albert camus sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
albert camus sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

Kulübe Güncesi: Manzara

 "Bir manzarayı tek bir kez ama uzun uzun seyrederek acılarını tedavi eden bir çağdaşın öyküsü yazılacak...

...Ve güneşin ısıttığı taş, ya da bulutsuz gökyüzü altında daha da uzun görünen servi, “haklı olma”nın bir anlam kazandığı tek dünyanın sınırlarını çiziyor: İnsansız doğanın. Bu dünya beni yok ediyor. Beni tüketiyor. Öfke göstermeden beni inkar ediyor. Ve ben, rıza gösteren ve yenik, her şeyin önceden fethedildiği bir bilgeliğe doğru yol alıyorum - keşke gözlerim yaşlarla dolmamış ve yüreğimi kabartan şiirin bu şiddetli hıçkırığı dünyanın gerçeğini unutturmamış olsaydı.

İnsan bu manzaranın içinde sürgündür, öyle ki, bu denli ağır bir güzellik başka bir dünyadan gelmiş gibi görünür."


Albert Camus

Ateş Yakana Kılavuz 🔥: Küller

 




"Lou'dan ayrıldıktan sonra kesin bir yalnızlığa gömüldüğü söylenen Nietzsche, gece, Cenova körfezine hakim dağlarda dolaşıyor ve orada, alevleri seyrettiği büyük bir ateş yakıyordu. Sık sık bu yangınları düşündüm, bu yangınların parıltısı tüm zihinsel yaşamımın arka planında dans edip durdu. Hatta, karşılaştığım bazı düşüncelere ve bazı insanlara karşı adaletsiz davrandığım olduysa da, bu, onları istemeden de olsa bu yangınların karşısına koymamdan ve onların hemen kül olmasından kaynaklanmaktadır."

Albert Camus


Kulübe Güncesi: Kaçış


 "Adirondack’ların ortasında, kuş uçmaz bir bölgede küçük bir han. Odaya girerken şu garip duygu: İş gezisine çıkmış bir adam, önceden düşünmeksizin, yabanıl bir ülkeye, uzak bir hana geliyor. Ve bu doğanın sessizliği, odanın basitliği, her şeyden uzaklık, ona, orada kesin olarak kalma, yaşamını oluşturan şeylerle bütün bağlarını koparma, geride kalanlara asla yaşamda olduğuna ilişkin en küçük bir haber göndermeme kararı verdirtiyor."

Kuzey Amerika Güncesi / Albert Camus

Kulübe Güncesi: Heidegger Yunanistan'da




1955 yılında, Heidegger'in Münih'teki Teknik  konuşmasında tanıştığı ve o zamandan beri arkadaş olduğu Erhart Kastner'le bir Yunanistan yolculuğu planlanmıştı. Son anda, gemi ve tren biletleri alındıktan sonra, Heidegger gelemeyeceğini bildirdi. Beş yıl sonra yine aynı oyun. Beraberce haritalara eğilmiş ve bir yolculuk rotası belirlemişlerdi ki, Heidegger yine kaçtı.

 'Yunanistan'ı görmeden, onun hakkında bir şeyler düşünmekle yetiniyorum. Şimdi içsel bakışımın önünde duran, şeyi, uygun bir söyleyişle tutmayı düşünmeliyim. Bunun için gereken toparlanmayı bana en iyi evim sağlıyor (21.2.1960, BwHK, 43). 

 İki yıl sonra, 1962 başlarında, Martin Heidegger nihayet "hayal eşiğini" (Erhart Kastner) aşmaya ve yolculuğa çıkmaya hazırdır. Bu yolculuğun KONAKLAMALAR başlığını verdiği kayıtlarını yetmişinci doğum günü için eşine adar. Venedik'te yağmurlu ve soğuk bir gün, gemiye binmeden önce, Heidegger'i yine kuşkular basar, kaçmış tanrılar için düşünülenler, sakın kurgulama olmasın, düşünce yolunun yanlış yol olduğunu göstermesin (A, 3). Heidegger çok şeyin risk altında olduğunun farkındadır. Yunanistan da onu artık sadece tarihin ölü bir nesnesi ve yabancı  taşımacılığının yağmaladığı Venedik gibi mi karşılayacaktır? İkinci gece yolculuğundan sonra sabah erken saatlerde Korfu adası, eski Kefalonya görünür. Phaiakların ülkesi burası mı şimdi? Heidegger güvertede bir kez daha Odissea'nın VI. bölümünü okur ve hiçbir örtüşme bulamaz. Tahmin edilenler ortaya çıkmaz. Her şey daha çok İtalyan coğrafyasına benzemektedir. Odysseus'un memleketi lthaka da Heidegger'i etkilemez. Heidegger başlangıçtaki Yunanlılığı aramanın, Yunanistan'ı keşfetmek için doğru yol olduğundan kuşkulanır; bu arayış, dolaysız deneyimi berbat etmez mi (A, 5)?

Gemi güneşli bir ilkbahar sabahı, Olimpiya'dan bir otobüs yolculuğu uzaktaki bir sahilin önüne demir atar. Süssüz bir köy, yol kenarlarında Amerikan turist otellerinin yarısı tamamlanmış inşaatları dizilidir. Heidegger kendini en kötüsüne hazırlar. Onun Yunanistan'ından geriye, sadece kendi tasavvurunun keyfiyeti mi kalacaktır (A, B)? Olimpiya yıkıntılarında sabahleyin bülbül sesleri, biçilip etrafa saçılmış sütun tamburları hala taşıyıcı yüksekliklerini korumaktadır. Bu dünya yine de yavaş yavaş Heidegger'in içine nüfuz eder.  Öğle vakti ağaçların altında çimlerde dinlenirler, büyük bir sessizlik. Şimdi varışın başarılabileceğini fark eder: Pan'ın saati hafiften seziliyor. Bir sonraki durak, Mikonos civarları. Burası, kutlama oyunlarına davet eden koca bir stadyum gibi görünür (A, 12). Bir tepede, eski bir Zeus 
 tapınağının üç sütunu durmaktadır:

manzaranın genişliğinde, gözle görülmeyen bir lirin üç teli gibi ve belki de bunların üzerinde rüzgarlar, ölümlülerin duyamadığı ağıtlarını -tanrıların kaçışının yankılarını çalmakta (A, 12). 

Albert Camus

 

Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.


Susan Sontag


Saçma


Saçma, bir aynanın karşısındaki trajik insandır (Caligula). O halde, yalnız değildir. Bir doyumun ya da sevgi bağının tohumu vardır. Şimdi , aynayı yok etmek gerek.  

Albert Camus


YAZ

"Ama işte gökyüzünün gülümsemesi.
 Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın?" 

Albert Camus



2018 / 2019

Saçma Ölüm


Ağaca çarpıp parçalandığı anda bile soruyor, kendisini sorguluyordu hala. O anın gürültüsü içerisinde bir yanıt bulmuş olduğuna inanmıyorum. Bu yanıtların hiç bir zaman bulunabileceğine inanmıyorum. İnandığım yalnızca onları aramak için sürekli ve ara vermeksizin insana özgü saçma içeren bir ölümlü gerekliliği. Hiç bir zaman aynı dönemde böylesi ölümlüler çok sayıda olmadı. Ama her zaman, bir yerlerde, en azından birisi var ve bu hepimizi kurtarmak için yeterli.

William Faulkner



4 Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe sularında, Weiler Villeblevin yakınlarında, Sens· Paris sokağında, bisikletli bir köylüyü bir Facel Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu:
arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir ikincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: ilki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücü,
dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard. Arabanın enkazı arasında bir de dördüncü yolcu bulunuyordu. Hemen ölmüştü. «Sakin, adeta şaşkın bir yüz», «hafif dışarı fırlamış gözler», çenesinde biraz kan, arka koltukların arasında yatıyordu. Kim olduğunu anlamak üzere cepleri arandığında ilk bulunan kullanılmamış bir tren dönüş bileti oldu. Ardından da bir kimlik: Albert Camus, yazar, 7
Kasım 1913 de Mondovi'de doğdu, Departement Constantine.

Aynı sırada Madam Francine Camus, 1957 Nobel edebiyat ödülü sahibinin karısı, sakin sakin Paris'teki evini kocasının dönüşü için hazırlamakla meşguldü. Dönüş bir sonraki gün için saptanmıştı. Birkaç saat önce kocasının öngörülenden erken, arabayla Lourmarin'den Paris'e, evine
dönmeye karar verdiğinden habersizdi.

Rastlansal olarak  seçilmiş bir köyde, hazırlıksız bir ölümü bekleme. Vaucluse ilinde sakin bir gömme töreni. Ve tüm dünyada, her ağızda tek bir söz: zamansız, haksız, ama her şeyden önce saçma (absurd) bir ölüm.

*
Morvan Lebesque'nin
Albert Camus kitabından


*
ilgili okuma:


*

Güneş


Eğer ölüm tek çözümse doğru yolda değiliz. Doğru
yol yaşama, güneşe götürür .... 

Albert Camus


Yoksulluk

Bazen zenginliği benim düşünemeyeceğim kadar çok olan insanlara rastlıyorum. Ama gene
de böylesi bir zenginliğe nasıl kıskanç gözlerle bakılabileceğini anlamak için kendimi zorlamam gerekiyor ... O dönemler daha sonra beni varlığın göstergesini ya da dolgun maaşlılığı alay, sabırsızlık ve zaman zaman da hiddetle karşılamaya yönelten gerçeğin farkına vardım... Sahip olma duygusunu anlayamıyorum... Sahip olunanlar fazlalaşmaya başlar başlamaz özgürlüğün kaybolmasına dayanamıyorum ... Arapların ya da İspanyolların, kuru, çıplak evlerini seviyorum. En fazla severek yaşadığım ve çalıştığım yer otel odası; (ve hatta çoğu insanın tersine orada ölmek de benim için çok fark etmiyor).

Afrika'da deniz ve güneş bedava... Yoksulluğu, öncelikle ondan söz etmek gerekiyorsa, hiç bir zaman talihsizlik olarak görmedim, çünkü ışık zenginliklerini onun üzerine saçıyordu; ve son olarak: En büyük yoksulluk sonuçta her zaman dünyanın lüksü ve zenginliğiyle birleşir ... Yoksullukta bir yalnızlık vardır, ama bu her şeye kendi değerini veren bir yalnızlıktır.


*
İlgili okumalar: 

Yoksulların Belleği:

YAZ


Albert Camus (1913 - 1960), denizin ve güneşin evliliğinden doğmuş öksüz bir çocuk, Nietzsche'ci bir yaşam muştucusu, Fransızca yazan bir Nietzsche (Sontag). Yaz'da topladığı denemeler (kendi deyimiyle "Güneşli denemeler"), ikisi hariç temel yapıtları Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan'dan sonra yazılmışlar. Nietzsche'nin Zerdüşt'ü gibi olgunluk dönemine ait felsefesinin temel düşüncelerini içeren ve tamamlayan yazılardan oluşuyorlar.

 İki zıt mevsim, yaz ve kış, yan yana geliyor Camus'nun düşüncelerinde; ve kışın ortasında bile yaz; kumsal, deniz ve güneş galip geliyor:


Camus çareyi oyuna katılmakta buluyor, dünyanın bu kırılgan yüzeyine düşen ışığın oyununa katılmakta, iyimserliği ("ölüm mü? olsun, güneş gene de ısıtacak kemiklerimizi") bana pek eğreti gelen iyimserliği, yaşama aşkı ya da yaşama çaresizliği, tersi ve yüzü dünyanın, yazı, kışı, ayazı... Trajiği  mutluluğa yeğlememeyi salık veriyor:


(Camus'yu büyüleyen yaşam, lirik duyarlığı, yaz'ı onun, deniz'i, güneş'i, bahar'ı, çiçekler'i, Camus da erinç uyandıran bütün bu şeyleri, aynı tarihlerde Sartre (Bulantı'da) tiksinti ile karşılıyordu: kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/camus-x-sartre )


  Kısır zamana, çıplak ağaçlara, dünyanın kışına boyun eğmiyor Camus, Cezayir'deki Consuls Vadisi'nde, karlar arasında meyvesini vermek için kışa direnen Badem ağaçları gibi duyumsuyor kendini:
Kışa; ve savaşa direniyor: 1939'da "Odyseus'un gezisini baştan yapmak için" bir gemiye atlayıp Yunanistan'a gitmeyi düşünüyor. Ama Avrupa'yı saran kara bulutların zamanla Yunanistan'ı da kaplamasıyla felsefesinin üzerine düşen parlak Yunan ışığını aramak için çıkacağı bu yolculuk, "Işıkla karşılaşmak üzere bir denizi geçmenin görkemli tasarısını yoksul bir genç bile yapabilirdi", mutlu adaların bu tatlı hayali daha uzun süreler gerçekleşmeyecektir.






Yıllar sonra, 1950'de; ve yaşamının sonlarına doğru 1958'de Yunanistan'a gidiyor. Işık dolu iki mutlu Yaz'dır bu: Defterler'de Camus'nun bu iki seyahati boyunca tuttuğu notları okumak mümkün:





 "Yunanistan'da yirmi gün süren gezi, yola çıkmadan önce bu günleri şimdi Atina'dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı gibi görünüyor. Benim için Yunanistan, yollar boyunca uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve saydam bir gökyüzünün altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı çiçeklerle kaplı ışıl ışıl uzun bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı  geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı ..."

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yunanistan-seyahati-i-albert-camus

İkinci Yunanistan seyahatinde Camus'nun gemisinin Marmaris'e uğradığını da öğreniyoruz. Kasaba halkının yoksulluğuna, evlerin bakımsızlığına dikkat çekiyor; bir gün ertesinde ulaştıkları Simi'de Yunanlıların hayranlık uyandıran temizliği ile kıyaslıyor Marmaris izlenimlerini "...en yoksul Yunan evi bile tertemiz kireçlenmiş ve süslenmiş... (...)  "Türklerin bu halkı o kadar uzun bir süre egemenliği altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir şey"

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yunanistan-seyahati-ii-albert-camus.html




Camus'nun felsefesinin üzerine düşen parlak ışıkta, Nietzsche'nin etkisinin yansımalarını birebir görmek mümkün.  

Yıkımımıza koşalım diyor Camus:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yikimimiza-kosalim

tıpkı Nietzsche gibi, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun, kendi içinde yıkım tutkusu barındıran o tutkunun peşinden gitmek için:

Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."  kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/ebedi döngü



Hiçbir şeyi ayırmamak, hiçbir şeyi atmamak, her şeyi kendin kılmak,  her şeye evet diyebilmek, varoluşla bütünleşmek, ebedi oluşun neşesi haline gelmek, kısacası başka türlü sevmeyi öğrenmek gerek:

Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktan ve kırılasıya gerilmiş bir ipi ak ve karayla örmeyi öğrenmekten başka ne dileyebilirim? (...) Ama var olanın bir yanından el çekilirse, var olmaktan da el çekmek gerekir; öyleyse ya yaşamaktan vazgeçmeli, ya da "vekaleten" sevmekten başka türlü  sevmeli. Böylece yaşamın hiçbir şeyini yadsımadan bir yaşama istenci vardır, bu şu dünyada benim en çok saydığım erdemdir. En azından, arada bir bunu uygulamış olmak istediğim doğrudur...

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ykntlar-arasnda.html


Hayatımızın herhangi bir noktasında olayları yorumlama ve düzenleme becerimiz daima en iyi sonuçlara yol açmalı. - İyi ya da kötü bir hava, bir dostu kaybetmek, hastalık ,iftira, bir mektubun gelmemesi, bilek burkulması, dükkanda bir bakış, bir karşı-sav, bir kitabın açılması, bir düş, bir sahtekar- o anda ya da çok yakında ıskalanmaması gereken bir şey olduğunu gösterir. Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak, hayatlarımızı bütünsel bir benlik haline getirmek için heykeltraş gibi biçimlendirme girişimimize, başımıza gelen her şeyin, - başımıza geldiğini hatırladığımız her şeyin en iyisi için olması klavuzluk etmelidir. Hepsini toplayıp bir bütünde birleştirmeli ve şiirselleştirmeliyiz. kaotikbenlik.blogspot.com/2017/11/ Benlik - Nietzsche (Julien Young'ın kitabından)


Nietzsche'nin Camus üzerindeki etkilerini,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/camusde-nietzsche-izleri.
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/01/thomas-mann-ve-albert-camus'da nietzsche

ve Camus'nun Nietzsche'ye karşı duyduğu derin sevgiyi,  Defterler'den aldığım Torino gezisi notlarında paylaşmıştım:

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/01/biz-nietzscheciler.html


 Biz Nietzsche'ciler, Camus'nun Defterler'inde yer alan bir bölüm başlığı.  Bu ay bu başlık altında Sanat ve yazın üzerine düşüncelerine yer verdim:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Biz Nietzscheciler

Ayrıca, Walter Kaufman'ın yazısına ek ve Camus'nun Nietzscheciliğine örnek olarak Rene Char'la yazışmalarında birkaç kez sözü geçen, Char'a verilmiş Camus'ya ait bir Nietzsche fotoğrafından da söz etmek isterim.


 Yalnız ama mutlu olunabilir mi?:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Yalnızlık



Yersiz yurtsuzluğumuza bir çare bulunabilir mi?

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ Ada - albert camus

(Burada bir parantez açıp Camus'nun Ada'sından  başka bir adaya sıçrayalım: Adaları Seven Adam, D.H. Lawrence'ın bu kısa öyküsü, "Adaları seven bir adam vardı" diye başlıyor.

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/adalar seven adam

Lawrence'ın kahramanı tamamen kendine ait kıldığı bir yaşamı bir adada yaratma özlemiyle bir ada satın alır kendine. Edindiği ilk adanın masraflarıyla baş edemeyince yanına daha az uşak alarak yine tamamen kendine ait daha küçük bir adaya yerleşir. Bu adadaki yabanıl dinginlikte, kitaplar arasında çalışmasına koyulur; ama ikinci adada da onu bekleyen tehlike yanındaki çalışanlarından birinin kızıyla yakınlaşması olur. ("Cinselliğin kendiliğindenliğine yakalanmıştı aslında" / sf. 42) Adalımız üçüncü bir adaya yerleşir böylelikle. Giderek bir tür insanlardan kaçma hastalığına tutulur, öyle ki insana dair ne varsa tiksinti uyandırmaya başlar adalıda. Her adada biraz daha karadan uzaklaşır ama insandan kaçarken bu sefer de doğayla mücadelesi başlar.)





Hiçbir şey yapmadan umutsuzluğu kabul edecek miyiz? Dünyayla nasıl uzlaşacağız?

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Saçma







İlk Adam, yarım kalmış otobiyografik bir roman taslağı. Yoksul bir çocukluk,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ yoksul cocukluk- albert camus

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ yoksulların belleği - albert camus

ve yıllar sonra mezarda yatan kendinden genç bir baba ile karşılaşma; Jacques Cormery, yirmi yaşında ölmüş bir babanın kırk yaşındaki oğludur:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ ilk adam

Camus'nun belki de derinden hissettiği ilk saçma deneyimi.

***

Kalan sayfalarda Camus'nun Cinsellik,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/cinsel yasam - albert camus

 Günlük Tutmak,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/günlük tutmak - albert camus

Angaje Edebiyat  üzerine aldığı notlar yer alıyor:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/bağımlı edebiyat üzerine notlar


***

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/volat-irreparabile-tempvs

Bu ay geniş bir yer ayırdığım ikinci isim Giacomo Leopardi (1798 - 1837)

Kumsal ve Deniz



Camus, onbeş gün süren bir gemi yolculuğuyla (Veba'nın yazarıdır) Güney Amerika'ya gidiyor. Yolculuk Günlükleri'nde bütün ilgisi ufuk boyunca dört bir yanında bakışını çevreleyen denize yönelik; yalnız kalmak ve yazmak için kamarasına kaçıyor, denizi betimliyor, Vigny okuyor. Ama denizden yükselen, nereden geldiğini bilmediği şu hüzün de var, ve bu hüzün içinde ara sıra onu yoklayan intihar düşüncesi.

Deniz betimlemelerinin bir kısmını Yaz kitabının sonuna almış: Gemi Günlüğü / Denizin Bağrında:


***

Bu dönüş yolculuğunun uzunluğu. Denizdeki akşamlar, batan güneşten aya geçiş, yüreğimi biraz yatışmış hissettiğim biricik anlar. Denizi hep seveceğim. O, içimdeki her şeyi, hep yatıştıracak. ...  ilacı biliyorum, uzun zaman denize bakacağım.


Atlantik’in üzerinde olağanüstü gece. Yiten güneşten henüz doğan aya, halen aydınlık olan batıdan çoktan kararmış doğuya giden şu saat. Evet çok sevdim denizi -- şu dingin sınırsızlığı - şu her yeri kaplayan dümen sularını - şu akışkan yolları. İlk kez bir ufuk, bir insan soluğuna uygun; bir alan, gözüpek olduğu kadar büyük. İnsanlara özgü iştahım, çağlama merakım ile, kendimi şu unutuluş denizlerine, ölümün büyüsüne benzeyen şu ölçüsüz sessizliklere denk kılma arzusu arasında sürekli parçalanıp durdum. Dünyanın, benzerlerimin, insan yüzlerinin geçici beğenisine sahibim, ama bu yüzyılın yanında, deniz ve bu dünyâda ona benzeyen her şey demek olan benim, kendi kuralım da var. Ey, bütün yıldızların salındığı ve gemi direklerinin üzerinde kaydığı gecelerin tatlılığı ve içimdeki şu sessizlik, en sonunda beni her şeyden kurtaran şu sessizlik.

Gemi direklerinin üzerinden ayça biçiminde bir ay yükseliyor. Henüz yoğun olmayan gecede gözün görebildiği yere kadar deniz - ve o sırada sulardan bir dinginlik duygusu, güçlü bir melankoli yükseliyor. Denizde her zaman derin bir dinginliğe erdim ve şu denizin, bugün dünyanın bütün gözyaşlarını sürüklediği izlenimine kapılsam da, şu sonsuz yalnızlık bana bir an iyi geliyor. Kamarama bunu yazmaya dönüyorum, içten hiçbir şeyden söz etmeden, ama günün olaylarından da hiçbirini unutmadan, her akşam bunu yapmak istediğim için. Bıraktığıma doğru dönüş, yüreğim sıkıntılı, yine de uyumak istiyordum.


... kamarama okumaya gidiyor, ardından, akşam yemeği için yeniden giyiniyorum. Hüzün. Şarap içiyorum. Yemekten sonra söyleşi, ama ben denize bakıyor; pruva bodoslamasının geriye ittiği suyun, denizin üzerinde oluşturduğu şu dallı güllü resimler, şu desenler için yirmi yıldır tasarladığım imgeyi bir kez daha saptamaya çalışıyorum. Bu girişimim onu bulduğumda sona erecek.

 İki kez canlanan intihar düşüncesi. Sürekli denize bakarken ikinci kez şakaklarıma korkunç bir yanma yükseliyor. İnsanın canına nasıl kıydığını şimdi anladığımı sanıyorum. Karanlıkta üst güverteye çıkıyor, çalışma kararları aldıktan sonra, günümü denizin, ayın, yıldızların karşısında bitiriyorum. Sular yüzeyde henüz aydınlık, ama derin karanlıkları seziliyor. “Deniz böyledir, onu bunun için seviyorum zaten! Yaşamın çağrısı, ölüme davet.


 Günü her zamanki gibi, ayın altında, bu akşam görkemle parlayan, hafif çalkantı üzerine yakamozlu çizgilerle Arap harfleri yazan denizin karşısında bitiriyorum. Gökyüzü ve sular uzayıp gidiyor. Hüzün bunlara nasıl da eşlik ediyor!

Yatmadan önce denizin karşısında. Bu kez ay, geminin devinimiyle, karanlık okyanusta, yorulmak nedir bilmeden bize doğru akan sütsü, gür bir ırmağı andıran bütün bir deniz kulvarını aydınlatıyor. Daha önce, gün boyunca denizin görünüşlerini kaydetmeye çalışmıştım, onları aktarıyorum: 

Sabah denizi: Uçsuz bucaksız bir canlı balık havuzu - ağır ve durduğu yerde duramayan pullu - yapışkan - soğuk salya kaplı.

Öğle denizi:Solgun - beyaza çalan büyük sac levha—- çıtırdıyor da - şu anda koyu karanlıklarda olan ıslak yüzünü güneşe sunmak üzere birdenbire dönecek birazdan... vb.


Akşam yemeğinden önce, batan güneşe bakıyorum. Ama, ufuktan çok önce sis tarafından yutuluyor. Bu sırada deniz, iskeleden yanda pembe, sancaktan yanda mavi. Sınırsız bir enginlikte ilerliyoruz. Rio’dan önce kara parçası yok. Akşamın vakti birdenbire olağanüstü. Yoğun su donuklaşıyor biraz. Gök gevşiyor. Ve en büyük yatışma saatinde, yüzlerce domuzbalığı sudan yüze vuruyor, bir süre oraya buraya gidip geliyor, ardından insansız ufka doğru çekip gidiyorlar. Onlar uzaklaşınca, ilkel denizlerin sessizliği ve sıkıntısı ortaya çıkan. Akşam yemeğinden sonra geminin baş tarafına, denizin karşısına geliyorum yeniden. Deniz görkemli, ağır ve nakışlı. Rüzgâr, artık enginliğini bile tasavvur etmediğim alanları gezip dolaştıktan sonra, karşıdan gelip hoyratça yüzümü kırbaçlıyor. Kendimi, yalnız ve biraz yitik, sonunda hoşnut ve şu bilinmeyen geleceğin, sevdiğim şu büyüklüğün karşısında, yavaş yavaş güçlerimin yeniden doğduğunu duyumsarken buluyorum. 


...

Uykusuzluk gecesi. Bütün gün oyuk bir baş ve boş bir yürekle dolaşıyorum. Deniz kötü. Gök kapalı. Güverteler terk edilmiş. Hem zaten, Dakar’dan bu yana artık yalnızca yirmi kadar yolcuyuz. Bugün denizi betimleyemeyecek kadar yorgunum.

...

...ay’ı ve boyuna kendisine doğru yol aldığımız Güneyhaçı takımyıldızını seyretmeye, geminin baş tarafına kaçıyorum. Şu güney göğünde ne denli az yıldız bulunduğu ve olanların da neredeyse solgunluğu karşısında şaşırıyorum. Karınca gibi kaynayan bizim Cezayir gecelerini düşünüyorum.
Uzun zaman denizin karşısında kalış. Bütün çabalarıma ve uslamlamalarıma karşın, artık nedenini bile anlamadığım şu hüznü dağıtamıyorum. 


Nietzsche: Ama deniz bile ona yeterince yalnız görünmedi . . 

Kumsallardaki denizi hep sevdim. Ve sonra gençliğimin ıssız kumsallarında, çalışmalarım hızla çoğaldı. Artık yalnızca, kıyıların varlığının  kuşku uyandırdığı,  okyanusların çevresini seviyorum. Ama bir gün, yeniden, Brezilya kumsallarında, benim için en büyük sevincin yalnızca, dalgaların ıslıklarıyla çınlayan, bir ışıkla karşılaşılan, ayak basılmamış bir kumun üzerinde yürümek olduğunu anladım.

Yazmak, en derin sevincim. Dünyayı kabul etmek ve tadını çıkarmak -ama yalnızca yoksunlukta. Kendimin karşısında çıplak kalmayı beceremeseydim kumsalların çıplaklığını sevmeye layık olamazdım.

Denizde günler,  mutluluk gibi hep birbirine benzeyen.

Stevenson'un sözünü ettiği, şu unutuşa başkaldıran, anıya başkaldıran yaşam...


"Özgürlük, denizin bir lütfudur." Proudhon.

Denizin karşısındaki kumullar -ılık tan vakti ve henüz kara ve hüzünlü olan ilk dalgaların karşısındaki çıplak bedenler. Su ağır. Beden suya dalıyor ve güneşin ilk ışıklarıyla kumsalda koşuyor. Kumsaldaki tüm yaz sabahlarının, dünyadaki ilk yaz sabahlarıymış gibi bir halleri var. Tüm yaz akşamları da, dünyanın sonunun ciddi ifadesini takınıyorlar. Deniz üstündeki akşamlar sınır tanımıyordu. Kumulların üstündeki güneşli günler bunaltıcıydı. Öğleden sonra saat ikide, yakıcı kumların üzerinde yüz metre yürüyüş baş döndürüyor. Birazdan, yere düşebilir insan. Bu güneş öldürecek. Sabah, sarı kumulların üzerindeki esmer bedenlerin güzelliği. Oynaşan ışıkta, bu oyunların ve bu çıplaklığın korkunç masumiyeti.

Gece, ay kumulları aklaştırır. Geceden biraz önce, akşam, tüm renkleri ortaya çıkarır, koyulaştırır ve daha sertleştirir. Deniz lacivert, yol kızıl, pıhtılaşmış kan rengi, kumsal sarı. Yeşil güneşle her şey kaybolur ve kumullar ayla ışıldar. Bir yıldız yağmuru altında, sınır tanımayan mutluluk geceleri. Neye sarılır insan, bir bedene mi yoksa ılık geceye mi? Ve, şimşeklerin kumullar boyunca koşuştuğu, solduğu, kumların üstüne ve gözlerin içine turuncu ya da beyazımtırak ışıltılar yerleştirdiği bu fırtınalı gece. Bunlar unutulmaz düğünlerdir. Yazılabilecek olan: Sekiz gün boyunca mutlu oldum.





*
Albert Camus
YAZ

Badem Ağaçları


Ben Cezayir’de otururken, kış konusunda hep sabırlı davranırdım, çünkü, bilirdim ki, bir gecede, soğuk ve arı tek bir şubat gecesinde, Consuls Vadisi’nin badem ağaçları ak çiçeklerle kaplanacaktı. Sonra bu cılız karın tüm yağmurlara ve deniz yeline dayandığını görüp hayran kalırdım. Gene de her yıl direnirdi, ancak meyvesini hazırlamaya yetecek kadar.

Bu dünya mutsuzluklarla zehirlenmiş, üstelik bundan hoşlanır gibi. Nietzsche’nin ağırlık ruhu dediği şu derde düşmüş tümüyle. Ona el vermeyelim. Tine ağlamak boşuna, onun için çalışmak yeter.

 Ama tinin fethedici erdemleri nerede? Yine aynı Nietzsche ağırlık ruhunun can düşmanları olarak sıralamıştı bunları. Ona göre, bunlar bilgenin kişilik gücü, beğenisi, “dünya”sı, klasik mutluluğu, çetin gururu, soğuk yetingenliğidir. Bu erdemler her zamankinden çok daha fazla gerekli ve herkes kendine uygun düşeni seçebilir. Ne olursa olsun, başlatılmış savaşın büyüklüğü karşısında, kişilik gücü unutulmamalı. Seçim kürsülerinde kaş çatmalarla, tehditlerle bir arada gideninden söz etmiyorum. Aklığın ve özsuyun erdemiyle tüm deniz yellerine dayananından söz ediyorum. 

Dünyanın kışında meyveyi hazırlayacak olan güçtür o.


*
Albert Camus
YAZ

Yalnızlık


Yalnızlığın zorlukları bütünüyle incelenecek.


"Uygulamada" çözümlenmesi gereken büyük sorun: Yalnız
ama mutlu olunabilir mi sorunu.


Yalnızlık, zenginlerin lüksü.


Tutkularıyla yaşamak onları denetim altına almayı gerektirir.



'Bengi dönüş', acıdan hoşnutluk duyulduğunu varsayar.


Bazı insanların yalnızca sıradan olmak için aşırı bir güç
harcadığını hiç kimse düşünmez.



Gözlendiğinde, zaman hızlı ilerlemez. Gözetim altında tutulduğunu
hisseder. Ama zaman, bizim dalgınlıklarımızdan yararlanır.
Belki de iki zaman vardır, gözlenilen zaman ve bizi değiştiren
zaman.


Trajedi, yalnız olmak demek değil, yalnız olunabilir demektir
Bazen, insanların evreniyle bir araya gelmemek için, dünyaya
her şeyi verebilirim . Ama, bu evrenin bir parçasıyım ve en
büyük cesaret, evreni ve onunla birlikte trajediyi kabul etmektir


Özgürlük, gelecek umudu değildir. O, şu andır ve insanlarla
ve şu andaki dünyayla uyumdur.


Yıkıntılar Arasında

"Havanın bu ışıl ışıllığı, göğün bu verimliliği altında,
insanların tek ödevi, yaşamak ve mutlu olmak gibi görünüyordu. "



Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktan ve kırılasıya gerilmiş bir ipi ak ve karayla örmeyi öğrenmekten başka ne dileyebilirim? (...) Ama var olanın bir yanından el çekilirse, var olmaktan da el çekmek gerekir; öyleyse ya yaşamaktan vazgeçmeli, ya da "vekaleten" sevmekten başka türlü  sevmeli. Böylece yaşamın hiçbir şeyini yadsımadan bir yaşama istenci vardır, bu şu dünyada benim en çok saydığım erdemdir. En azından, arada bir bunu uygulamış olmak istediğim doğrudur. 

Tel örgüleri ona bakarak geçip yıkıntılar arasına giriyorum en sonunda. Ve aralığın şanlı ışığı altında, tamı tamına bulmaya geldiğimi ve zamana ve dünyaya karşın, bu ıssız doğada bana, gerçekten yalnızca bana sunulmuş olanı buldum, yaşamda yalnız bir iki kez olabilirdi böylesi, bundan sonra da insan isteğine kavuştuğunu düşünebilirdi. Her yanına zeytinler saçılmış pazaryerinden, aşağıda köy görünüyordu. Hiç bir gürültü gelmiyordu buradan; duru havada hafif dumanlar yükselmekteydi. Deniz de susuyordu, kıvılcımlar saçan, soğuk bir ışığın kesintisiz akışı altında soluğu kesilmişti sanki. Günün kırılgan şanını Chenoua’dan gelen bir horoz sesi kutsuyordu yalnızca. Yıkıntıların bulunduğu yanda, gözün uzanabildiğince uzaklarda, billursu havanın saydamlığında yalnızca çiçek bozuğu taşlar ve pelinler, ağaçlar ve kusursuz sütunlar görünüyordu. Öyle görünüyordu ki, hesaplanması olanaksız bir an için sabah donmuş, güneş durmuştu. Bu ışık ve sessizlik içinde, azgınlık ve gece yılları ağır ağır eriyordu. Sanki uzun zamandır durmuş yüreğim usul usul yeniden çarpmaya başlıyormuş gibi, içimde neredeyse unutulmuş bir sesi dinliyordum. Şimdi uyanmış, sessizliği oluşturan ayrımsanmaz sesleri birer birer tanıyordum: kuşların kesintisiz sesi, kayalıkların dibinde denizin hafif ve kısa iç çekişleri, ağaçların titreşimi, sütunların kör şarkısı, pelinlerin, ürkek kertenkelelerin hışırtısı. Bunu işitiyordum, içimde yükselen mutlu dalgaları da dinliyordum. Bana öyle geliyordu ki, en sonunda, hiç değilse bir anlığına, limana gelmiştim ve bu an bundan böyle hiç bitmeyecekti. Ama az sonra gözle görülür biçimde güneş bir basamak yükseldi. Bir karatavuk kısa bir giriş yaptı, hemen arkasından da dört bir yandan, bir güç, bir sevinç, şen bir uyumsuzluk, sonsuz bir kendinden geçişle kuşların şarkısı patladı. Gün yeniden yürümeye başladı. Akşama dek taşıyacaktı beni.

Ayvalık Adaları Tabiat Parkı

(Ayışığı Manastırı yolunda)

Tolstoy:
  "Yalnızca, yaşam sarhoşuyken yaşanabilir." Itiraf


Aynı dönemde: "Ben yaşam delisiyim . . . Bu, yaz demektir, tadına doyulmaz yaz . . . "


Güneşli denemelere başlık: Yaz. Güney. Şenlik.


Düğün'den sonra. Yaz. Senlik - Futbol;- Tipasa;  -Yunan adaları - Kuzey yeli - Bedenler - Dans - Sonsuz sabah.

Yeğlediğim on sözcük sorusuna yanıt "Dünya, acı, toprak, anne, insanlar, çile , onur, yoksulluk, yaz, deniz."


Hölderlin. Empedokles'in ölümü.
a.g. "Ama sen, duru bir gün için doğdun."

*
Defterler
Albert Camus

Güneş


Sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır büyük bir mutluluk salınmakta.

(Düğün / sf. 18)


Nihilimimizin en karanlık noktasında, yalnızca bu nihilizmi aşmanın nedenlerini aradım. 

Ayrıca erdemle, ender bir ruh yücelişiyle de değil, içinde doğduğum ve içinde, binlerce yıldan beri, insanların acıda bile yaşamı selamlamayı öğrendikleri bir ışığa içgüdüsel bağlılığımla.

Aiskhylos sık sık umutsuzluk vericidir; gene de, parıldar ısıtır. Evreninin ortasında bulduğumuz şey, cılız anlamsızlık değil, gizilgüç yani gözümüzü kamaştırdığı için zor çözdüğümüz anlamdır. Aynı biçimde, Yunanistan’ın bu kurumuş yüzyılda hâlâ yaşayıp da kendisine yakışmayan ama kendisine inatla bağlı oğulları da tarihimizin ateşini katlanılmaz bulabilirler ama sonunda gene de katlanıyorlar, çünkü onu anlamak istiyorlar. Kara da olsa yapıtımızın odağında tükenmez bir güneş parlıyor, bugün ovalar ve tepeler arasından seslenen güneş.


Güneş dalgaları göğün doruğundan düşüp çevremizde, kırda, sertçe sekiyor. Bu gümbürtüde her şey susuyor ve, orada, Le Luberon durmamacasına dinlediğim koca bir sessizlik kitlesinden başka bir şey değil. Kulak veriyorum, uzaklarda bana doğru koşanlar var, görünmez dostlar beni çağırıyor, sevincim büyüyor, yıllar öncekinin aynı. Yeniden, mutlu bir gizlem her şeyi anlamama yardımcı oluyor.


Dünyanın uyumsuzluğu nerede? Bu ışıldama mı, yoksa yokluğunun anısı mı? Belleğimde bunca güneş varken, nasıl oldu da zarımı anlamsızlıktan yana atabildim? Çevremdekiler şaşıyor buna; ben de şaşıyorum bazı bazı. Onlara da, kendime de güneşin bunda bana yardımcı olduğu ve ışığının, çok yoğun olması sonucu, evreni ve biçimlerini karanlık bir göz kamaşmasında dondurduğu yanıtını verebilirdim. Ama aynı şey başka türlü de söylenebilir ve ben, benim için her zaman gerçeğin aydınlığı olmuş olan bu ak ve kara aydınlıkta, ayrımlarına inilmeden konuşulmasına katlanamayacak ölçüde iyi tanıdığım bu uyumsuzluk konusunda düşündüklerimi açıklamak isterdim yalnızca. Nasıl olsa, ondan söz etmek bizi gene güneşe getirecek.

*
Albert Camus
YAZ

UMUTSUZ YAZIN



 Ne olursa olsun, hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı ve her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl yetinebiliriz? Her şeyin sonuna dek gidilmeden, hiç değilse yalnızca şu sözcüğü oluşturmak için bile dünyada özdekten fazla bir şey bulunduğunu söylemek gerektiğine göre, salt özdekçilik diye bir şey olmadığı gibi, tümcül yoksayıcılık da olmadığı belirtilebilir. Daha her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda, anlamı olan bir şeyi dile getiririz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını kesinlemek, her türlü değer yargısını ortadan kaldırmak anlamına gelir. Ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek, kendi başına bir değer yargısıdır. Kendimizi ölüme bırakmadığımız anda sürmeyi seçeriz, o zaman da yaşamın bir değerini, en azından görece bir değerini benimsemiş oluruz. Sonra umutsuz bir yazın ne demek? Umutsuzluk sessizdir. Gözler konuşacak olursa sessizlik bile bir anlam saklar. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Konuşursa, uslamlamaya girişirse, özellikle de yazarsa, hemen kardeşimiz bize elini uzatır, ağaç doğrulanır, aşk doğar. Umutsuz bir yazın terimlerde bir çelişkidir.

*
Albert Camus
YAZ

Biz Nietzsche'ciler





Pek az insan sanatı anlama yetisine sahiptir.


*

Flaubert. Onun amacı: Varoluşun alaycı kabulü ve bu kabulün sanat
tarafından tümüyle yeniden yaratılışı. "Yaşamak, bizi ilgilendirmez."

*

Ressam olduğunu keşfedip yolunu çizmeden önce, 27 yaşına
dek dolaşıp duran Van Gogh'un uzun arayışı.

*

Geldiği gibi yazmak - bu olacak gibi.

*

Gide'le akşam yemegi. Yazmayı sürdürmek gerekip gerekmediğini
soran genç yazarların mektupları. Gide yanıtlıyor: "Nasıl?
Kendinizi yazmaktan alıkoyabiliyor ve tereddüt mü ediyorsunuz"?


*

El yazmalarını iki kez yakan Kleist. .. Son günlerinde kör olan
Piero della Francesca . . . Belleğini yitiren ve alfabeyi yeniden ögrenen
Ibsen . . . Cesaret! Cesaret!


*

10 Ocak 1950.

Son noktaya varmak için kendi içimi asla açıkça göremedim. Ama hep içgüdüsel olarak, görünmez bir yıldızı izledim. İçimde bir kargaşa, korkunç bir karmaşa var. Yaratmak bin kez ölmeme mal oluyor, çünkü yaratmak için düzen gerek ve benim tüm varlığım düzeni reddediyor. Ama düzen olmazsa da dağınıklıktan ölebilirim.