenhauer böyle adlandırıyor onu) başka bir cümle kuruyor: tüm güzellik döllemeye kışkırtır, diyor - tam da budur, diyor, onun etkisinin Proprium'u, en tenselinden en tinseline.
Venedik'te Ölüm - Thomas Mann
Bugün bütün tariflerin üstünde güzeldi Tadzio...
...işte bu anda oldu: Tadzio gülümsedi, Aschenbach'a gülümsedi, tebessümün yavaş yavaş açtığı dudaklarla, konuşur gibi, samimi, şirin ve açık, gülümsedi, Görüntüsünü yansıtan suyun üzerine eğilmiş Narcissus'un gülümsemesiydi bu; kollarını kendi güzelliğinin sudaki aksine doğru uzatırken biraz çarpık, bakışının yalınlığından kaynaklanan çarpık bir gülümseme, yansımasının tatlı dudaklarını öpmek için işveli, meraklı, hafif tedirgin, başı dönmüş ve baş döndürücü.
Bu gülümsemeyi bulan Aschenbach, onu tehlikeli bir armağan gibi alıp yürüdü. O kadar altüst olmuştu ki, taraçanın ve parterin ışığından kaçmak, hızlı adımlarla arkadaki parkın karanlığına sığınmak zorunda kaldı. Hem garip bir şekilde öfkeli hem de müşfik azarlamalarının önüne geçemiyordu: "Böyle gülmen doğru değil, Tadzio! Dinle beni, hiç kimseye bu şekilde gülmek doğru değil." Kendini parktaki kanapelerden birine attı, bitkilerin gecedeki kokusunu kendinden geçmiş içine çekti. Arkasına yaslanmış, kollarını sarkıtmış, yenik düşmüş ve kat kat ürperişlerle sarılı, özlemin burada yersiz, saçma, ayıp, gülünç, ama yine de kutsal, henüz burada da saygıya değer formülünü fısıldadı:
...işte bu anda oldu: Tadzio gülümsedi, Aschenbach'a gülümsedi, tebessümün yavaş yavaş açtığı dudaklarla, konuşur gibi, samimi, şirin ve açık, gülümsedi, Görüntüsünü yansıtan suyun üzerine eğilmiş Narcissus'un gülümsemesiydi bu; kollarını kendi güzelliğinin sudaki aksine doğru uzatırken biraz çarpık, bakışının yalınlığından kaynaklanan çarpık bir gülümseme, yansımasının tatlı dudaklarını öpmek için işveli, meraklı, hafif tedirgin, başı dönmüş ve baş döndürücü.
Bu gülümsemeyi bulan Aschenbach, onu tehlikeli bir armağan gibi alıp yürüdü. O kadar altüst olmuştu ki, taraçanın ve parterin ışığından kaçmak, hızlı adımlarla arkadaki parkın karanlığına sığınmak zorunda kaldı. Hem garip bir şekilde öfkeli hem de müşfik azarlamalarının önüne geçemiyordu: "Böyle gülmen doğru değil, Tadzio! Dinle beni, hiç kimseye bu şekilde gülmek doğru değil." Kendini parktaki kanapelerden birine attı, bitkilerin gecedeki kokusunu kendinden geçmiş içine çekti. Arkasına yaslanmış, kollarını sarkıtmış, yenik düşmüş ve kat kat ürperişlerle sarılı, özlemin burada yersiz, saçma, ayıp, gülünç, ama yine de kutsal, henüz burada da saygıya değer formülünü fısıldadı:
" Seni seviyorum."
Etiketler:
Venedik'te Ölüm
Andres Fava'nın Güncesi'nden notlar - Julıo Cortazar
Öleceğim nasılsa,
for good end ever,
dönüşü yok nasılsa, iyi olabileceksem, bari şimdi olayım. Peki, öleceksem, iyi olabilir miyim acaba? Ölümün kesinliği, ahlaki olan her şeye ters düşmez, bozmaz mı? İyi olmak hep bir şeyleri unutmak, eğlencenin hep süreceğine inanmaktır. Köpeksilik değil bu; neden derseniz, iyi olmamak, her zaman da kötülüğe varmayan birçok değişik durumu kuşatır. Demek istediğim, ölümün kesinliği her zaman da YMCA'nın umduğu gibi yardımcı olmaz, birden size sarılıp eşsiz bir şeyler söylememi sağlamaz. Gerçekten öleceğini bilen insanın canı burnundadır, dalga geçecek hali olmaz.
***
Yapılacak tek şey çekip gitmek. Kalmak artık yalan; yapı, uzamı silmeden bölümlere ayıran duvarlar.
Birden, bir odanın ortasında kalakalmak, yalnızca burada olmak istediğim için burada olduğumun ayırdına varmak. Elimi uzatıp azıcık boşlukta gezdirmek yeterli olacak ve o temel gedikten hiçliğe kaymak için...
Gerçek, yaşamda olup bitmeli, işte böyle; usulca elimi uzatıyorum, boşluğa dokunuyorum, gedikten iniveriyorum. Ölmek ise, öte yandan edilgen bir hiçliğe geçiş gibi.
Kendini öldürmek, orta yol: kendi elinle gedik açmak.
İnsanın alabileceği en kusursuz tavır, kalmaktır; Varım, o halde kalıyorum, ve tam tersi. 'İnsan' derken olumlayarak söylemiyorum. En gerçek insan tavrı, geçerli olan tavır bundan başkası olamaz; Beni bu dünyaya getirmişler, bu istemsiz gelişime aşağılık bir tepki olmayacak hiçbir şey gelmez elimden, hiçbir şeyim yoktur bu dünyada. O halde, işte burada boşluğu şöyle bir yoklamak üzere elinizi uzatmaya yeltenebilirsiniz, tıpkı bir balığın balıkçının ağını yokladığı gibi.
En hüzünlü düşünce: gedik uzamda değildir, zamandadır.
Avuntu: elinizi her anı karşılamak üzere hazır bulundurun.
***
for good end ever,
dönüşü yok nasılsa, iyi olabileceksem, bari şimdi olayım. Peki, öleceksem, iyi olabilir miyim acaba? Ölümün kesinliği, ahlaki olan her şeye ters düşmez, bozmaz mı? İyi olmak hep bir şeyleri unutmak, eğlencenin hep süreceğine inanmaktır. Köpeksilik değil bu; neden derseniz, iyi olmamak, her zaman da kötülüğe varmayan birçok değişik durumu kuşatır. Demek istediğim, ölümün kesinliği her zaman da YMCA'nın umduğu gibi yardımcı olmaz, birden size sarılıp eşsiz bir şeyler söylememi sağlamaz. Gerçekten öleceğini bilen insanın canı burnundadır, dalga geçecek hali olmaz.
***
Yapılacak tek şey çekip gitmek. Kalmak artık yalan; yapı, uzamı silmeden bölümlere ayıran duvarlar.
Birden, bir odanın ortasında kalakalmak, yalnızca burada olmak istediğim için burada olduğumun ayırdına varmak. Elimi uzatıp azıcık boşlukta gezdirmek yeterli olacak ve o temel gedikten hiçliğe kaymak için...
Gerçek, yaşamda olup bitmeli, işte böyle; usulca elimi uzatıyorum, boşluğa dokunuyorum, gedikten iniveriyorum. Ölmek ise, öte yandan edilgen bir hiçliğe geçiş gibi.
Kendini öldürmek, orta yol: kendi elinle gedik açmak.
İnsanın alabileceği en kusursuz tavır, kalmaktır; Varım, o halde kalıyorum, ve tam tersi. 'İnsan' derken olumlayarak söylemiyorum. En gerçek insan tavrı, geçerli olan tavır bundan başkası olamaz; Beni bu dünyaya getirmişler, bu istemsiz gelişime aşağılık bir tepki olmayacak hiçbir şey gelmez elimden, hiçbir şeyim yoktur bu dünyada. O halde, işte burada boşluğu şöyle bir yoklamak üzere elinizi uzatmaya yeltenebilirsiniz, tıpkı bir balığın balıkçının ağını yokladığı gibi.
En hüzünlü düşünce: gedik uzamda değildir, zamandadır.
Avuntu: elinizi her anı karşılamak üzere hazır bulundurun.
***
Etiketler:
Edebiyat
Andres Fava'nın Güncesi'nden notlar - Julıo Cortaz.ar
Yaşamım ile kendimin iki ayrı şey olduğunu duyumsarım, ve keşke yaşamı sırtımdan bir ceket gibi çıkarabilsem derim, bir iskemlenin arkasına asabilsem bir süre, bir düzlemden ötekine atlayabilsem, tek tip ve hep süren bir aktarıma kaçabilsem. Sonra onu yeniden sırtıma geçirebilsem ya da başka bir tane arayabilsem. Yalnızca tek bir yaşamımızın olması ya da yaşamın yalnızca tek bir biçimde oluşması, sürüp gitmesi öylesine usanç verir ki. Olaylarla ne denli dolarsa dolsun, iyi tasarlanmış ve gerçekleştirilmiş bir yazgıyla ne denli güzelleştirilirse güzelleştirilsin, kalıp hep aynı, o tek kalıp: on beş yıl, yirmi beş yıl, kırk yıl-geçit. Yaşamı gözlerimiz gibi taşırız. Bize en uygun biçimde yerleştirilmiş gözlerimiz gibi; gözler uzamın geleceğini görür, nasıl ki yaşam zamandan hep bir adım önceyse.
Hilozoizm, canlı-maddecilik, insanın, yengeci yaşama, taşı yaşama, bir-palmiyeden-görme kaygısı. Şair bu yüzden yabancılaşır.
Kişiyi başkaldırıya iten hep aynı geçidin yinelenmesi, sonsuza dek tek bir örnekçenin geçerli olduğunu bilmek. Bireyselliğin rastlantılar dışında olmadığını bilmek; gerçekten önemi olan şey dışında, telefon rehberi gibiyiz, böyle bir örnek, böyle simetrik ölü külleri mahzenleri,
hep aynı şey, aynı geçit.
Bu insandan kaçma değil. Yaşamdan sakınma da değil, güzelim yaşamdan. Benim evrensel olma yanım bu. Panteizm deyin buna isterseniz. Panantropizm. Ama her şey birden olmak dünya canlısı ya da dünya-göz olmak istediğimden değil; benim istediğim, dünya ben olayım, benim yeryüzünde canlı olarak duruşumun sınırları olmasın. Argos, hep göz müdür?
Hilozoizm, canlı-maddecilik, insanın, yengeci yaşama, taşı yaşama, bir-palmiyeden-görme kaygısı. Şair bu yüzden yabancılaşır.
Kişiyi başkaldırıya iten hep aynı geçidin yinelenmesi, sonsuza dek tek bir örnekçenin geçerli olduğunu bilmek. Bireyselliğin rastlantılar dışında olmadığını bilmek; gerçekten önemi olan şey dışında, telefon rehberi gibiyiz, böyle bir örnek, böyle simetrik ölü külleri mahzenleri,
hep aynı şey, aynı geçit.
Bu insandan kaçma değil. Yaşamdan sakınma da değil, güzelim yaşamdan. Benim evrensel olma yanım bu. Panteizm deyin buna isterseniz. Panantropizm. Ama her şey birden olmak dünya canlısı ya da dünya-göz olmak istediğimden değil; benim istediğim, dünya ben olayım, benim yeryüzünde canlı olarak duruşumun sınırları olmasın. Argos, hep göz müdür?
Gözlerin hepsi, Argos.
***
Etiketler:
Edebiyat
ROLAND BARTHES
PHOTO: Arthur W. Wang |
Bir görüntü - benim görüntüm – yaratılacak:
Acaba antipatik bir bireyden mi, yoksa iyi türden mi doğacağım? Ah, keşke fotoğraf üzerine klasik bir tuval üzerindeymiş gibi soylu bir anlatımla “çıkabilsem” –düşünceli, zeki, vb.! Kısacası (Titian tarafından) resmedilebilsem ya da (Cloet tarafından) çizilebilsem. Oysa fotoğrafın yakalamasını istediğim şey bir öykünme değil de bir manevi doku olduğu, ve Fotoğraf da en büyük portrecilerin ellerinde değilse pek de öyle hünerli bir şey olmadığı için, içeriden kabuğuma nasıl hükmedeceğimi bilemiyorum. Gözlerimden ve dudaklarımdan “tanımlanamaz” olduğu havasını verdiğim, ve benim doğamın tüm nitelikleri yanında bütün Fotoğraf ayininin keyiflenerek bilincimde olduğumu da gösterecek hafif bir gülümseyişin “dolaşmasına” karar veriyorum: kendimi bu toplumsal oyuna bırakıyor, poz veriyor, poz verdiğimi biliyor, poz verdiğimi bilmenizi istiyorum; ama (olacak iş değil ya) bu ek mesaj benim bireyselliğimin değerli özünü, her türlü resmin ötesinde benim ne olduğumu asla değiştirmemeli. Kısacası benim istediğim, bin bir tane değişken fotoğraf arasında itilip kakılan, yer ve yaşla değişen (hareketli) görüntümün her zaman (şu derin) “kendimle” çakışmasıdır. Oysa bunun tam tersini söylemek gerekir: “kendim” hiçbir zaman görüntümle çakışmaz; çünkü ağır, hareketsiz ve inatçı olan görüntüm (toplum bu yüzden onu bırakmaz), hafif, bölünmüş ve dağılmış olansa “kendim” dir; “kendim” şişeye kapanmış cin gibi yerinde duramaz: keşke fotoğraf bana hiçbir şey göstermeyen, doğal ve anatomik bir beden verebilseydi!
**
Eninde sonunda benim fotoğrafımda aradığım (ona bakışımı belirleyen “niyet”) Ölüm” dür: Ölüm, o fotoğrafın eidos’udur. Gariptir, bu yüzden fotoğrafım çekilirken hoş görebildiğim, sevdiğim, bana tanıdık gelen tek şey makinenin sesidir. Bana kalırsa Fotoğrafçı’nın organı gözü değil, (ki bu beni korkutur) parmağıdır: makinenin tetiğine ve plakaların metalik hareketine (makinede hala böyle şeyler varsa eğer) bağlı olan şey. Poz'un öldürücü katmanını yırtıveren bu metalik sesleri neredeyse şehvetle, Fotoğrafta tutkumun takıldığı asıl - ve tek - şeylermişçesine seviyorum. Zamanın sesi benim için hüzünlü değildir: çanları, saatleri severim - anımsadığım kadarıyla fotoğraf aletleri önceleri ince marangozluk ve hassas mekanizma tekniklerine bağlıydı: kısacası fotoğraf makineleri, görmenin saatleriydi; kim bilir belki de içimdeki çok yaşlı biri fotoğraf mekanizmasında hala o ağacın yaşayan sesini duyuyordur.
Roland Barthes
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Roland Barthes
Andre Kertesz - ERNEST (1931)
Çekim tarihi fotoğrafın bir parçasıdır: bir üslubu gösterdiği için değil (bu beni ilgilendirmiyor), ama başımı kaldırıp yaşamı, ölümü, nesillerin acımasızca tükenişini hesaplamamı sağladığı için: 1931'de Kertesz'in fotoğrafladığı öğrenci Ernest bugün hala yaşıyor olabilir, ( ama nerede? Nasıl? Ne roman ama!)
Bütün fotoğrafların göndermesi benim. Kendimi temel olan soruya hazırlarken ki şaşkınlığımı yaratan zaten bu: niçin burada ve şu anda yaşıyorum? Kuşkusuz fotoğraf dünyadaki öteki sanatlardan daha dolaysız bir bulunuverme sunuyor -bir birlikte bulunma; ancak bu bulunma yalnızca politik olmadığı gibi ("çağdaş olaylara görüntü ile katılmak"), aynı zamanda metafiziksel bir sınıfa da bağlıdır. Flaubert, Bouvard ile Pecuchet'in gökyüzünü, yıldızları, zamanı, yaşamı, sonsuzluğu, vb incelemeleriyle alay etmiştir (ama gerçekten alay etmiş midir?). Benim için Fotoğraf'ın ortaya attığı işte bu tür sorulardır: "aptal" ya da yalın (karmaşık olanlar yanıtlardır), belki de hakiki metafizikten gelen sorular.
( Roland Barthes, Camera Lucida'dan)
Bütün fotoğrafların göndermesi benim. Kendimi temel olan soruya hazırlarken ki şaşkınlığımı yaratan zaten bu: niçin burada ve şu anda yaşıyorum? Kuşkusuz fotoğraf dünyadaki öteki sanatlardan daha dolaysız bir bulunuverme sunuyor -bir birlikte bulunma; ancak bu bulunma yalnızca politik olmadığı gibi ("çağdaş olaylara görüntü ile katılmak"), aynı zamanda metafiziksel bir sınıfa da bağlıdır. Flaubert, Bouvard ile Pecuchet'in gökyüzünü, yıldızları, zamanı, yaşamı, sonsuzluğu, vb incelemeleriyle alay etmiştir (ama gerçekten alay etmiş midir?). Benim için Fotoğraf'ın ortaya attığı işte bu tür sorulardır: "aptal" ya da yalın (karmaşık olanlar yanıtlardır), belki de hakiki metafizikten gelen sorular.
( Roland Barthes, Camera Lucida'dan)
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Roland Barthes
Andres Fava'nın Güncesi'nden notlar - Julıo Cortazar
Zorunluluklar tahtında, iş anlamında, bir ücret kazanmak zorunda olmak bana iyi geliyor (hiçbir zaman, dikkatsizlikle bile olsa, 'hayatımı kazanmak' dememişimdir buna); bu işin kişisel yaşam dışındaki yorgunluğu, beni hep daha istekle okumaya, bir konsere gitmeye, bir işin peşinden tutkuyla düşmeye itmiştir.
Beni gerçekten bunaltan şey (küçük adam, ürkek mantarcık) sevgi işi ve yakınlık çabası, sevecenlikler, yakınlarımla bağlar. Özgürlüğümü bir işte çalıştığım için yitirmiyorum, tersine, bu çevreyi, family reunion, aile toplantısı ve arkadaşlıkların tadını koruyabilmek için çalıştığımdan yitiriyorum. İpleri koparmayı beceremiyorum: Daha da kötüsü ipleri koparmak zorunda olduğumu açıkça görüyorum (ya da en azından bugünden yarına, ya da diyelim, gelecek hafta kestirip atabileceğimden emin olabilmeliyim); kendimin, bir ürün verebilmek için yalnız kalması gereken kişilerin tohumundan olduğunu seziyorum, ama yine de Buenos Aires'teyim işte, çevrem beni gerçekten sevenlerle dolu-buna gelince, eğer bu sevgi insanın kendi seçtiği bir sevgi değilse, bu da demek oluyor ki...
Şöyle demesi kolay: Eğer verebileceğim ürün, sonuç olarak sözcüklere dayanan bir yapıtsa, bir ya da iki kitapsa, koşulların ne olduğu önemini yitirir...
***
Hiçin romanını yazmak. Kitapta her şey öyle bir araya gelip oturacak ki okur yapıtın korkunç izleğinin izleksizlik olduğunu sezip şaşırmayacak.
İnsanlığın en gizli kuşkusunu (gerçi günümüzde artık herkesin malı olmuştur) sergilemek: insanın içkin, doğuştan gelen yararsızlığı, boşunalığı.
Çalışma inancı ve dininin (en üst düzeydeki değerleri söz konusu olduğunda: sanat, şiir) aynı zamanda spor olduğunu sezdirmek. İkiyüzlülükleri yumruklamak.
Beni gerçekten bunaltan şey (küçük adam, ürkek mantarcık) sevgi işi ve yakınlık çabası, sevecenlikler, yakınlarımla bağlar. Özgürlüğümü bir işte çalıştığım için yitirmiyorum, tersine, bu çevreyi, family reunion, aile toplantısı ve arkadaşlıkların tadını koruyabilmek için çalıştığımdan yitiriyorum. İpleri koparmayı beceremiyorum: Daha da kötüsü ipleri koparmak zorunda olduğumu açıkça görüyorum (ya da en azından bugünden yarına, ya da diyelim, gelecek hafta kestirip atabileceğimden emin olabilmeliyim); kendimin, bir ürün verebilmek için yalnız kalması gereken kişilerin tohumundan olduğunu seziyorum, ama yine de Buenos Aires'teyim işte, çevrem beni gerçekten sevenlerle dolu-buna gelince, eğer bu sevgi insanın kendi seçtiği bir sevgi değilse, bu da demek oluyor ki...
Şöyle demesi kolay: Eğer verebileceğim ürün, sonuç olarak sözcüklere dayanan bir yapıtsa, bir ya da iki kitapsa, koşulların ne olduğu önemini yitirir...
***
Hiçin romanını yazmak. Kitapta her şey öyle bir araya gelip oturacak ki okur yapıtın korkunç izleğinin izleksizlik olduğunu sezip şaşırmayacak.
İnsanlığın en gizli kuşkusunu (gerçi günümüzde artık herkesin malı olmuştur) sergilemek: insanın içkin, doğuştan gelen yararsızlığı, boşunalığı.
Çalışma inancı ve dininin (en üst düzeydeki değerleri söz konusu olduğunda: sanat, şiir) aynı zamanda spor olduğunu sezdirmek. İkiyüzlülükleri yumruklamak.
Etiketler:
Edebiyat
Andres Fava'nın Güncesi'nden notlar - Julıo Cortazar
Hep söylenir ve insan gülümsemekten kendini alamaz: "Kullandığım dil düşüncelerimi, duygularımı dile getirmemi engelliyor." Doğrusu şu olurdu: "Düşüncelerim, duygularım benim dile ulaşmamı engelliyor. "Düşüncem ile benim aramda dil engel mi oluşturmakta? Hayır. Dilimle arama giren benim düşüncemdir.
Bu yüzden, dil bayrağını gönderde en yukarı çekmekten ve ona tam özerklik kazandırmaktan başka çıkış yolu yoktur. Büyük şairlerde sözcükler düşünceleri yanlarına almaz; zaten sözcükler düşüncelerdir. Böylece, kuşkusuz onlar artık düşünce değil yalnızca sözdür.
**
Yazarın çektiği varsayılan 'acılar' üzerine birkaç şey daha. Gerçekten de acı çekeceksen, bu, yazdıklarından değil, yazma biçiminden olsun.
**
Malraux 'tan alıntı:"Biçem, başkalarının öykünmesi olanaksız ve ötekinin önünde bambaşka bir yaratıcılık olarak duran, kendi içinde örgülü bir biçimler dizgesidir."
Edebiyat çarkı. Hiçbir kusuru olmayan, mutlak, kendi başına var olabilen bir şey yaratabilme isteğinin dönüşü; düşünce ile yargının uzlaşabilmesi, duygu ile bu duygunun imgesinin, istemle bu istemin uzantısı ile uygulamasının uyumu. Yazınsallık, gizli olan çoktürlülükle eylemdeki çoktürlülükleri birleştirmekten doğar. Eylediklerinden bir teki bile insanı çok aşar. Bel ki de bu yüzdendir insanın yazı yazmayı sürdürmesi.
**
Balzac.-günde on dört ile on altı saat çalışıyordu. Ne şanslı adam, bir yazarın yaşayacağını varsaydığımız mutsuzluğa kendini feda etmiş (felan falan) buna benzer uzatmalı çalışmalara göğüs gerebilmiş.
Böyle yazmaktan son derece hoşnut olduğundan hiç kuşku yok; yaşamını bunun üzerine kurmuştu, gezintilerini, yalnızca akvaryumdaki balıkların suyunu değiştirmek gibi, gözlerini ve yüreğini, sabırsızca onu bekleyen Rastıgnac'a hazırlamak benzeri işlerden oluşuyordu.
Balzac'ın sağlığını tüketen, ama bir yandan da ne denli sağlıklı olduğunu kanıtlayan bu çalışma yetisine ve gücüne imreniyorum. Şimdi, defterim önümde açık kendi başıma olduğum denli mutlu olmadım hiç. Peki o zaman iki saat yazmaya kalmadan kapıldığım bu aşırı duyarlılık, yürek çarpıntısı, kapalı yer bunaltısı -bulantı niye? Topunu birden bırakıp kaçma gereksinmesi -hiç olmazsa şu bölümü bitirseydim, öyle eğleniyordum ki-, bir arkadaşa telefon etmeler, kapıya bakmalar, bir yemeğin, gazetenin, radyonun araya girmesini kabullenmeler.
Bunları ikiye çatallanmış bir kişilik yapısıyla açıklamak çekici geliyor. Yazarken nasılda acı çektiğimi biliyorum. Yazdığım her tümceyle bir öncekinin eksikliklerinin ve boşunalığının doğrulanması: gerçekleşmeyi bekleyen düşünce (eh, işin aslına bakılırsa bekleyen benim) ile o korkunç boy ölçüşme. Yine de çektiğim acı, aslında işe geri dönmenin verdiği bu keyiftir. (...)
Bu yüzden, dil bayrağını gönderde en yukarı çekmekten ve ona tam özerklik kazandırmaktan başka çıkış yolu yoktur. Büyük şairlerde sözcükler düşünceleri yanlarına almaz; zaten sözcükler düşüncelerdir. Böylece, kuşkusuz onlar artık düşünce değil yalnızca sözdür.
**
Yazarın çektiği varsayılan 'acılar' üzerine birkaç şey daha. Gerçekten de acı çekeceksen, bu, yazdıklarından değil, yazma biçiminden olsun.
**
Malraux 'tan alıntı:"Biçem, başkalarının öykünmesi olanaksız ve ötekinin önünde bambaşka bir yaratıcılık olarak duran, kendi içinde örgülü bir biçimler dizgesidir."
Edebiyat çarkı. Hiçbir kusuru olmayan, mutlak, kendi başına var olabilen bir şey yaratabilme isteğinin dönüşü; düşünce ile yargının uzlaşabilmesi, duygu ile bu duygunun imgesinin, istemle bu istemin uzantısı ile uygulamasının uyumu. Yazınsallık, gizli olan çoktürlülükle eylemdeki çoktürlülükleri birleştirmekten doğar. Eylediklerinden bir teki bile insanı çok aşar. Bel ki de bu yüzdendir insanın yazı yazmayı sürdürmesi.
**
Balzac.-günde on dört ile on altı saat çalışıyordu. Ne şanslı adam, bir yazarın yaşayacağını varsaydığımız mutsuzluğa kendini feda etmiş (felan falan) buna benzer uzatmalı çalışmalara göğüs gerebilmiş.
Böyle yazmaktan son derece hoşnut olduğundan hiç kuşku yok; yaşamını bunun üzerine kurmuştu, gezintilerini, yalnızca akvaryumdaki balıkların suyunu değiştirmek gibi, gözlerini ve yüreğini, sabırsızca onu bekleyen Rastıgnac'a hazırlamak benzeri işlerden oluşuyordu.
Balzac'ın sağlığını tüketen, ama bir yandan da ne denli sağlıklı olduğunu kanıtlayan bu çalışma yetisine ve gücüne imreniyorum. Şimdi, defterim önümde açık kendi başıma olduğum denli mutlu olmadım hiç. Peki o zaman iki saat yazmaya kalmadan kapıldığım bu aşırı duyarlılık, yürek çarpıntısı, kapalı yer bunaltısı -bulantı niye? Topunu birden bırakıp kaçma gereksinmesi -hiç olmazsa şu bölümü bitirseydim, öyle eğleniyordum ki-, bir arkadaşa telefon etmeler, kapıya bakmalar, bir yemeğin, gazetenin, radyonun araya girmesini kabullenmeler.
Bunları ikiye çatallanmış bir kişilik yapısıyla açıklamak çekici geliyor. Yazarken nasılda acı çektiğimi biliyorum. Yazdığım her tümceyle bir öncekinin eksikliklerinin ve boşunalığının doğrulanması: gerçekleşmeyi bekleyen düşünce (eh, işin aslına bakılırsa bekleyen benim) ile o korkunç boy ölçüşme. Yine de çektiğim acı, aslında işe geri dönmenin verdiği bu keyiftir. (...)
Etiketler:
Edebiyat
PESSOA
Resim: Julio Pomar |
Fernando Pessoa, bu dünyaya rağmen bu dünyaya ait olduğunu düşünen, kendini bu dünyadan ayıran ve bu oyunun bir parçası olarak, bu dünyayı görmesine imkan tanıyan mesafeden yana olan belki de ilk Portekizli yazardır (ve kullandığı hayali şair adlarının bunda önemli katkısı olmuştur). Resim, mesafeden doğar; gözlerimizle bizi çevreleyen ve ancak kısmen algıladığımız dünya arasına kendi elimiz girdiğinde artık göremez oluruz. Gözlerimiz yalnızca karşımızdaki şeyi görür. Tat, dokunma, işitme ve koku duyularımız bizi seyirci değil, dünyanın merkezi konumuna getirir. Ses dalgaları, kokular ve tatlar, arzuladığımız nesneyi ele geçirir, soğurur ve hatta yok eder; elimizin eriştiği varoluşun tek boyutunu (varolmak haz demektir) yalnızca dokunma tanır. Elimiz dört öğenin (Toprak, hava, su ,ateş, acılarımın dokusu -Paul Eluard-) çeşitli dokulara duyarlıdır ve görme duyusu ya da onun yerini alan mutlak karanlık onu yanıltır. Eller görmenin yerini tutabilir, ama bakışlarımız tek başına dolaşır ve eli denetlediğini düşünse de, sadece zihne hitap eder. İçimde hisseden düşüncedir ya da içimde düşünen hissedilendir, Fernando Pessoa'nın yazmadığı, ama yazmış gibi yapabileceği bir cümledir; tıpkı içimde yalan söyleyen, düşünmektir ya da içimde düşünen, yalandır cümlelerini yazmadığı gibi.
Pessoa'nın birçok şiiri, düşünce yoluyla hissettiklerine sadece tahmini bir karşılık sunan birinin vardığı kederli sonuçtur.
...
Rimbaud'nun ifadesiyle, her türlü düşüncenin düzensizliği, şiirin sesi ve konusudur. Resim, görünür dünyanın düzensizliğini kendisi yaratmak suretiyle ele alır.
Lizbon, Ağustos 2003
Julio Pomar
Etiketler:
Fernando Pessoa,
Resim
Resmin Gerçeği - Ferit Edgü
“Göz dinler” (Paul Claudel)
Bir karpuz ya da kavun görmek istiyorsan, çarşıdan al ve evine götürüp masanın üzerine koy. Ama duvarına asmak istediğin nature-morte’un bir karpuz, bir kavun, bir kâse, bir ud, bir vazo, bir gül, bir lale olmadığını bil. O yalnızca bir resim. Çarşıdan, bostandan ya da kırlardan değil, ressamın atölyesinden geliyor. Ve sen onu, karpuz, kavun, kâse olduğu için değil, bir resim olduğu için seçtin. Onu hiçbir zaman yemeyeceksin. O hiçbir zaman çürüyüp kokuşmayacak. Zaten o, gerçekten bir karpuz, bir kavun, bir gül, bir lale mi?
Birlikte baktığımız o at resmi, yalnızca bir at mı?
Resimde, resmin gerçeğini arayan göz, kendisine bu olanağı veren bir yapıtın, ona dünyayı algılamak, kendini çevreleyen nesnelerin ve doğanın göremediği yüzünü göstermek, dolayısıyla bu gözün baktığı, ama görmediği dünyayı anlamak olanağı da verir. “Resim görünmeyeni görünür kılar” (Klee)
Bana, bir gün, sevdiğim bir resmin önünde sorduğun “Ne buluyorsun bu resimde?” sorusuna ayaküstü, soruyu geçiştirmek için verdiğim yanıt şimdi görüyorum ki geçerli tek yanıtmış: Resimde resmi buluyorum. Ya da resmi görüyorum.
Gözünü resimde ayırma ve kulağını, yazarların, şairlerin sözcüklerine iyice aç ki “Bu dünyanın olası tek dünya olmadığını kavrayabilesin.” (Klee)
Meyve Sepeti 1596 - Caravaggio |
Etiketler:
Resim
Pessoa'nın Son Üç Günü - Antonıo Tabucchı
Hepimiz döneceğiz yeryüzüne, ey yüce Pessoa, doğanın istediği sayısız biçimde, belki Jo adında bir köpek, bir tutam ot ya da Lizbon Meydanı'nda şaşkın şaşkın bakan bir İngiliz kızının ayak bilekleri olacağız. Ama yalvarırım, gitmek için daha erken, Fernando Pessoa olarak biraz daha kalın bizimle.
Pessoa yanağını yastığa yerleştirdi ve bitkin bir şekilde gülümsedi. Sevgili Antonio Mora, dedi, Proserpina diyarında beni bekliyor, gitme zamanı geldi, şu yaşam diye adlandırdığımız imgeler tiyatrosunu terk etme zamanı geldi. Ruhumun gözlüğüyle gördüğüm şeyleri bir bilseniz, yukarıdaki sonsuz boşlukta Orion'un kollarını gördüm, şu yeryüzü ayaklarıyla Güneyhaçı Takımyıldızı'nda yürüdüm, parlak bir kuyruklu yıldız gibi sonsuz geceleri, imgelemin, şehvetin ve korkunun yıldızlararası boşluklarını aştım, erkek, kadın, ihtiyar, küçük kız oldum, Batı başkentlerinin geniş caddelerindeki kalabalık oldum, sessizliğine ve bilgeliğine imrendiğim Doğu'nun dingin Buda'sı oldum, kendim ve başkaları oldum, olabileceğim herkes oldum, onurlar ve onursuzluklar, coşkular ve yılgınlıklar yaşadım, erişilmez nehirler ve dağlar geçtim, huzur dolu sürüleri seyrettim ve başıma güneş ve yağmur geçti, kızışmış dişi oldum, sokakta oynayan kedi oldum, güneş ve ay oldum, çünkü yaşam yeterli değildi. Artık yeter sevgili Antonio Mora, benim yaşamım bin yaşam demekti, yorgunum şimdi, mumum eridi artık, rica ederim gözlüğümü verin bana.
Antonio Mora elbisesini düzeltti. İçinde Prometeus doğuyordu. Ey yüce Gökyüzü, diye haykırdı, çevik kanatlı yeller, nehir kaynakları, deniz dalgalarının sayısız gülümsemesi, yeryüzü, evrensel ana, sizi çağırıyorum, sizi, her şeyi gören güneş yuvarı, bakın neler çekiyorum.
Pessoa içini çekti. Antonio Mora masadan gözlüğü aldı ve yüzüne yerleştirdi. Pessoa gözlerini koca koca açtı ve elleri çarşafın üzerinde durdu. Saat tam yirmi otuzdu.
Pessoa yanağını yastığa yerleştirdi ve bitkin bir şekilde gülümsedi. Sevgili Antonio Mora, dedi, Proserpina diyarında beni bekliyor, gitme zamanı geldi, şu yaşam diye adlandırdığımız imgeler tiyatrosunu terk etme zamanı geldi. Ruhumun gözlüğüyle gördüğüm şeyleri bir bilseniz, yukarıdaki sonsuz boşlukta Orion'un kollarını gördüm, şu yeryüzü ayaklarıyla Güneyhaçı Takımyıldızı'nda yürüdüm, parlak bir kuyruklu yıldız gibi sonsuz geceleri, imgelemin, şehvetin ve korkunun yıldızlararası boşluklarını aştım, erkek, kadın, ihtiyar, küçük kız oldum, Batı başkentlerinin geniş caddelerindeki kalabalık oldum, sessizliğine ve bilgeliğine imrendiğim Doğu'nun dingin Buda'sı oldum, kendim ve başkaları oldum, olabileceğim herkes oldum, onurlar ve onursuzluklar, coşkular ve yılgınlıklar yaşadım, erişilmez nehirler ve dağlar geçtim, huzur dolu sürüleri seyrettim ve başıma güneş ve yağmur geçti, kızışmış dişi oldum, sokakta oynayan kedi oldum, güneş ve ay oldum, çünkü yaşam yeterli değildi. Artık yeter sevgili Antonio Mora, benim yaşamım bin yaşam demekti, yorgunum şimdi, mumum eridi artık, rica ederim gözlüğümü verin bana.
Antonio Mora elbisesini düzeltti. İçinde Prometeus doğuyordu. Ey yüce Gökyüzü, diye haykırdı, çevik kanatlı yeller, nehir kaynakları, deniz dalgalarının sayısız gülümsemesi, yeryüzü, evrensel ana, sizi çağırıyorum, sizi, her şeyi gören güneş yuvarı, bakın neler çekiyorum.
Pessoa içini çekti. Antonio Mora masadan gözlüğü aldı ve yüzüne yerleştirdi. Pessoa gözlerini koca koca açtı ve elleri çarşafın üzerinde durdu. Saat tam yirmi otuzdu.
Fernando Pessoa, the poet on an imaginary trip into century XXI. From
Chiado, Lisbon to chinatown, soho and downtown New York city, listening
to portuguese fado singer Ana Moura.
Amateur video produced by: Ricardo Cobra.
*
Etiketler:
Fernando Pessoa
Huzursuzluk Kitabı (sf. 392)
Yaşamak zahmetine değmiyor. Bakmak - işte buna, bir tek buna değer. Yaşamaksızın bakabilsek mutluluğu yakalamış olurduk.
Duyarsızlığın estetiği
Asla kendi duygularını samimiyetle hissetmemek ve kendi hırslarına, arzularına ve doyumsuzluklarına kayıtsızca bakabilmeyi kendince, cılız bir zafer olarak görmek; neşelerin, sıkıntıların yanında, ilgisiz bir insanla yan yana durur gibi durmak.
İnsanın kendinde kurabileceği en büyük imparatorluk, bedeniyle, ruhuyla kendini, kaderin hayatını geçirmesini emrettiği yer ve alan olarak değerlendirip, kendine karşı duyarsızlaşmasıdır.
Kendi hayallerimize, en içten arzularımıza tepeden bakalım, gerçek bir zarafetle onları görmezden gelelim. Kendimize karşı edepli davranalım; durduğumuz yerde yalnız olmadığımızı, kendi kendimizin tanığı olduğumuzu, dolayısıyla kendimize karşı, bir yabancıymışız gibi, üzerinde düşünülmüş, dingin, asaletinden ötürü umursamaz, umursamaz olduğu için de soğuk bir tarzda, dışarıdan biri gibi davranmanın önemli olduğunu iyice belleyelim.
Kendi gözümüzde küçülmemek için, hırs, tutku, arzu ya da umut beslememeye, atılımlar yapmamaya, coşkusuz yaşamaya alışalım yeter.
Görmek ve işitmek, hayatın bize sunduğu yegane soylu şeylerdir.
Etiketler:
Huzursuzluk Kitabı
Resimsever Olmak - Ferit Edgü
The Artist in his Studio 1626 - Rembrandt |
Öyle sanatçılar (şair, romancı, besteci) vardır ki önemlerini bilirsin, ama senin sanatçıların değildir onlar. Daha açık bir deyişle, aynı ortak duyarlığa sahip değilsinizdir. Bu, ne o ressamın önemini gölgeler, ne de senin beğeninin geçersizliğini. Bir sanat tarihçisi, olabildiğince nesnel olmalıdır. Ama bir resim severin böylesi bir zorunluluğu yoktur. O, resme yalnız kendi gözüyle bakar.
Dolayısıyla istese de nesnel olamaz. Duvarıma asacağım, sürekli karşımda duracak resmi, nesnel olarak seçemem.
Dolayısıyla istese de nesnel olamaz. Duvarıma asacağım, sürekli karşımda duracak resmi, nesnel olarak seçemem.
Ama kendi duvarında olmayan, önünden gelip geçtiğin ya da bir kitabın sayfaları arasında karşılaştığın bir resme nesnel olarak bakabilirsin, diyorsun.
Bakabilirim. Ama burda da, resimle benim aramda, o resmi, sanat tarihi içindeki yeri, bir değer ölçütü olarak yer alır. Öznellik nesnellik kavgası mı başlar o anda? Hiçbir kavga başlamaz. Bir ressamdan (Avni Arbaş'tan) dinlemiştim: hocası Leopold Levy'e, Rubens'i nasıl bulduğunu sorduğunda, Levy'nin yanıtı, "Çok, çooook büyük bir ressamdır - ama benim ressamım değil" olmuş. İşte hem nesnellik (Rubens'in büyüklüğünün kabulü) hem öznellik ( Levy'nin, Rubens'in resmine karşı duyarsızlığı) kavgasız bir biçimde dile geliyor.
Ferit Edgü
Etiketler:
Resim
REMBRANDT (Selfportraits)
" Düşünür Spengler, Rembrandt'ın kahverengisini, Faust'çu ruhun rengi olarak seçer. 1890'da yayınladığı bir kitabında, Alman sanat tarihçisi Julius Langbehn, Rembrandt'ın melankolik koyu renklerinde varoluşun karanlık yüzünü görür. Rembrandt'ın resimlerinde, aynen alacakaranlıktaki gibi, karanlık daha siyah, aydınlık daha açıktır. Hölderlin de, gönlünün alacakaranlıkta dingin olduğunu söylemiştir. Ve sormuştur, "Acaba bu alacakaranlık bizim özümüz mü? Gölge ruhumuzun vatanı mıdır?" Mistikliğin kuramcısı Spengler'e göre, gece bedenleri eritir içinde, gündüz de ruhları. "
Etiketler:
Resim
Shooting
Ünlü savaş esteti Ernst Junger’in 1930’da gözlemlediği gibi, fotoğrafsız savaş olmaz; bir nesneyi ‘çeken’ (shooting) kamera ile bir insana ‘ateş eden’ (shooting) silah arasında önüne geçilmez bir özdeşlik şekillenmektedir. Savaş yapmak ile fotoğraf çekmek birbirine uyumlu şeylerdir. Nitekim, saptamalarını şöyle sürdürüyor Ernst Junger: “Düşmanı bir anlığına donduran ölümcül bir silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi, aynı aklın ürünüdür.”
Guernica |
Öyle ki Guernica’nın yerle bir edilmesinden on üç yıl önce, daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nda Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Hava Kuvvetleri’ne bağlı genç bir filo komutanı olan Arthur Harris, Britanya’nın yeni eline geçmiş olduğu bu sömürgesinde asi yerlileri ezmeyi amaçlayan hava operasyonlarını, görevin başarıyla yerine getirildiğini kanıtlayan fotoğraflarla anlatmayı pek matah sayıyordu. Harris 1924’de “ Araplar ve Kürtler gerçek bombardımanın ne kadar büyük kayıplara ve zarara yol açtığını artık biliyorlar.” Diye yazmıştı. “Onlar, kırk beş dakika içinde bütün bir köyün fiilen haritadan silinebileceğini ve köy nüfusunun dört beş makineli tüfekle ortadan kaldırılabileceğini, üstelik bütün bu kıyım yaşanırken kendilerinin tek bir gerçek hedef bile bulamayacaklarını, savaşçı olmanın şanını duyabilecekleri en ufak bir fırsata sahip olamayacaklarını, ayrıca saldırıdan kaçıp kurtulmalarını sağlayacak hiçbir yolları olmayacağını ilk elden deneyimle biliyorlar artık.”
Susan Sontag
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Susan Sontag
Fotoğrafta Gerçeklik - Susan Sontag
Robert Capa-The Falling Soldier 1936 |
Bir cumhuriyetçi askerin ölümünün vurucu olan özelliği, onun gerçek bir anı temsil etmesi, o anın tesadüfen yakalanmasıdır; yere düşmekte olan askerin Capa’nın kamerası için tasarlanmış özel biri olduğu anlaşıldığı takdirde bütün değerini kaybedeceği açıkça ortadadır. Robert Doisneau’da, 1950’de Life dergisi için çektiği, Paris Otel de Ville’in yakınındaki kaldırımda öpüşen genç bir çiftin fotoğrafının en doğal haliyle yakalanmış bir enstantane fotoğrafı olduğunu kesin bir dille iddia etmemiştir hiçbir zaman. Yine de kırk yılı aşkın bir süre sonra o resmin ateşli bir öpüşme sahnesi için Doisneau tarafından bir günlüğüne tutulan genç bir kadın ile genç bir erkek olduğunun açığa çıkması, kalplerinde aşk ve romantik Paris imgelerine aziz bir yer ayırmış insanlarda yoğun bir keder duygusu uyandırmıştır.
Biz her zaman, fotoğrafçının aşk ve ölüm evinde bir casusu olmasını, fotoğrafı çekilenlerin de kameranın farkında olmamalarını, ‘kendilerini bırakmış’ en doğal halleriyle’ kalmalarını arzu ederiz. Fotoğraf sanatının ne olduğu ve ne olabileceği konusundaki hiçbir derinlikli yaklaşım, uyanık bir fotoğrafçının bir hareketin / bir eylemin ortasında yakaladığı beklenmedik bir anın resminin verdiği tatmin olma duygusunu zayıflatamaz.
(Fotoğraf Üzerine
kitabından)
Le baiser de l'hôtel de ville (The Kiss) Robert Doisneau |
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Susan Sontag
Bütün bunlarda en az var olan bendim, bütün bunların yaratıcısı - Fernando Pessoa
"Bütün dramatik kişiliksizleştirme gücümü Caeiro 'ya koydum; bütün entellektüel disiplinimi, ona uygun müzikle şekillendirilmiş halde Ricardo Reis'e, ne benliğime ne de yaşayışıma girmesine izin verdiğim bütün heyecanı ise Alvaro de Campos 'a.
Bu adlarla nasıl yazıyorum?...Caeiro, saf ve beklenmedik bir esinle, ne yazdığımı bilmeden ya da inceden inceye düşünmeksizin. Ricardo Reis, kendini birdenbire bir kaside halinde somutlaştıran soyut bir düşünüp taşınmadan sonra. Campos, ani bir yazma dürtüsü hissedip ne yazdığımı bilmediğim zamanlar. Yarı dışkimliğim Bernardo Soares ise, ki çoğu bakımdan Alvaro de Campos'u andırır, her zaman yorgun ya da uykulu görünür, muhakeme gücü ve engellenme duygusu askıdadır; sürekli bir hülya halinde düzyazı yazar. Bana ait bir kişilik olduğundan değil, benim kişiliğimin basit bir çarpıtılması olduğu için benden pek fazla farklı olmadığından yarı dışkimliktir.
Dışkimliklerimin kökeni, temelde içimde var olan bir histerinin tezahürüdür. Sadece histerik mi, yoksa daha doğru bir ifadeyle nevrastenik histerik mi olduğumu bilmiyorum....
Demek istediğim, pratik yaşamımda, yüzeyde ve başkalarıyla ilişkide kendilerini göstermiyorlar; içte patlıyorlar ve içimde onlarla yaşıyorum. Bir kadın olsaydım (kadınlarda histerik fenomenler ataklar halinde ve benzer yollarla yanardağ gibi fışkırır.) Alvaro de Campos un yazdığı (ya da daha histerik olarak histerik, benim yazdığım) her şiir civarda bir ayaklanmaya yol açabilirdi. Ama ben bir erkeğim ve biz erkekler için histeri temelde entelektüel tezahürleri üstlenir; bu yüzden de sessizlik ve şiirle sonuçlanır...
Bu dışkimliklerimin organik kökenini şöyle böyle açıklıyor."
Bu adlarla nasıl yazıyorum?...Caeiro, saf ve beklenmedik bir esinle, ne yazdığımı bilmeden ya da inceden inceye düşünmeksizin. Ricardo Reis, kendini birdenbire bir kaside halinde somutlaştıran soyut bir düşünüp taşınmadan sonra. Campos, ani bir yazma dürtüsü hissedip ne yazdığımı bilmediğim zamanlar. Yarı dışkimliğim Bernardo Soares ise, ki çoğu bakımdan Alvaro de Campos'u andırır, her zaman yorgun ya da uykulu görünür, muhakeme gücü ve engellenme duygusu askıdadır; sürekli bir hülya halinde düzyazı yazar. Bana ait bir kişilik olduğundan değil, benim kişiliğimin basit bir çarpıtılması olduğu için benden pek fazla farklı olmadığından yarı dışkimliktir.
Dışkimliklerimin kökeni, temelde içimde var olan bir histerinin tezahürüdür. Sadece histerik mi, yoksa daha doğru bir ifadeyle nevrastenik histerik mi olduğumu bilmiyorum....
Demek istediğim, pratik yaşamımda, yüzeyde ve başkalarıyla ilişkide kendilerini göstermiyorlar; içte patlıyorlar ve içimde onlarla yaşıyorum. Bir kadın olsaydım (kadınlarda histerik fenomenler ataklar halinde ve benzer yollarla yanardağ gibi fışkırır.) Alvaro de Campos un yazdığı (ya da daha histerik olarak histerik, benim yazdığım) her şiir civarda bir ayaklanmaya yol açabilirdi. Ama ben bir erkeğim ve biz erkekler için histeri temelde entelektüel tezahürleri üstlenir; bu yüzden de sessizlik ve şiirle sonuçlanır...
Bu dışkimliklerimin organik kökenini şöyle böyle açıklıyor."
Fernando Pessoa
Etiketler:
Fernando Pessoa
Tree of Life - David Attenborough
David Attenborough |
Şempanzelerle olan ilintimiz konusunda hiç bir şüphe yok.Vücutlarımız çok benzer. Uzuvlarımız veya yüzümüz orantısal farklılıklar gösterebilir. Ancak bunun dışında, çok çok benzeriz. İç organlarımızın dizilişi... kanlarımızın kimyası, vücutlarımızın işleyişi.. Tüm bunlar, neredeyse tıpatıp aynıdır. DNA'da bunu onaylamaktadır. Gerçekten de biz insanlar... şempanzelerle ve diğer maymunlarla, en az aslanların, kaplanlarla ve diğer kedigillerle olduğu kadar yakın akrabayız.
Birden, uzak geçmişimizden
bir imge, su yüzüne çıkıyor.
Değişen çevre koşullarına uyum
sağlamak zorunda olan atalarımız yemek bulabilmek için mücadele
etmek ve başlarını suyun üzerinde tutmak durumundaydılar. İşte o önemli anda... uzak atalarımız maymunluktan uzaklaşmaya başlayarak insanlığa doğru ilk adımları attılar.
Birden, uzak geçmişimizden
bir imge, su yüzüne çıkıyor.
Değişen çevre koşullarına uyum
sağlamak zorunda olan atalarımız yemek bulabilmek için mücadele
etmek ve başlarını suyun üzerinde tutmak durumundaydılar. İşte o önemli anda... uzak atalarımız maymunluktan uzaklaşmaya başlayarak insanlığa doğru ilk adımları attılar.
Darwin'in anlayışı dünyaya bakış açımızı kökünden değiştirmiştir. Şimdi, neden bu denli fazla farklı türün olduğunu anlıyoruz. Bunların dünyaya niçin bu şekilde dağıldıklarını da. Ve onların ve bizim vücutlarımızın şeklinin neden böyle olduğunu da. Bakterilerin evrildiğini anlayabildiğimiz için yol açtıkları hastalıklarla mücadele edecek yöntemler geliştirebiliyoruz. Ve doğal ortamda, bitkiler ve hayvanlar arasındaki karmaşık ilişkiyi çözebildiğimiz için bu ortama müdahale ettiğimizde ortaya çıkabilecek sonuçları da önceden bilebiliyoruz.
Darwin'in cesareti
bize göstermiştir ki:
Bizler doğal dünyadan ayrı bir konumda değiliz. Ve doğa üzerinde
egemenliğimiz yok. Bizler de doğanın kuralları ve
yöntemlerine boyun eğiyoruz. Tıpkı, gerçekten de
akraba olduğumuz tüm diğer hayvanlar gibi.
Darwin'in cesareti
bize göstermiştir ki:
Bizler doğal dünyadan ayrı bir konumda değiliz. Ve doğa üzerinde
egemenliğimiz yok. Bizler de doğanın kuralları ve
yöntemlerine boyun eğiyoruz. Tıpkı, gerçekten de
akraba olduğumuz tüm diğer hayvanlar gibi.
*
*
Etiketler:
Bilim
Virgina Woolf'un günlüğü
Leonard'ın bir cümlesi geliyor aklıma bu inanılmaz ahmaklık ve can sıkıntısı günlerinde. " İşler bir şekilde ters gitti." (Carrington'ın kendini öldürdüğü geceydi) O üzerine iskemleler kurulmuş, sessiz mavi sokak boyunca yürüyorduk. Şiddet dolu ve akıl dışı olan ne varsa, hepsinin havada gezindiğini gördüm: bizler ufacıktık: dışarıda bir karmaşa; dehşet verici bir şey: akıldışılık -bundan bir kitap çıkarayım mı? Dünyama yeniden düzen ve hız getirmenin bir yolu olurdu. (sf. 219)
Bu umutsuzluk kuyusu, yemin ediyorum, beni yutamayacak. Harikulade bu yalnızlık. Rodmell'de hayat çok dar. Ev rutubetli. Ev dağınık. Fakat başka çaresi yok. Zaten yakında günler de uzayacak. Bana gerekli olan o tanıdık coşma. "Senin gerçek yaşamın da, benimki gibi fikirler," demişti Desmond bir keresinde. Ama unutmamalı ki fikirler tulumbayla çekilmiyor. Kendimi dinlemeyi sevmeye başlıyorum. Uyku ve gevşeklik: hayallere dalmak; okumak; yemek pişirmek; bisiklete binmek; ah ve tabi bir de zorlu, adamakıllı geçit vermez iyi bir kitap; Herbert Fisher. Bu da benim reçetem.
...
Hayır: İçe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James'in dediğini hatırlıyorum: durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğü seyret. Kendi kendini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin ya da öyle umuyorum. Bu zamanı en çok yararıma olacak biçimde geçirmeye karar verdim. Pek çok başarılar bırakacağım ardımda. Bu sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor; ama tam da öyle değil. Müze'ye bir bilet alsam; her gün bisikletle gidip tarih okusam. Diyelim her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam. Bir şeyle uğraşmak çok önemli....
Saat yedi olmuş, bunu fark etmek hoşuma gitti nedense: yemek pişirmeliyim. Mezgit ve sosis. Düşünüyorum da insan 'mezgit ve sosis' diye yazınca mezgitle sosis üzerinde belli bir egemenlik kuruyor.
...
Her zaman hatırladığım sözler neydi-ya da unuttuğum."Son bakışınla bak bütün güzel şeylere"
Bu umutsuzluk kuyusu, yemin ediyorum, beni yutamayacak. Harikulade bu yalnızlık. Rodmell'de hayat çok dar. Ev rutubetli. Ev dağınık. Fakat başka çaresi yok. Zaten yakında günler de uzayacak. Bana gerekli olan o tanıdık coşma. "Senin gerçek yaşamın da, benimki gibi fikirler," demişti Desmond bir keresinde. Ama unutmamalı ki fikirler tulumbayla çekilmiyor. Kendimi dinlemeyi sevmeye başlıyorum. Uyku ve gevşeklik: hayallere dalmak; okumak; yemek pişirmek; bisiklete binmek; ah ve tabi bir de zorlu, adamakıllı geçit vermez iyi bir kitap; Herbert Fisher. Bu da benim reçetem.
...
Hayır: İçe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James'in dediğini hatırlıyorum: durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğü seyret. Kendi kendini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin ya da öyle umuyorum. Bu zamanı en çok yararıma olacak biçimde geçirmeye karar verdim. Pek çok başarılar bırakacağım ardımda. Bu sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor; ama tam da öyle değil. Müze'ye bir bilet alsam; her gün bisikletle gidip tarih okusam. Diyelim her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam. Bir şeyle uğraşmak çok önemli....
Saat yedi olmuş, bunu fark etmek hoşuma gitti nedense: yemek pişirmeliyim. Mezgit ve sosis. Düşünüyorum da insan 'mezgit ve sosis' diye yazınca mezgitle sosis üzerinde belli bir egemenlik kuruyor.
...
Her zaman hatırladığım sözler neydi-ya da unuttuğum."Son bakışınla bak bütün güzel şeylere"
(1941)
Virgina Woolf 28 Mart 1941 günü Ouse nehrinde kendini sulara bırakarak intihar etti.
Leonard onun bastonunu Southease köprüsü yakınlarındaki sahil şeridinde buldu.
Virgina'nın cesedi üç hafta kadar sonra ırmağın karşı kıyısının biraz yukarısında bulundu.
Leonard onun bastonunu Southease köprüsü yakınlarındaki sahil şeridinde buldu.
Virgina'nın cesedi üç hafta kadar sonra ırmağın karşı kıyısının biraz yukarısında bulundu.
Etiketler:
Edebiyat
Alexander Gardner, Portrait of Lewis Payne
Fotoğrafın iki temel öğesi studium ve punctum: Studium, fotoğrafın enformatik yanını "kültürel bir ilgi alanını" içerir. Punctum ise bazen mevcuttur. Ayrıntılardadır. "Beklenmedik bir parıltı, bir "Stigmatum" bir ok saplanmasıdır.
Barthes bu tür bir punctuma Amerikan iç savaşını belgeleyen başlıca fotoğrafçılardan biri olan Alexander Gardner'ın (1821-1882) çektiği, 1865 tarihli Lewis Pane (1844-1865) portresini örnek verir. (yukarıdaki fotoğraf)
Payne, Lincoln suikastına karışmış ve yanı sıra Dış işleri bakanının evini basarak onu öldürmeye kalkmış, olay sırasında orada bulunan insanları yaralamıştır. Ardından yakalanarak, idama mahkum edilmiştir. Gardner, Payne'ın birçok fotoğrafını (idam sehpası dahil) çekmiştir. Barthes'in seçtiği Payne'in elleri kelepçeli, hücresinde, idamını beklediği anın fotoğrafıdır. Fotoğrafta bir genç adam görülür. Genç, sarışın, açık renk gözlü biri, Lewis Pane.
" Punctum ise şudur: O ölecek. Bu olacak ile bu vardı'yı aynı anda okuyorum. Ucunda ölüm olan geçmiş bir geleceği dehşet içinde gözlüyorum. Pozun mutlak geçmişini (geniş zaman) veren fotoğraf, bana gelecekteki ölümü anlatıyor. Beni delen şey bu eşdeğerliliğin keşfidir. Bu punctum tarihsel fotoğraflarda çok berrak bir biçimde okunabilir: bunlarda hep zamanın bir yenilgisi vardır: bu ölmüştür, bu ölecektir. Köyleri üstünde uçan ilkel bir uçağı seyreden şu iki küçük kız -ne kadar da canlılar! Tüm yaşamları önlerinde; ama onlar aynı zamanda ölüler (bugün) o halde zaten ölüydüler (dün). En uçta bu zaman bozgununun verdiği baş dönmesini yaşamak için mutlaka bir bedenin temsil ediliyor olması gerekmez. 1850’de August Salzmann, Kudüs yakınlarında Beith Lehem’e (o zaman böyle yazılıyordu.) giden yolu fotoğraflamış: ortada taşlı bir zemin ve zeytin ağaçlarından başka bir şey görünmüyor: ancak burada üç farklı zaman benim başımı döndürüyor: benim şimdiki zamanım, İsa’nın zamanı, Fotoğrafçı’nın zamanı; hepsi de birer gerçeklik örneğidir – ister kurgusal, ister şiirsel olsun, köklerine kadar inanılır olmayan metnin ince işi değil."
R. Barthes
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Roland Barthes
Richard Avedon - Köle Doğdu (Roland Barthes)
kesinlikle saf olduğu sürece, maske anlam demektir... |
Avedon’un fotoğrafladığı William Casby’nin portresinde köleliğin özü apaçık ortaya konmuştur: kesinlikle saf olduğu sürece, maske (antik tiyatroda olduğu gibi) anlam demektir. Büyük portre fotoğrafçılarının aynı zamanda büyük mitoloji uzmanları olmaları işte bundandır: Nadar (Fransız kentsoyluluğu), Sander ( Nazi öncesi Almanya’sının Almanları), Avedon (New york’un üst tabakası).
Köle doğdu’ da noema çok şiddetli; çünkü burada adam bir köle idi: O, köleliğin bizden pek de fazla uzakta olmadan var olduğunu onaylıyor; hem de bunu tarihsel bir tanıklık ile değil, söz konusu olan geçmiş de olsa, yeni ve biraz da deneysel bir kanıtlama kuralı ile onaylıyor – artık yalnız inandırılarak gelen bir kanıt değil: dirilmiş İsa’ya dokunmaya çalışan St. Thomas’a göre olan bir ispat.
Köle doğdu’ da noema çok şiddetli; çünkü burada adam bir köle idi: O, köleliğin bizden pek de fazla uzakta olmadan var olduğunu onaylıyor; hem de bunu tarihsel bir tanıklık ile değil, söz konusu olan geçmiş de olsa, yeni ve biraz da deneysel bir kanıtlama kuralı ile onaylıyor – artık yalnız inandırılarak gelen bir kanıt değil: dirilmiş İsa’ya dokunmaya çalışan St. Thomas’a göre olan bir ispat.
(Camera Lucida'dan)
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Roland Barthes
Virgina Woolf'un günlüğü
Dün kahvaltı’ da L. Odama geldi ve “Goldie öldü.” Dedi. Onu hiçbir zaman çok iyi tanımadım ama aramızda o güvenilir Cambridgelilerle kurduğum ortak duygu vardı: ve tabii Dalgalar hakkında yazdıklarından da hoşlanmıştım; böylece yakınlaşmıştık. Çok garip bir duyguya kapılıyorum bu aralar, hepimiz geniş bir işin ortasındayız sanki; bu kalkıştığımız şeyin görkeminin -hayatın-; ölümlü olmanın: bir sonsuzluk sarıyor çevremi. Hayır- anlayamıyorum-bırakacağım kendi kendine kuluçkaya yatsın, bir “roman” şeklini alacak herhalde. (Sonradan daralıp roman fikrini alan fikirler işte böyle geliyor aklıma)
Gece L.’yle ölümden konuştuk yine, bu yıl ikinci kez oluyor; belki de bir otomobilin tekerlekleri altında ezilen solucanlar gibi olduğumuzu; solucan ne bilir arabayı –onun yapısını? Bir neden olmalı: eğer varsa, bizim, insanoğullarının kavrayabileceği bir neden değil. Goldie’nin belli bir mistik inancı vardı.
5 Ağustos Cuma
1930
Ama içimde dur durak bilmeden arayan biri de var. Hayatta neden hiç keşif yok? Parmağınızı basabileceğiniz ve "hah, işte bu" diyebileceğiniz bir şey? Depresyonum, hırpalanmış bir duygu. Bakıyorum: ama -o değil-o değil. Peki ne? Onu bulmadan ölecek miyim peki? Sonra (geçen gece Russel Meydanı'ndan geçerken olduğu gibi) gökyüzündeki dağları görüyorum; ve yüksek bulutları; İran üzerinde yükselen ayı; bir şeylerin yüce, şaşırtıcı duygusu var içimde, "O" olan şeyin. Dediğim tam olarak güzellik değil. O şey, kendi içinde yeterli; doyurucu; erişilmiş. Dünyayı arşınlamakta olan kendi yabancılığıma dair bir duygu da var; insanın durumunun sonsuz tuhaflığına dair; Russel Meydanı'ndan yürür geçerken, orada tepede ay ve dağların başını almış bulutlar; kimim, neyim, vesaire; bu sorular hep içimde süzülüp duruyorlar; derken kesin bir olguyla burun buruna geliyorum- bir mektup, bir kişi ve yeniden büyük bir tazelenme duygusuyla onlara dönüyorum. Hep böyle sürüyor. Ama bu görünümde, ki gerçek olduğunu sanıyorum, oldukça sıklıkla hep "O"na rastlıyorum: ve oldukça huzurlu hissediyorum kendimi.
Gece L.’yle ölümden konuştuk yine, bu yıl ikinci kez oluyor; belki de bir otomobilin tekerlekleri altında ezilen solucanlar gibi olduğumuzu; solucan ne bilir arabayı –onun yapısını? Bir neden olmalı: eğer varsa, bizim, insanoğullarının kavrayabileceği bir neden değil. Goldie’nin belli bir mistik inancı vardı.
5 Ağustos Cuma
1930
Ama içimde dur durak bilmeden arayan biri de var. Hayatta neden hiç keşif yok? Parmağınızı basabileceğiniz ve "hah, işte bu" diyebileceğiniz bir şey? Depresyonum, hırpalanmış bir duygu. Bakıyorum: ama -o değil-o değil. Peki ne? Onu bulmadan ölecek miyim peki? Sonra (geçen gece Russel Meydanı'ndan geçerken olduğu gibi) gökyüzündeki dağları görüyorum; ve yüksek bulutları; İran üzerinde yükselen ayı; bir şeylerin yüce, şaşırtıcı duygusu var içimde, "O" olan şeyin. Dediğim tam olarak güzellik değil. O şey, kendi içinde yeterli; doyurucu; erişilmiş. Dünyayı arşınlamakta olan kendi yabancılığıma dair bir duygu da var; insanın durumunun sonsuz tuhaflığına dair; Russel Meydanı'ndan yürür geçerken, orada tepede ay ve dağların başını almış bulutlar; kimim, neyim, vesaire; bu sorular hep içimde süzülüp duruyorlar; derken kesin bir olguyla burun buruna geliyorum- bir mektup, bir kişi ve yeniden büyük bir tazelenme duygusuyla onlara dönüyorum. Hep böyle sürüyor. Ama bu görünümde, ki gerçek olduğunu sanıyorum, oldukça sıklıkla hep "O"na rastlıyorum: ve oldukça huzurlu hissediyorum kendimi.
Etiketler:
Edebiyat
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)