TEN VE ÖTESİ

1.

"Vücudumuzu oluşturduğu zaman sadece temizliğine, beslenmesine ve acı çekmesine özen gösterdiğimiz şu ten, ancak bizim dışımızdaki bir kişi tarafından canlandırıldığı ve uzmanların bile hemfikir olmakta güçlük çektiği bir güzellik ölçüsü adına okşandığında önem ka­zanabiliyor ve gitgide tuhaf bir saplantıya dönüşüyor (Marguerite Yourcenar)

Çıplak tenle birebir ilişkiye girmenin öyküsü tarih ön­cesine dek uzanmasına karşın, bunun dillenmesi için bin- yıllar boyu beklemek zorunda kalmıştır insanoğlu. Bedenin kişiye özel biçimini keşfedip kaydetme arzusu, öte-dünya'yı kollamakla görevli bekçilerce sürekli engellen­miştir çünkü; tensel haz arayışı, cehennem ateşini tutuştu­ran en büyük günahtır bu evrede.

Ne var ki, yalnız cehennemde cayır cayır yanarken de­ğil, cennette de çırçıplaktır homo sapiens. Dünyevi hazzı ve acıları şaşırtıcı bir kesinlikle kanıtlayan ten, ölüm sonrası da tanık olmaktadır buna. Tendeki renk değişimini anım­sayalım: Beşikten mezara hep kavruk kalmaya mahkûm yoksulun ten rengi kara sarıya çalarken, varlıklı olanda çoktan pembeye dönüşmüştür bu. Öyle ki, güneş bile ça­resiz kalır burada; zira birinin kavrukluğu iyice ortaya çı­karken, öbürü gitgide bronzlaşır. Bu bağlamda turistik ge­zi kataloglarında karşılaştığımız bronz ten, özünde deniz, kum ve güneşle pekişen sağlıklı görünümün sembolüdür sadece. Bu arada, cildin spor ve elbette leziz mutfaktan dolayı gerginleşmesiyse -kırışıklıkların kısmen de olsa gi­derilmesine katkıdan ötürü-, söz konusu zindeleşme programına son noktayı koyar: Pürüzsüz ten, sürtüşme ânını kendiliğinden hazza çevirecek denli nemli ve kay­gan olmaya hazırdır; çünkü bundan sonrası kozmetik endüstrisinin birkaç kremle müdahalesine kalmıştır sadece.

Buna göre, yaşlanma, pörsümeye yazgılı tenin salt dermatolojiyi ilgilendiren deri'ye dönüşmesidir; ölümün eşiğindeki beden, tıpkı bir tespihböceği gibi kendi içine kapanır: küskün, hüzünlü ve kupkuru. Yaşlılığa-giriş, buruşarak küçülmeye başlamaktır; ve ten, aynen sismograf duyarlılığıyla anbean kaydetmektedir bunu. Greta Garbo'yu anımsayalım: otuz beş yaşından sonra tüm hayatı bu kay­dı izleyerek geçmiştir nerdeyse!

Belki de bu yüzden, teniyle arası açılan insan önce ay­naya küser. Apaçık: Hayal gücünün kendimizi seyretme­ye yetersiz kaldığı noktada düpedüz korkulu rüyadır ay­nayla diyalog arayışı. Ayna, tenin seyir defteri olarak, başlangıçta mutluluğu, ama çok geçmeden yıkım duygu­sunu ikiye katlar; üstelik alabildiğine pervasız ve küstah bir tavırla. Herkes biliyor: Sırlı levha, doğruyu söyleme hakkını hep sona bırakır, öyle ki, aynayı tekinsiz (dö­nek?) kılan şeyin çoğu kez aynı gerekçeden kaynaklandı­ğını rahatça söyleyebiliriz: Önceleri kendini olduğundan daha güzel görme arzusuna çanak tutan ayna, zamanla kâbusa çevirmiştir bu mutluluk oyununu. Beden sark­maya başladığında, ansızın doğrucu davut kesilmiştir ayna; kırış kırış olan boyun, kendini taşımakta zorlanan göğüs ve kalçalar, yumuşayıp pelteleşen kas örgüsü, vb. her şey, çıplak teni kendisiyle vedalaşmaya zorlamakta­dır şimdi; diriliğini yitiren organın ölmeden önce hayat­la bağı kopmuştur nasılsa!

Öte yandan, kırılgan doğasıyla ten, aile içi şiddetten kurumsallaşmış (resmi) işkenceye kadar her türlü insanlık dı­şı davranışın da hedef tahtasıdır; ve yine renkle tepki verir buna -haysiyetine tecavüz edilen ten, suskunluğunu mo­rarmayla geçiştirir; çünkü morartı, öncelikle buna sebep olan yüz karasıdır gerçekte. Bu bağlamda temel hak ve özgürlükleri kısıtlamayı öngören her rejimin başat özelliği, tende iz bırakan sorgulama yöntemidir daima. Dolayısıyla adli tıp raporuna giren her morartı, gerikalmışlığın göster­geleri arasında devamlı ilk sırayı alır -ya da şöyle formüle edelim: hiçbir şey, sırttaki cop yahut kırbaç kadar demok­rasinin ayaklar altına alındığını göstermez.

Bir de şu var: Başkasının teni, homo socialis'in aynasıdır; ama baktığında kendini görebilmesi için çaba sarf etmek zorunda olduğu bir ayna.

2.

Çıplak ten, özü itibariyle her an cinsel haz objesi olma­ya aday bir et yığınıdır. Ne var ki, bakış açısında yapaca­ğımız küçük bir değişiklikle her şey değişmeye hazırdır burada. Nitekim aynı çıplak ten, savunmasız konumdaki bedeni sadece estetiğin ilgi alanı içinde kalma koşuluyla da sorgulamaya davet eder bizi. Antik Yunan için bu sor­gulama, organlar arasındaki orantıyı keşfetmek üzere çıkı­lan zahmetli bir yolculuktur; çünkü görünen, bir başka deyişle model olarak kabul edilen, ötesine geçip, ideal ola­nın bulunmasını talep etmektedir daima. Buna göre, Sokrates'ten Platon'a kadar birçok filozofun sayısal ilişkide aradığı güzellik anlayışı Polykleitos'un genç atletlerinde doruk noktasına ulaşır. Gerçi Tanrı ve insanın karşılıklı olarak birbiri içinde tecelli etmesi, burada karşılaştığımız çıplaklığın daha ziyade bir metafor olduğunu gösterir. Dolayısıyla, bu dönem boyunca çıplaklığı meşru (sorun­suz?) kılan şey, organlar arasındaki ilişkide ideal orantıyı bulmak üzere, insanüstü olanın temsil edilmesidir -Apollon'un vücudu, sonsuza dek öyle kalacağına dair güven­cenin sembolüdür ilkönce.

Uygarlık tarihinde gündelik hayattan sanata kadar çıplaklığın bir utanç konusuna dönüşmesi çeşitli aşamalar­dan geçmiştir. Bu bağlamda hep aynı şeye tanık oluruz: Çıplak tenin belli bir kişiye ait teşhir objesi olarak günde­me gelip, kendi açmazlarıyla yüzleşmesi yüzlerce yılını almıştır insanoğlunun. Beden, öte-dünya'daki mutluluk adına hor görüldüğü sürece, çıplaklık, olsa olsa anonim vücudun çilekeşliğine hizmet etmekle yükümlüdür yal­nızca. Dolayısıyla, gerçek anlamda çıplak olmanın ilk şar­tı, vücudun önce gökyüzünden kurtulmasıdır; Tanrı'yla insanın birbirine karıştığı düzende, soyunma sadece Tanrı'ya yaraşırken, insana da hep bol gelmektedir çünkü.

Bütün bunlar, çıplak tenle yüz yüze gelme konusunda bir kez daha zaman'ı gündeme getirir. Mitolojik figürün zaman karşısındaki ayrıcalığına ölümlü olan imrenerek bakmasına rağmen sonuç değişmez: Her canlı gibi insan da ölmek için doğar gerçekte; tense bu olgunun gizemli kayıt defteridir.


Bu bağlamda Rönesans sanatı başlı başına bir dönüm noktasıdır. Leon Battista Alberti'ye göre, insanın sahip olduğu şeyler arasında ilk sırayı zaman alır; ruh ve beden de bunu tamamlar. Beden, uçup gitmesine seyirci kaldığı­mız bu en değerli şeyin, zaman'ın yegâne muhatabıdır; ölüme yolculuğun işaret levhalarına her gün bir yenisi ek­lenir vücudumuzda; ve tıpkı ölüm gibi, bedenin mülkiyet hakkı da sadece ve koşulsuz olarak sahibine aittir daima. Nitekim Albrecht Dürer'in otoportresinden kadınlar ha­mamına kadar çıplağı işlediği yapıtlarında açıkça bunu görürüz: Çıplak ten, zamanla hesaplaşmak için sadece bir bahanedir burada.

Gelgelelim, çıplak tenin böylesine öznel olması, onun en zayıf noktasıdır aynı zamanda; kırılgan doğasıyla her türlü saldırıya açık ve lahzada zedelenmeye mahkûm­dur çünkü. Fuhuş sektöründen toplama kamplarına ka­dar çeşitli örnekleri anımsamaya çalışalım: İradesi dışın­da soyunmak zorunda kalan kişi, acınası bir yaratığa dö­nüşmüştür. Herkes biliyor: Toplama kampında şiddete maruz kalanların en sıkıldığı konu, cebren soyunmuş ol­maktır: "insan istifinin ve çıplak vücutların mucizesi: Bü­tün insanların birbirinin yerine geçebildiği, homojen ve benzer olduğu bir evren doğar. Soymak ve gruplaştır­mak; görünüşte tamamen işlevsel olan bu iki davranış, yüzünün insana atfettiği gizemli ayrıcalığı elinden alır. Birey kitle içinde boğulmuştur, yüz artık vücudun geri kalanından ayrı değildir" (A. Finkielkraut).

Bedene sahip çıkmanın önkoşulu, onu başkalarıyla paylaşma özgürlüğüdür; sevişme ediminde bile bedenin yarısı sahibinde kalır çünkü -zorla soyunmuş olansa bu yarıyı yitirmiş olmanın ezikliği içindedir hep.


3.

Tensel ilişki, dokunma duyusunun tüm vücudu istila etmesidir; bu aşamada partneriyle yekvücud olanın eliyle gözü birbirinin yerini almaya başlamıştır artık -aynen Goethe'nin sözünü ettiği 'gören el' ile 'hisseden göz' gibi. Bu­na göre, yatağa giden yolda el, her ne kadar gözün bırak­tığı yerden başlasa da, dokunma duyusu sonuna dek kop­maz ondan. Erotizmde parçaya bütünü yutma hakkını hep el verir göze; en azından elin katkısıyla baktığını gö­rür göz -ya da körelme hakkını saklı tutar, orgazm öncesi 'hisseden göz', gören kördür artık.

Bütün bunlar, resimden fotoğrafa kadar görsel sanat­larda dokunmaya ilişkin olanın (haptisch) hangi sebeple sürekli gündemde kaldığını gösterir. Hiç kuşkusuz bura­da söz konusu olan sorun, incamato'mın (ten rengi) nasıl çözümleneceği değil, dokunma duyusunu kışkırtan -ya da buna öncelik tanıyan- temsilin ne ölçüye kadar estetik kaygıyla aynı düzlemde yer alacağıdır.

Çıplak ten, özünde ellemeye çağrıdır; ne var ki, gerçek­lik duygusunun aşırı müdahale ihtimali, sanat yapıtını alımlama sürecine kendiliğinden eşlik etmesi beklenen arınma'yı devamlı tehdit eder burada; ellemek, daha sonra dizginlemekte zorlanacağımız ölçüde fizyolojinin ilgi ala­nına girmeye yatkındır çünkü -ve bu da farkına varma­dan pornografinin sınırına dayandığımızı ortaya koyar hiç kuşkusuz.

Max Raphael, Sanatta Dokunma Duyusu Üzerine başlıklı yazısıyla bu konuda epeyi ışık tutar bize. Raphael'e göre, aralarında birçok sanatçı ve düşünür de olmak üzere, sa­natta dokunma duyusunu dışlamaya yönelik yaygın eği­lim büyük bir yanılgıdır esasen; ve bunu kanıtlamak üzere Georg Simmel'den yaptığı bir alıntıyla başlar yazısına: "Dokunma duyusu, psikolojik açıdan hakiki gerçeklik duygusudur; yalnızca tutabildiğimiz şey sahiden gerçekli­ğe sahiptir. Hiç kuşkusuz tuval ya da mermeri elleyebiliriz, ama burada söz konusu olan sanat yapıtı, bir şiirin üzerin­de yer aldığı sayfa neyse odur. Özünde biçim olan sanat, tamamen görme duyusunun ilgi alanı içindedir" Rapha­el'se doğal olarak karşı çıkar buna; çünkü dokunma duyu­su tüm vücuda yayılmış olmaktan öte, özü itibariyle soylu ve saftır. Öte yandan, burada muhatap olduğumuz şey ala­bildiğine karmaşık bir süreci kapsar -ve doğası gereği alı­cı/verici, duyusal/devimsel olan insanın bu özelliği tama­men elle bağıntılıdır, bunun dışında kalan organlarsa edil­gen olup, arzudan öteye geçmez sınırları: "Göz ve kulak yutar, ama tutamaz. Sadece el -biyolojik anlamdaki en yük­sek amaç ilkesi bağlamında-, sıkı sıkıya devimsele bağlı duyusal işleviyle hisseder, arzular ve avuçlar."


Öte yandan, resimde dokunma duyusunu kışkırtan et­menler arasında ten renginin ne dereceye rol oynadığı cid­di bir tartışma konusudur; en azından salt bununla açıklayamayacağımız denli başka tinsel niteliklerin varlığı da belli bir önem sırasına göre sökün etmeye hazırdır; ve be­den, kendi fiziksel yapısından kaynaklanan özelliğiyle ilk sırayı alır.

Çıplak ten -göğüsten kalçaya, vulvadan rektuma kadar- erotizmin ilgi alanına girer girmez her biri fetiş olmaya aday bir dizi girinti/çıkıntılar manzumesidir aslında. Do­kunmaya ilişkin olansa (elleme/avuçlama) sessizce burala­ra tüneyip pusu kurmuştur bize. Bu bağlamda dipdiri bir göğüs -başta ait olduğu bütün (beden) olmak üzere- kendi­siyle birlikte temsil edilen ne varsa tümünü tek başına yu­tup, öylece el/lenmey/i kışkırtacak denli fetiş olmaya aday­dır; ve hiç şüphesiz, böyle bir durumda ten renginin işlevi hiçbir zaman yardımcı olmaktan öteye geçmez artık. Dola­yısıyla, incarmto' nun öyküsü resim tarihinde başlı başına bir araştırma konusu olmasına rağmen, en yetkin örnekler­de bile -Tziano'dan Rubens'e, Boucheı'den Renoir’a kadar uzayan örnekleri anımsayalım- dokunma duyusu arka planda kalmaya devam eder; resim, pornografinin tuzağına düşmediği sürece dokunmaya ilişkin olanı hep uysallaştır­ma suretiyle temsil etmektedir; malzeme estetiğinin öngör­düğü üretim tarzı ısrarla bunu şart koşmaktadır çünkü. Oysa fotoğraf çok daha esnektir bu konuda; öyle ki pornografinin sınırına dayandığı noktada bile hâlâ ödün vermeden varoluş gerekçesine sahip çıktığına sıkça tanık oluruz. Duyarlı levhada malzeme estetiği, dokunma du­yusunun ilgi alanına gireni ait olduğu yere teslim etmek­te resim kadar zorlanmaz; burada renk, ışık, ritim, vb. dü­zenlemeye ilişkin öğeler kendiliğinden gerçeklik duygu­suyla kuşatılmıştır çünkü. Fotoğraf, görüntünün önünü keserken, resim kovalamak zorundadır hep.

Ne var ki, bütün bunlar temelde yatan şu gerçeği değiştirmez: Sanat, çıplağı sonsuza dek soyma imkânı verir, ama duyulardan herhangi birine öncelik tanıyanın düş kırıklığını göze alması koşuluyla.

Sonsöz: Tensel tutkuya imgelem gücünü katık etme­yen, henüz çıplak tenle karşılaşmamıştır.

Mehmet Ergüven

*
blogda Mehmet Ergüven'in Yazıları: 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder