Ölüler Adası'yla neyi anlatmak istediği sorusuna Arnold Böcklin'in verdiği yanıt tarihe geçecektir: "Neyi görüyorsanız onu. Resim yapıyorum; bulmaca değil."
Gerçekte
dış dünyadaki karşılığını kolayca algılayabildiğimiz figürler bağlamında,
herşeyi ile apaçık bir resimdir Ölüler Adası, ancak görüntüyü alabildiğine
soğuran atmosfer içeriği, giderek farklı bir anlamın varlığı konusunda sürekli
rahatsız etmeye başlar bizi - görüntü, ardında gizlenen için bir vesileye
dönüşmüştür neredeyse.
Bu
resme dikkatli baktığımızda, simgesel anlamıyla uzlaşılmış gösterge yığınını
zorlayan şeylerin kendiliğinden ön plana geçtiğini görürüz. Nitekim başta ada,
selvi, deniz, kayık ve dağ olmak üzere birçok şey gündelik yaşamda söz konusu
olan çağrışım alanını epeyce aşmıştır burada - en azından, yananlamların ortak
paydasında tanık olduğumuz ilişki, her türlü rastlantının ötesindedir.
Yazın
dünyasında bunca sık karşılaştığımız adaya ressamların nadiren ilgi duymuş
olması, Böcklin'in resmini ilginç kılan nedenler arasında ilk sırayı alır hiç
kuşkusuz. Gerçi simgesel içeriğiyle hayli zengin bir yapıya sahip olmasına
rağmen, yazında karşılaştığımız ada, öncelikle katıksız mutluluğun vaat
edildiği bir düşler ülkesi, daha doğrusu ütopyadır. Bu bağlamda 1500'lü
yıllardan itibaren yeni toprakları keşfetmenin hala kaçıp sığınabileceği bir
yer bulunduğunu fark eden insanoğluna yeni ufuklar açtığını görürüz;
mutluluğun bu dünyada var olabileceğine ilişkin inanç, uzaktaki toprağı
cennete çevirmiştir bundan böyle - ada, her türlü sorunun (sömürü) bertaraf
edildiği, evrensel ölçekte düşünülen bir dayanışma ve huzurun simgesidir ilk
önce: "Özlenen mutluluk adası, ölümün gölgesini taşıyan Hıristiyanlık
cenneti değildi artık. ... Atlantis masalı ile yeni bulunan ülkelerle ilgili
mutluluk, zenginlik, güzellik söylentileri kafalarda birbirine karışırken,
özlenen ada yepyeni bir anlam kazanıyordu."
Ölüler
Adası' nda ise Jung'un ilkörneklerini doğrulayan simgesel içerik tüm resmi
kuşatır; ölüme işaret etmeyen hiçbir şey yoktur burada: "Jung'a göre ada,
bilinçdışının tehditkâr ’derya'sından gelen saldırıya karşı bir sığınak, başka
bir deyişle, bilinç ile iradenin sentezidir.... Ada aynı zamanda tecrit,
yalnızlık ve ölümün simgesidir." Gerçi kayığın içinde gördüğümüz tabut ve
kefen bu konuda çok daha net bir ipucu verir bize; ancak yaşantı içeriğinin
yoğunluğu karşısında, ölümü çağrıştıran şeylerin dolaylı (simgesel) varlığı,
düzanlamıyla ölümün temsilini çoktan aşmıştır bu resimde. Böcklin her şeyden
önce ölümcül sessizliğin ardına düşmüştür sanki: "Öylesine bir durgunluk olmalı ki, kapıya vurulduğunda ödü kopmalı
insanın." Nitekim resmin adını da bu beklentiye göre koymuştur
Böcklin: Sakin Bir Yer. Gelgelelim onun değil, sanat taciri Fritz Gurlitt'in
istediği isim benimsenmiştir sonuçta.
Öte
yandan daha ilk günden itibaren ölüm ve fanilik izleğinin Böcklin'e eşlik
ederek resmini yönlendirdiğini görürüz; yaşamı boyunca tifüsten kurtulamayan
sanatçı on dört çocuğundan sekizini de yine bu hastalık yahut kolera nedeniyle
yitirmiştir. Henüz on altı yaşındayken yaptığı desenler arasında Kafatası ve Anıt Mezar gibi örneklere,
ölümle gireceği diyaloğun habercisi olarak bakabiliriz pekala. Dolayısıyla Ölüler
Adası'nın beş kez yapılmış olması büyük ölçüde bu olgudan kaynaklanır; ölümle
birliktelik zaman zaman hayata küsen Böcklin için gizli bir özlemdir aslında -
tıpkı Hugo von Hofmannsthal'ın Ariadne'sı gibi:
Es gibt ein Reich, we alles
rein İst:
Es hat auch einen Namen:
Totenreich.
Bir ülke var, her şey
tertemiz orada:
Bir de adı var: Ölüler Ülkesi
Ölüler Adası'nın yapılması,
baktıkça rüya görebileceği bir resim arayan Marie Berna'nın siparişi üzerine
gündeme gelir ilk önce; ancak bugün Metropolitan
Müzesi'nde bulunan resim Berna'ya ulaştığında, söz konusu eser ikinci
çalışmadır; boyut nedeniyle ilki henüz tamamlanmamıştır - Böcklin'in daha
sonra tekrar elden geçireceği bu resim ise Basel
Müzesi'nin koleksiyonuna girecektir. Gurlitt'in ısrarı üzerine yapılan
üçüncü örneğe gelince, bunun öyküsü başlı başına bir olaya dönüşür: kurnaz tacirin
fahiş kârla sattığı resim, para işlerine pek aklı ermeyen BöckIin'in yediği
önemli darbelerden biridir; Ölüler Adası elli yıl sonra büyük bir Böcklin
hayranı olan Adolf Hitler'in koleksiyonundaki - Böcklin'den tam on bir resme
sahip olan Führer bu resmi Obersalzberg'deki özel malikânesinde korur. Bugün
Berlin'de bulunan bu resmi izleyen dördüncüsü kaybolmuştur, son örnek de Leipzig'dedir.
BöckIin'in
sanatçı kişiliği bağlamında bütün bunlar, ticari kaygıyla yapılan tekrardan
öte, bir başka gerçeği dile getirir kuşkusuz: uygarlığın yol açtığı düş
kırıklığı. Ölüm, Yahya Kemal'in deyişiyle, "asude bahar ülkesidir"
bu adada. Böcklin için çağdaş teknolojinin uzağındaki Akdeniz (İtalya) hâlâ
uygarlığa karşı direnen bir yöredir; İtalya tutkusunun ardında bu ülkenin
görkemli sanat tarihi değil, yoksulluk ve henüz gelişmemiş endüstri yatar.
Bununla birlikte, yazın ve gerçek hayatta Ölüler Adası' na esin kaynağı
olabilecek örnekleri bulma yolunda harcanan hiçbir çaba sonuç vermemiştir;
olsa olsa dolaylı ve kanıtlanamayan bazı ipuçları söz konusu olmuştur. Ada,
eşinin de altını çizdiği üzere, Böcklin için simgesel anlamının ötesinde başını
dinleyebileceği bir yerdir her şeyden önce. Gelgelelim sanatçının somut
yaşamdaki huzur arayışı ile ikinci örnekten itibaren mezar taşına imzasını
atan bilinçdışı tavrı arasında hayli karmaşık bir ilişki olduğu açıkça
ortadadır. Dolayısıyla, ada ve selvi gibi ölümü simgeleyen figürlerden hareket
ederek, yapıt ile sanatçının iç dünyası (bilinçdışı) arasında bire bir ilişki
kurmaya yönelik her değerlendirme modeli yalnızca yanıltıcı olacaktır.
Böcklin
bu resimle ne anlatmak istediği sorusunu bir bakıma yanıtsız bırakmıştır;
çünkü görünmeyeni görünür kılma özelliğine karşın, hiçbir resmin algılanabilir
olandan koparak bunu hayata geçirme şansı yoktur - görünenden fazlası, bizim
kendi öznel algı içeriğimize göre resme eklediğimiz şeyden ibarettir yalnızca.
Bu
bağlamda Ölüler Adası'nda gördüklerimizi tüm ayrıntılarıyla sıralayıp pekâla
bir sonuca varmak mümkündür; ama ne denli hassas ve tutarlı olmaya çalışırsak
çalışalım, öngördüğümüz yorum ya da anlamlandırma çabası daima resmin
kendisiyle ilgili bir bulguyu dile getirecektir - yaratıcının "kendi
beni"ni aradığı sanat eserinde hiçbir simge bilinçdışını tam tamına yansıtan
bir ayna değildir.
Herhangi
bir simgeye sanatçı ya da eserini deşifre etmek üzere aşırı güven duymak, özgün
(özgür?) yorumun ölümüyle eşanlamlı olacaktır. Bir sanat yapıtında kendisiyle
karşılaşmaya hazırlıklı olmayan yorumcu -ya da eleştirmen- her şeyi bulabilir,
ama aradığını asla.
The Island of Life, 1888 |
Aile
içinde bitmeyen hastalık ve ölümler yüzünden Ölüler Adası'ndaki figürleri
sadece simgesel içerikleriyle dikkate alıp, Böcklin’i çözümlemeye çalışmak
peşinen yanlışa sürükler bizi unutmayalım: palmiyeler arasında genç kızların
oynaştığı Hayat Adası da aynı
sanatçının imzasını taşımaktadır.
1996
*
Mehmet Ergüven'in
Görmece isimli kitabından
Görmece isimli kitabından
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder