Vincent, Kuzey Brabant’ta yer alan Groot-Zundert kasabasında doğdu. Babası Theodore, burada, yirmi yıl boyunca küçük bir Calvin’ci cemaatin rahibiydi. 30 Mart 1852 tarihinde, yakışıklı rahibin karısı Anna Cornclia Carentus, Willem Vincent adı verilen bir ölü çocuk doğurdu. Bir yıl sonra, aynı gün sağlıklı bir erkek çocuk daha dünyaya getirdi: aynı zamanda da büyük babası ve amcasının isimleri olan aynı ismi alan geleceğin ressamını. Otuz yedi yıl sonra, 31 Ocak 1890’da, ressamın ölümünden birkaç ay önce, bir başka Willem Vincent Van Gogh, çok sevgili erkek kardeşinin, Theo’nun oğlu dünyaya gelecektir. Bu yeğen, annesi Jo Bonger’in ardından, amcasının anısının ve yapıtlarının sadık koruyucusu olacaktır. Amcasının, bugün Amsterdam’daki Van Gogh müzesinde hayranlıkla seyredebildiğimiz satılmamış sayısız desen ve yağlıboyalarını Van Gogh Vakfı’na armağan edecek olan da odur. Böylece Vincent’in yaşamı, sanki ödünç bir yaşammışçasına, küçük erkek kardeşi ile yeğeninin yaşamları arasına sıkışmıştır. Demek ki Vincent kendi varoluşuna sahip olamayacak ve kaderin eliyle, silinmek zorunda kalacaktı. Pascal Bonafoux şöyle yazmaktadır:
“Otuz yedi yıl, Vincent kendinden başka birinin ismiyle yaşadı, ve bir başkası onun resimlerini imzaladığı bir ismi taşımaya başlıyor... Fazladan bir Vincent Van Gogh vardır”
Viviane Fıddester’ın psikanalitik yorumu da aynı doğrultuda ilerler. Vincent muhtemelen “bu ölü yaşamın (ölü doğan çocuk) mührüyle derinlemesine bir şekilde işaretlenmiş” olmalıydı. “Farkında bile olmadan, en iyi koşulda onun yerini aldığını, en kötü koşulda onun katili, ama her zaman için eklenti olduğunu düşünmektedir, öyle ki kendini sonsuza kadar bir davetsiz misafir, bir kırıntı gibi hissetmektedir.”
1 Ekim 1864’te, Vincent, M. Provily’nin Zevenbergen’de yönettiği yatılı okula girer. 15 Eylül 1866’da Tilburg’daki Hannik enstitüsüne gönderilir. 30 Temmuz 1869’da, La Haye’deki Goupil sanat galerisi şubesinde çalışmaya başlar. 1873 Mayıs’ında Vincent Londra’da Goupil’in bir başka şubesi için çalışmakta ve bayan Loyer’nin evinde kalmaktadır. Bayan Loyer’nin kızı Ursula, aşkını reddeder. Kısa bir süre Paris’te ve doğduğu ülkede yaşadıktan sonra, eski işinde çalışmak üzere yeniden Londra’ya döner ve bir oda kiralar. 1876 Nisan’ından itibaren, Ramsgate’deki küçük bir okulda kalır ve Metodist rahip Jones’un yardımcı vaizi olur. Amsterdam’daki verimsiz ilahiyat öğreniminden ve Brüksel’de aldığı din derslerinden sonra, 1878-1880 yılları arasında, Wallonie’deki bir maden bölgesinde, din adamı olarak görev yapar, Ellikle Wasmes ve Cuesmes’de hastalarla ilgilenir, Kutsal Kitap’tan dersler verir ve yoksulların sefaletini paylaşır. 1880 yılı sonunda yorgun ve bitkin bir durumda Brüksel’e döner ve burada ressam G.A. van Rappard’la dostluk kurar. 1881 Nisan’ında, babasının Etten’deki papaz evine girer ve kuzini Kate’e aşık olur, ama bu genç dul ona yüz vermez. La Haye’de ressam Tersteeg ve Mauve ile tanışır ve ilk yağlı boya resimlerini yapar. Sien lakabıyla tanınan Maria Hoomk isimli, bir çocuk annesi alkolik bir fahişeyle birlikte yaşamaya koyulur ve ona bağlanır. 1883’te, ailenin, özellikle de babanın baskısıyla, babasının Nuenen’deki papaz evine girmek üzere anneyi ve çocuğunu terk eder. Schafrath kasabasındaki Katolik kilisesinin görevlisinin evinde bir atölye kurar, köylülerin ve dokumacıların karanlık kulübelerinde, kendini tutkuyla sanatına verir. Patates Yiyenler ismiyle bilinen ve dekorunun sadeliği, jestlerin simgeselliğiyle insanı büyüleyen tablosu o dönemde gerçekleşmiştir.
Bu konuda şöyle yazar:
“Lambanın altında, tabağa koydukları patateslerini elleriyle yiyen bu insanların, aynı zamanda toprağı da sürmüş oldukları düşüncesini titizlikle vermeye çalıştım, dolayısıyla tablom onların el emeğini ve kendi başlarına namusluca kazanmış oldukları nimeti yüceltiyor” (Theo’ya mektup, 30 Nisan 1885, Verzamelde Brieven..'de, a.g.e., İÜ, s. 22).

Margot Begemann’la bir aşk ilişkisine girer ve kadın, ressamla yakınlığı yüzünden kız-kardeşleriyle çatışarak bir intihar girişiminde bulunur. 1885’te, Vincent’ın babası papaz evinin kapısının önünde bir beyin kanamasından ölür. O yılın sonunda, Vincent Anvers’e taşınır, burada, Rubens’i ve Japon estamplarını keşfederek renklere yönelir. Güzel Sanatlar okuluna kaydolarak okul müdürü C. Verlat’nın derslerini izler. 1886 yılı Şubat ayında yorgunluktan hasta düşerek kardeşi Theo ile buluşmak ve Montmartre’daki Cormon atölyesine girmek için Paris‘e gider. Tholouse-Lautrec, Emile Bernard, Pissaro, Degas, Lenoir, Monet, Sisley, Seurat ve Signac gibi izlenimcilerle dostluk kurar. Paris günlerinden bize, beyazların, pembelerin ve mavilerin tazelikleriyle hayranlık uyandırdığı son derece canlı ve neşeli yapıtlar bırakmıştır: portreler, kahvehanelerin iç mekanları ve Montmartre manzaraları... 1888 yılında Arles'a giderek “sarı ev”i kiralar; burada Gauguin'i konuk etmekten ve onunla ortak bir atölye kurmaktan mutludur. Bu şamatalı beraberlik Noel’den hemen önce, Vincent’ın kesik kulağını bir fahişeye götürdüğü ünlü olay sırasında sona erer (Kesik Kulaklı Otoportre).