Nietzsche ve Zaman Kavramı
D.
W. Dauer
Cogîto, SAYI: 11, 1997
Nietzsche ve Zaman Kavramı
1. GİRİŞ
Evet, kökenimi biliyorum!
Alev gibi bastırılmaz
Kendimi tüketir, parıldarım.
Neye dokunsam ışığa döner,
Neyi bıraksam kömüre:
Hiç kuşku yok, alevim ben!
Nietzsche çeşitli kavramların
simgesi olarak çok sık kullanır alevi; ne var ki, bu şiirinde, kendini açıkça
bu bastırılmaz, söndürülmez ve ne yazık ki, tükenen alevle özdeşler. Bu alev,
inanılmaz bir güç ve görkemle yandıktan sonra, Lange-Eichbaum'un aktardığı
gibi, baştan aşağı yanıp kavrulmuş bir kratere çevirmişti ruhunu; tıp tarihinde
eşi görülmedik bir durumdu bu.
Ne olursa olsun, Dr.
Lange-Eichbaum Aralık 1888'e gelinceye dek Nietzsche'nin aklının yerinde
olduğuna inandığı için, tıbbi bir teşhise kalkışmadan, en ünlü yapıtı olan
Böyle Buyurdu Zerdüşt'e kulak verelim; buna karşılık, Dr. Lange-Eichbaum aynı
dönemde, yazarın tüm üretkenliğinin üst-insanın doruklarında dolaştığı
kanısındaydı. Nietzsche'nin dahice üretken dönemi 1881-1884 yılları arasına
denk düşer; bu dönemin doruk noktası ise, Zerdüşt'ün büyük bölümünü inanılmaz
bir hızla yazdığı 1883-1884 yıllarında yer alır. Nietzsche'nin zaman kavramını
çözümlerken Zerdüşt üstünde toplayacağım tüm dikkatimi.
Hem yaşamı hem de ölümü açısından
trajik bir yazgıya sahipti Nietzsche. Kendini oluşturduğu ilk yıllardaki tinsel
öğretmeni Schopenhauer'in etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulmamıştı.
Geçici ustasının nirvana'sı doyurucu gelebilir miydi ona? Gelemezdi, çünkü
böyle bir şey kendi kendini yadsıma okuluna teslim olmak demekti. Yaşamın
böylesi sönüşlerini kabul edemeyecek kadar önem veriyordu istemine; bu nedenle
de, yeni bir şey bulması gerekiyordu. "Sonrasız Geridönüş"
düşüncesi. 1881 yılında "Zerdüşt" görümüyle birlikte onu, kendi
anlatımıyla söylersek, yıldırım çarpmışa çevirmişti.
Schopenhauer özgün Budizm'de
nirvana tanımı olmadığını, nirvana'nın saltık yokoluş kadar olumlu, mutlu
gerçeklik anlamı da taşıyabileceğini bilmiyordu. Nietzsche bunu, bir de
nirvana'dan vazgeçmeye ilişkin Mahayana öğretisini bilse, o gösterişli
"Sonrasız Geridönüş" ve "Üst-insan" düşüncelerini başka
biçimde ele alırdı kuşkusuz.
2. Çeşîtlİ
Zaman Kavramlari
Nietzsche'nin felsefesini Zaman
İncelemesi bağlamında konumlandırmak amacıyla, zamana ilişkin farklı düşünce
türlerini kabaca sınıflandırmaya çalışacağım. Zaman düşüncesini iki öbeğe
bölen, belki de en göze çarpan ayırım (a) çizgisel ve (b) çevrimsel zaman
kavramlarıdır. Zamanı kesintisiz ya da kesintili olarak da ele alabiliriz ama,
şimdiki gerçek amacımız bu değil. Zaman bir art arda geliştir ya da en azından
bir art arda gelişi kapsar; çizgisel düşünce çerçevesinde, art arda geliş her
iki yöne doğru sonsuza dek uzayıp gider. Çevrimsel düşünce çerçevesindeyse, art
arda geliş bir yöne doğru genişletildiğinde, belirli bir uzunluğa erişir
erişmez, geriye doğru dönüp öteki yönden buluşur söz konusu genişlemeyle.
Çeşitli çizgisel zaman anlayışlarının
ilkinde, kalkış noktası başlangıçta (yaradılış) yer alır, ikinci anlayış var
noktasına sahiptir (öte-dünya bilimi), üçüncü anlayış ise hem kalkış hem de
varış noktasına yer verir.
Kimi zaman anlayışlarına göre,
zamanın iki doğrultusu arasında içkin bir fark yoktur, kimi anlayışlara
göreyse, iki doğrultu birbirinden özsel anlamda farklıdır. İlki geriye
döndürülebilir zaman, İkincisiyse geriye döndürülemez zamandır. Geriye
döndürülemeyen zaman geçmişten-geleceğe uzanan doğrultuyu belirler, ama
geçmişi de geleceği de belirlemez.Geçmişle geleceğin ayrı ayrı tanımlanmasıyla
ancak şimdi'ye gönderme yaparak gerçekleştirilebilir. Bir an ise, çizgisel de
çevrimsel de olsa, çizginin üstündeki bir noktaya benzetilebilir. Şimdi bir
andır. Bu anlamda zamanının en küçük kurucu öğesidir. Ne olursa olsun, şimdi
sabit bir nokta değildir. Bütün geçmiş anlar şimdi'ydi, bütün gelecek anlar da
şimdi olacak. Bu anlamda ele alındığında, şimdi zamanın tümünü kucaklar. Bir
anlamda herhangi bir zaman parçasından daha uzundur.
3.
Zaman ve Sonrasizlik
Sonrasızlık Zaman kavramının
karşı-savıdır. Ama, bu karşıtlık, uzam ve zaman bağıntısıyla örneklendiği gibi,
temel doğaya ilişkin bir fark anlamına gelmez. Sonrasızlık, deyim yerindeyse, zamanla
aynı "kumaş"tan dokunmamıştır, ama gene de zamanın değişen yanı
soyutlanmıştır. Sonrasızlık zamanın değişmeyen yanıdır, bu nedenle de, bir
anlamda, zaman kesiminin tümünü kapsamak zorundadır.
Sonrasızlık kavramı, zaman
kavramına bağlı demek ki. En alt ya da en ilkel sonrasızlık kavramı, tüm zaman
düşüncesidir. Zaman kesimini düz bir çizgi ya da bir çember olarak uzamlaştırır,
tüm kesimi de tek bir nesne olarak kabul ederiz. Bitimsizlik içinde sonsuzluğu
göstermenin en yalın yolu çember olduğu için, çevrimsel zaman bu amaca
özellikle uygun düşmektedir. İşte bu ilkel sonrasızlığa uzamlaştırılmış
sonrasızlık adını vereceğiz.
Birçok felsefi düşünce dünyada
bir tür değişmez temel olduğunu kabul eder. Hiçbir zaman değişmeyen ya da devinmeyen
ve hiçbir zaman bölünemeyen Bir düşüncesine ilişkin Parmenides-Zenon geleneği,
sonrasızlığın temelini oluşturur. Platon'un îdealar dünyası zaman içinde değil,
sonrasızlık içinde varolur. Aziz Augustinus dünyanın zamanla yaratıldığını
söylediğinde, dünyayı zamansız sonrasızlık yaratmış olmalı. Nirvana dünyası da,
en azından Hinayana okulunda, özünde zamansız bir sonrasızlıktır. Bu kavram
türü, zamansız sonrasızlık olarak sınıflandırılabilir.
Heraklitos'un aralıksız değişme
düşüncesi, hiçbir sonrasızlık kavramına olanak tanımaz gibiyse de, gerçekte hiç
de böyle değil. Değişmelerin gerçekleşme kipi ya da yasası değişemez, bu
nedenle de, sonrasız bir öğe olup çıkar. Hegelci diyalektik gelişme yasası ile
Bergsoncu hep değişen elan vital'inin hep kalıcı bir yana sahip olduğu
kesindir. Darwinci doğal seçme yasası, değişmeleri düzenleyip yöneten değişmez
bir yasa olarak kabul edilebilir. Bunu, sürecin şeyleştirilmesi olarak
düşünebiliriz. Bu tür sonrasızlığa oluşun sonrasızlığı ya da oluştan ayrılıp
çıkan varlık diyebiliriz.
Son olarak da, an ve şimdi
kavramlarıyla bağıntılı olarak, anı sonrasızlığın bir tasarımlaması olarak
kabul eden bir düşünce okulundan söz edebiliriz. An olmadan zaman da varolamaz
ama, an zaman olmadığı için geçerli bir düşünce bu. An kavramı, dört ayrı
yoldan sonrasızlık düşüncesine götürür bizleri. Yollardan biri, her anın
makro-evreni yansıtıp kapsadığını kabul etmektir. İkinci yol, geçmiş şimdi
olduğu, gelecek de şimdi olacağı için, devinim içindeki şimdi'yi sonrasızlığın
tasarımlaması olarak kabul etmektir. Üçüncüsü, anın öznenin yerini aldığını,
eylemlere ilişkin kararlar verdiğini kabul etmektir; yaşamın yeridir. Bir de,
anı zaman ve zamansız yerin keşişmesi kabul eden düşünce vardır.
4. ÖTE-DÜNYA BİLİMİ
Öte-dünya bilimi zamanın sonuna
ilişkin bir kavramdır. Son ise alışılageldiği üzere son derece önemli herhangi
bir tür olayla ilintilenir. Kimi durumlarda, öte-dünya bilimi bireyler
düzleminde uygulanır (ayrı ayrı bireylere uygulanır); kimi durumlardaysa,
topluluk düzleminde uygulanır (tüm dünyaya uygulanır). Göründüğü kadarıyla,
öte-dünya bilimi düşüncesinin kökeninde, dünyanın sonunu getirecek, yıkıp
geçici bir ateşe inanan Zerdüştiler yatmaktadır. Yahudi-hıristiyan öte-dünya
biliminin, Zerdüştiliğin etkisiyle başlamış olduğuna inanılır. Batı dünyası şu
ya da bu biçimiyle öte-dünya biliminden bir türlü kurtaramadı kendini. Marksizm
için de geçerli bu dediğimiz. Hindistan'da moksa ve nirvana bireysel öte-dünya
bilimine ilişkin durumlardır.
Öte-dünya bilimi, söz konusu olan
dinsel inançlara göre birbirinden çok değişik biçimlere bürünebilir. Ama, bütün
bunların ortak yanı, öte-dünya biliminin dünya yaşamının sonu olmakla
kalmayıp, Zaman'dan Sonrasızlık'a geçiş de olduğudur. Bir sonraki bölümde Hint
türü öte-dünya bilimini açıklayacağım.
5. Çevrİmsel
Zaman ve Bu Zamandan Kaçiş
Çevrimsel
zaman kavramı, akılda en kolayca canlandırılabilen kuramsal zaman imgesidir;
bunun da en azından iki nedeni vardır. Nedenlerden ilki, kılgısal açıdan
baktığımızda yaşamda gözlemlenen tüm değişmelerin dönemli olmasıdır.
İkincisiyse, çemberin sonlu içinde sonsuzu kavramanın en eski yolu olmasıdır.
Zamanın çevrimselliği ile olayların art arda gelişinin çevrimselliğinin iki
ayrı şey olduğu doğrudur. Ama, ayırt edilemeyenlerin kimliğini saptamaya
yönelik bir tür ilke benimseyip, bu iki kavramı eşdeğer sayabiliriz. Hindistan
ile Yunanistan'da çevrimsel zamana ilişkin önemli iki düşünce akımı çıkar
karşımıza. Pythagoras, Empedokles, Herakleitos, Platon ve daha başka düşünürler
çevrimsel zamana inanmışlardı. Çevrimsel zamana ilişkin Hint düşüncesi, yeniden
doğuş düşüncesine (Schopenhauer'in terimleriyle söylersek, ister Yaşama dönüş
ister Ruhların göçü olarak yorumlansın) ayrılmazcasına bağlıdır. Bireylerin
yeniden doğuşunu yöneten bu temel çevrime ek olarak, bir de Vişnu'nun dönemli
yeniden-bedenlenmeleri gibi zamanlar vardır.
Çevrimsel zamana ilişkin Hint anlayışının
en önemli özelliği, Hindistan'daki dinlerin, katlanılamayacak kadar acılı
olduğunu kabul ettikleri yeniden-doğuş çevriminden kaçış ya da çıkış olanağı da
sunmalarıdır. Brahmancılıkta bu çıkış yoluna moksa adı verilir; moksa bireysel
ruh ile dünya ruhunun birliğini anlatır. Budacılıkta çıkış yoluna nirvana adı
verilir; nirvana ise samsara'dan dışarı adım atmayı anlatır. Ruhların göçü
zinciri nirvana'ya, yani sönüşe adım atmakla son bulur. Mezheplere ve öğretmenlere
bağlı olarak, katıksız hiçlikten mutluluk dolu cennete varıncaya dek değişik
yorumlar getirilir nirvana'ya. Özellikle vurgulanması gereken nokta, çevrimsel
zamandan kaçışa yer veren öte-dünya bilgisinin bireylere uygulandığıdır, başka
deyişle, zamandan sonrasızlığa geçişi ayrı ayrı her birey için öngörmektedir.
Schopenhauer Hint düşüncesine nirvana dünya düşüncesini ekledi; bizim dilimizde
bu, bireylere ilişkin Budacı öte-dünya biliminden kalkarak genelleştirilmiş,
eşzamanlı, tüm evreni kapsar bir öte-dünya bilimi olarak kabul edilmelidir.
Nietzsche'nin çevrimsel zaman
anlayışı, kendinden önceki Yunanlı ve Hintli düşünürlerden ayrılır;
Nietzsche'nin çevrimsel zaman anlayışına göre, aynı durum, her şey tıpatıp aynı
durumda geri gelerek, sonsuza dek gerçekleşmeli ya da geri dönmeli. Aynının
sonsuz sayıda yinelenişini göğüsleyebilmemizi ister bizden. Ne var ki, bir
durumdaki karşılaşmanın yinelenen bir karşılaşma olduğunu görebilmek için, son
karşılaşmada bunun aynı karşılaşma olmadığını bildirebilecek farklı bir şey
olması gerekir; küçük ama, her şeyin tıpatıp aynı olduğu koşulunu çiğneyen bir
fark bu. Yinelenişten söz edildiğinde, aynı durumun geçmişteki olaylarının da
anımsanması gerekir. Ama, biri kalkıp ta, bir önceki kez anımsanmış olandan
fazla bir olay daha anımsarsa, kişinin zihinsel durumu bir önceki kezle
tıpatıp aynı olamaz artık. Başka deyişle, her şey tıpatıp aynıysa, dünyadaki
hiçbir anlık da bunun bir yineleme olduğunu fark etmeyecektir. Ancak tek bir
zaman çemberine olanak vardır. Yinelenmeden söz edebilen kişi zaman çevrimin
dışında olmalıdır. Nietzsche böyle biri mi? Yoksa, Tanrı mı? Hintlilerin
çevrimsel zaman anlayışı, aynı olanın kesin biçimde geri- dönüşünü
gerektirmediği için, bu mantıksal yanlıştan bağışıktır.
Hintlilerin çevrimsel zaman
anlayışıyla Nietzsche'nin anlayışı arasındaki başka bir fark da, Nietzsche'nin
anlayışının çevrimsel zamandan bir kaçışa izin vermemesinde yatar. Bu sorunu
yazımın son bölümünde daha ayrıntılı ele alıp tartışacağım.
6. Nietzsche'nin
Sonrasiz Geri Dönüş Düşüncesi
Nietzsche'nin "Sonrasız Geri
Dönüş" düşüncesi iki ayrı yaklaşıma göre ele alınabilir: İlki fizik
bilimler açısından, İkincisiyse ahlak düşüncesi açısından. Nietzsche'nin
Ölümünden Sonra Yayımlanmış Parçalar adlı yapıtından bir alıntı yapmakla
başlamak isterim:
Evren, belirli bir miktarda
enerji ve belirli sayıda enerji merkezlerinden oluşur biçimde tasarlanabilirse,
-bütün öteki kavramlar da belirsiz, dolayısıyla yararsız olursa- bundan çıkan
sonuç, tüm varoluşu süresince evrenin, bu büyük talih oyununda, hesaplanabilir
sayıda düzenlenmeye girmek zorunda olduğudur. Sonsuz bir zamanda, şu ya da bu
zamanda olanak çerçevesinde kalan her düzenlenmeye ulaşılması gerekir; dahası,
sonsuz kez ulaşılması gerekir; her "düzenlenme" ile bunun bir sonraki
"yinelenişi" arasında, hâlâ olanak çerçevesinde kalan bütün öteki
düzenlenmelere de ulaşılmış olması gerektiği ve bu düzenlenmelerden herbirinin
de aynı sıra içinde baştan aşağı tüm bir düzenlenmeler dizisi belirlemesi
gerektiğine göre, saltık anlamda özdeş dizilerin çevrimsel bir devinimin de
tanıtlanması gerekir: Evren, daha önce kendini sonsuz kez yinelemiş ve bu da
oyunu ad infinitum sürdürüp giden çevrimsel bir devinim olarak gösterilir. Nietzsche hiçbir gizli noumenon
dünyasını kabul etmediği için, fizik dünyayı bir görünüş değil de biricik
gerçek dünya olarak kabul etmişti. Bu nedenle, fizik dünyanın sonrasız geri
dönüşünün gerçek ve kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gerekir. Nietzsche'nin
geri dönüşü, her şeyin her bakımdan kesinlikle- tıpatıp biçimde geri gelişi olarak kabul ettiğini anımsamak
son derece önemlidir.
Bununla birlikte, Nietzsche
Sonrasız Geri dönüşün ahlaki yanını da ele alıp, buna önemli bir anlam yükler.
Zerdüşt'ün II. Bölümündeki "Kurtarma üstüne" başlığında, [Zerdüşt
şöyle der:
Yeryüzündeki şimdi ile geçmiş, -ah! dostlarım, en dayanamadığım şey
budur;... Zamanın geriye doğru gitmemesi-onun [istem] öfkesi budur. "Olmuş
olan": Budur yuvarlayamadığı taşın adı.
Zamanın geriye döndürülmezliği
İstem'i öfkelendirir.Zerdüşt, bir kez,İstem'in "budur kurtaranın ve sevinç
getirenin adı" olarak duyurmuştu, ama İstemin kendisinin de daha tutsak
olduğunu kabul etmek zorunda kalır.
Böyle idi": Budur istemin dış gıcırtısının ve en çekilmez derdinin
adı. Olmuş şeylere karşı güçsüz olan istem, bütün geçmiş şeyleri öfkeyle
seyreder... zaman ve zamanın arzusuna boyun eğdirememesi... Öç şudur, evet,
yalnız şu: İstemin zamandan ve zamanın "böyle idi"sinden tiksinmesi.
Nietzsche'nin bir çözüm bulması
gerekiyordu, ilk bakışta da bu çözüm bir ussallaştırma gibi gelir. Değiştiremeyeceği
için, bunu istediğini ileri sürer, bu çözüm de tezgâhın bir sonraki ayağına
hazırlık olur.
Her böyle idi" kırıntıdır, bilmecedir, korkunç rastlantıdır,
-yaratıcı istem ona şöyle deyinceye dek: "Ama böyle istedim ben! —Yaratıcı
istem ona şöyle deyinceye dek: 'böyle istiyorum ben! Böyle isteyeceğim
ben!"
Önemli bir şeyin hazırlanmakta
olduğunu sezdirmeye çalışmaz gibidir Nietzsche, ama artık Sonrasız Geri dönüş
düşüncesinin başlangıcına iyice yaklaşmıştır. Kullanılan zamanın "böyle
istedim ben"den "böyle istiyorum ben'e sonra da böyle isteyeceğim
ben"e doğru değişerek ilerlediğini gördük. Bir sonraki kez aynı durumla
karşılaştığında, gene tıpatıp aynısını isteyeceği anlamı taşır bu. Zerdüşt
kendisini dinleyenleri, içinde bulunduğu şu tikel anda söylemiyorsa da,
Sonrasız Geri dönüş düşüncesinin yaklaşmakta olduğuna hazırlamaktadır.
"Zerdüşt sözünün burasında birden durdu, en büyük ürküye kapılmış
birine benziyordu"
Hazırlık niteliği taşıyan üç
başlık sonra, Nietzsche Üçüncü Bölüm'ün "Görüntü ve Bilmece üstüne"
adını taşıyan ikinci Başlık'ın Sonrasız Geri dönüş düşüncesini tanıtır:
"Şu geçide bak, cüce!" diye sürdürdüm konuşmamı, "iki
yüzü var. Burda iki yol birleşir: Kimse bu yolların sonuna dek varamamıştır
daha. -Şu geriye doğru uzanan yol: Sonrasızlığa dek sürer. Şu ileriye doğru
uzanan yolsa, -başka bir sonrasızlıktır.- Birbirine karşıttır bunlar, bu
yollar; birbirini başlarıyla iterler; - ve burda, bu geçitte birleşirler. Bu geçitin
adı, üstünde yazılıdır: "An".
Ama kişi bunları izlese, -durmadan, daha, daha izlese, sanır mısın ki,
cüce, bu yollar birbirine sonrasızca karşıttırlar." - “Düz olan her şey
yalan söyler" diye mırıldandı cüce, küçümseyerek, "Her gerçek
eğridir; zaman bile değirmidir." -"Ey ağırlığın ruhu!" dedim
öfkeyle, "o kadar hafifseme bunu! Yoksa seni oturduğun yerde bırakırım ha,
topal; seni yukarlara ben taşıdım!"
Zerdüşt cücede bedenlenmiş
ağırlığın ruhuna çıkışıyorsa da, cücenin "zaman bile değirmidir"
sözünü benimser. Böylece, fizik kuramına başvurmaksızın çevrimsel zaman
anlayışını getirir.
Bu arada, Nietzshe'nin zamanın
geri döndürülmezliği konusunda son derece kesin bir tutuma sahip olduğunu
belirtmek de ilginçtir: "... yönelişin
(ileriye ya da geriye doğru) mantıksal açıdan birbirinden farklı olmadığını
kabul edersem, yılanın kafasını tuttuğumda, kuyruğunu tuttuğumu düşünebilirim:
Bu zevki size bağışlıyorum, sevgili Bay Dühring."
7. Amor
Fati, Îstem, Üst-İnsan
Nietzsche'nin çevrimsel zamana
verdiği ahlaki anlam, tüm felsefenin özünü oluşturur. Kişi sonrasız geri
dönüşü göğüsleyebilecek, zevkini çıkartacak, hatta isteyebilecek kadar güçlü
olabilir. Kısacası: "Neysen o ol". Bu deyişi daha kesinleştirmek
için, cümleyi yeniden kurmamı hoşgörün: Nasıl olmak istiyorsan öyle ol. Ne var
ki, Nietzsche'nin "özgün" gibi gelen bu düşüncesi daha önce geçici
"öğretmeni" Schopenhauer tarafından dile getirilmişti zaten. Gerçekten
de, Düşünce ve îstem Olarak Dünya adlı yapıtında Schopenhauer şunlan yazar:
Yaşamda... doyuma ulaşan., ve o zamana dek bildiği biçimiyle yaşamının
hep sürüp gitmesini ya da yeni baştan kendini yinelemesini sakin ve bile bile
isteyen ve sunduğu zevklerin hatırına katlanmak zorunda kaldığı tüm güçlükleri
ve yoksullukları istekle ve sevinçle kabul edecek kadar yaşamı seven... kişi-
işte bu kişi "sürüp giden, yusyuvarlak dünyada doğru kaynamış sağlam
kemikleri üstüne" güvenle basar ve hiçbir şeyden de korkmaz.
İşte, değerlerin bu tersine
çevrilmesiyle, keyfi ve rastlantısal gibi gelen yazgı sonuçları şimdi artık
istemin istediği şeyler olup çıkar. Güçsüz birinin kendi kendinden
düşkırıklığına kapılması gibi görülebilecek olan Amor fati, yazgı aşkı,
Nietzsche'nin düşlerinde yürekli birinin erdemine dönüşür.
Özgür bir yaratıcıdır bu İstem,
doğası gereği de, geleceğe yöneliktir. Sonrasız Geri dönüşü geçmişi geleceğe
dönüştürür, böylece geçmişi İstem'in elinin uzanabileceği kadar yakına getirir.
Aynı şekilde, yazgıcılık da özgürlüğe, rastlantı amaca, hiççilik değerlerin
kabul edilmesine, yaşamın yadsınması da yaşamın olumlanmasına dönüşür.
Nietzsche Sonrasız Geridönüş'ün birbirine karşı bu iki yanının farkında
değildi. Ne var ki, bu dönüşüm geriye doğru da gerçekleşir; gelecek geçmişe,
özgürlük yazgıcılığa, vb. dönüşür. Geridönüş değer ve amaç yokluğu olarak
yorumlanırsa, geridönüş kuramı da Nietzsche'nin "hiççiliğin en uç
biçimi... Budacılığın Avrupalı biçimi (Europâischer Buddhismus)" dediğine benzeyip çıkar. Ne var ki, Nietzsche hiççiliğin uçurumunda sonsuza dek
kalmak istememişti. Hiççiliği mantıksal açıdan en uç noktasına kadar götürüp
hiççiliğin fatihi oldu. Bu başarıysa Erk İstemi düşüncesi, geleceği yaratma
istemi, sonrasız geridönüş istemi düşüncesi sayesinde gerçekleşebilmişti. Alaycı
biri buna düşkırıklığı diyebilir, yandaş biriyse gözüpekçe bir davranış sayabilir
bunu.
Nietzsche
olmaya değil oluşa inandı yalnızca. Richard Wagner'den öğrenip hayranlıkla
bağlı olduğu Diyonisosçu ve Apolloncu terimleriyle söylersek, Nietzsche
Apolloncu'dan çok Diyonisosçu'ydu. Erk İstemi de devindiren Diyonisoscu güçtü. Sonrasız Geridönüş'ü ele almanın
bir yolu da Erk İstemi'ni Heidegger'e göre "öz", Sonrasız Geridönüşü
de "varoluş" olarak kabul etmektir. Nietzsche kendi İstem'inin
Schopenhauer'in İstem'inden, Ding an sich'ten bambaşka bir şey olduğunu
tanıtlamak istediği için, büyük olasılıkla buna karşı çıkardı. Schopenhauer'in
İstem'i doymak bilmezdir, dolayısıyla herhangi bir şeyin eksikliğini duyar
sonrasızca, Nietzsche'nin İstem'iyse tamamlanmışlıktır. Erk İstemi, Daha
İstemi'dir. Aynını daha çok kez geridönüşüne sahip olma İstemi'dir. Üst insan
da bu İstem'in kişileşmesidir. Ahlakı da "zorundayım" değil
"istiyorum" dur.
8. Nietzsche'nİn
An Düşüncesi
Nietzsche'nin Sonrasız Geridönüş
düşüncesi yaygın bir biçimde bilinse de, an kavramını vurguladığı daha az
bilinir. Nietzsche an düşüncesini Zerdüşt'ün üç ayrı yerinde üç ayrı anlamda
kullanır. Bu kavramlarda Sonrasız Geridönüş kavramı arasında nasıl bir bağıntı
bulunduğunu son bölümde ele alacağım. Bu bölümdeyse, üç ayrı an kavramını
işleyeceğim. An kavramının ilk anlamıyla görüldüğü yer 1. Bölüm'ün
"Armağan eden erdem üstüne" adlı başlığıdır.
Ve dostlarım olacaksınız bir daha ve bir tek umudun çocukları: O zaman
büyük öğleyi sizinle kutlamak için, üçüncü bir kez olacağım aranızda. -Şudur
büyük öğle: İnsan, hayvanla Üst-insan yolunun ortasındadır ve akşam yolunu en
büyük umudu olarak kutlamaktadır: Çünkü bu, yeni bir sabah yoludur. -O zaman
kutsar kendini batan kişi, karşıya ve öteye geçen olduğu için; ve bilgisinin
güneşi tam tepesinde durur. -"Öldü bütün tanrılar; Üst-insanın yaşamasını
istiyoruz artık".- O büyük öğlede son arzumuz bu ola!
Öğlen düşüncesi, ayrı ayrı
çağrışımlara yol açan, çok çeşitli anlamlara bürüne bürüne kendini gösteren bir
örge. Nietzsche'nin Öğlen sözcüğüne verdiği anlamları özenli biçimde çözümlemek
amacıyla, okura Kari Schlecta'nın bu konuda kaleme alınmış en aydınlatıcı
yapıt olan Nietzsches Grosser Mittag adlı kitabını salık vereceğim. Alıntı
yaptığımız bölümde, büyük Öğle'nin karar verme anı, insanın batıp üst-insan'ın
doğduğu nokta olduğu düşüncesi egemendir.
Etiketler:
Nietzsche
LİSE
"Bir lise yatılı öğrencisi, yüzyıllara bedel yıllar boyunca, gözlerini üzerinden eksik etmeyen bir uygarlık paryasınca baskı altında tutulursa, sabahtan akşama akşamdan ertesi sabaha, amansız bir kinin uğultulu dalgalarının yoğun bir duman benzeri yükseldiğini duyumsar, kendisine patlamaya hazırmış gibi gelen beyninin içinde. Hapse atıldğı günle yaklaşan çıkış günü arasında, yoğun bir ateş sarartır yüzünü, kaşlarını çatıklaştırır ve oyar gözlerini. Düşlere dalar geceleri, uyumak istemez çünkü. Gündüzün, bu alıklaştırma evinin duvarlarının dışına fırlar düşüncesi, bu sonsuz dehlizden kaçıp kurtulacağı, ya da buradan kendisini bir vebalı gibi dışarı atacakları ana uzanır; bu eylem de anlaşılır."
sf. 59 (Maldoror)
Etiketler:
Isidore Ducasse
İNSANIN KENDİ DOĞASIYLA SAVAŞI
***
M. Mukadder
Yakupoğlu
İnsanı diğer canlılardan ayıran onun doğal durumunun doğal
olarak sürdürülebilir olamamasıdır. İnsan doğal haliyle öyle bir çelişki
içindedir ki bu çelişkiyle varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle
varlığını sürdürmeye karar veren bir insan yaşamının dayanacağı temeli
belirlemek zorundadır. Ama bu temel çoğunlukla daha önceden belirlenmiştir ve
de insan kendiliğinden bu yaşam biçimini kabullenir. Daha doğrusu her günün
getirdiği zorunluluklar insanı belirli bir yaşam biçimine mahkûm hale getirir.
Bu mahkûmiyet insanın kendi doğal durumunu dönüştürme arzusuna yol açar. Bu
arzu çoğu zaman pratik yaşama biçimini benimseme yoluyla günlük bir programın
parçası haline gelir.
Yaşama biçiminin belirlenmesinde
önceki kuşakların yaşama biçimleri model oluştururlar. Aile ve okul eğitimi
bir ölçüde insanı nasıl yaşayacağı konusunda koşullandırır. Bu koşullandırma
yaşamın acı gerçekleri karşısında yavaş yavaş etkinliklerini kaybederler. Bu
süreçte insan yaşamı konusunda karar vermek zorunda olduğunu fark eder. Bu
zorunluluğa rağmen insanların çoğu kendilerini olayların akışına bırakır. Bu
durumda o insanların yaşamının nasıl olacağını ekonomik sistem ve onunla bağlantılı
olarak toplumsal kurumlar karar verir.
Bu kayıtsız çoğunluğun
karşısındaki azınlık ise kendi yaşamları üzerine kararı kendileri vermek
isterler. Bu azınlığın önünde geniş bir yelpaze vardır. Verilecek kararların
her aşamada yeni kararlar almaya neden olacağı açıktır. İnsanların çoğu böyle
bir sürece dayanıklı olabileceklerini düşünmediklerinden halihazır kalıpların
içinde kalmayı tercih edeceklerdir.
Hiyerarşik yapılanmaya boyun
eğmek ve paranın güç olduğu savını kabullenmek, sistemin uyulmasını istediği
önermelerdir. Dünyada kabul gören baskın yaşama biçimi, hiyerarşik basamakları
çıkmaya çalışmak veya para kazanmanın bir yolunu bulmak için öldüresiye çaba
göstermektir. Sosyoloji ve sosyal psikoloji bu yaşam biçimini bir veri olarak
kabul eder. Bu kabul edişin doğal sonucu olarak insanın diğeri tarafından kabul
edilmesinin ön koşulu ya hiyerarşik bir basamakta bulunmak, ya da parasal bir
güce sahip olmaktır.
Bu önerme genel olarak doğrudur
ve zaten bu nedenle pratik yaşam biçimi genel olarak insanların benimsediği bir
yaşam biçimidir. Bir önermenin genel olarak doğru olması onun mutlak anlamda
yanlış olduğunu gösterir. Pratik yaşam biçimini kabul etmeyen, sosyolojik
determinizmi reddeden insanların sayısı az değildir. Bunun nedeni pratik yaşam
modelinin insan ruhunu tatmin edemeyişidir. Bu model öncelikle statü ve para
üretimine neden olur ve toplumsal alan enflasyonist bir statü ve para gösterisine
sahne olur. Başkası tarafından kabul edilme arzusu trajikomik bir tiyatro
oyununun sürekli tekrarlanmasına neden olur.
Kapitalist üretim-tüketim
sisteminin dayattığı sosyolojik oluşumları karşı konulamaz gerçekler olarak
kabul eden çoğunluk hep birlikte tek tip bir yaşam biçimini egemen kılmışlar ve
böylece tarihin bitişini ilân etmişlerdir.
Ama isyankâr bir azınlık
insanlığın içine düştüğü bu yoksul yaşam biçimine karşı çıkmış ve
öngörülemeyen yaratıcı bir devinimle yepyeni yaşam biçimlerinin örneklerini
ortaya koymuşlardır.
Pratik yaşam biçimi aldatıcıdır,
çünkü insana bir amaç sunmaz. Bir gün bitecek günleri iyi geçirmek üzerine kurulu
ve diğer insanların yaşamına kayıtsız kalmayı öğütleyen ve özü ahlâki bir
norma dayanmayan pratik yaşam biçimi insanı ruhsal sefalete götürür. Bu nedenle
bu yaşam biçimine isyan etmek ahlâki bir görevdir.
Pratik yaşam biçiminin ilkelerini
şöyle özetlemek mümkündür: yaşam maddi bir olaydır, yaşamı mümkün kılan
hücrelerin ve özellikle nöronların birleşmesinden meydana gelen biyolojik
makinenin düzenli işleyişidir. Bu makinenin iyi çalışması için en uygun ortamı
yaratmak pratik yaşam modelinin temelini oluşturur.
Pratik yaşamın amacı yaşamın
içinde kalmak zorunda olduğundan kendi kendini yok etmeye mahkûmdur. Ne kadar
saçma görünürse görünsün yaşamın dışına sıçrama zorunluluğu kaçınılmazdır.
Belki de bu saçmalık insanı hep intiharın sınırında tutar. Yaşamın dışına
sıçrayarak saçmalığın baskısından kurtulabiliriz. İntihar pratik yaşamın neden
olduğu bir eylemdir.
Pratik yaşamın görünürdeki
cazibesi aldatıcıdır. Bu cazibe sanki yaşamı dolu dolu yaşamak mümkünmüş gibi
bir olasılık yaratır. Böyle bir Olasılık yoktur. Aslında başkaları tarafından
kabul edilme kaygısıyla sürdürülen pratik yaşam bir dizi atraksiyonu (dikkat
çekici davranışları) gerekli kılar.
Kendi kendine yani içe dönük
yaşam varlığımızın özüne inmemizin olmazsa olmaz koşuludur. Buna karşın pratik
yaşam bizi bizden uzaklaştırır ve özümüze yabancılaştırır. Varlık bir zevk
makinesine indirgenir, (Goethe’nin Faust’unu anımsayalım. Şeytan Faust’u bir
zevk makinesine dönüştürmeye çalışır ama Faust’un ruhu bu makineleşmeye
direnir. Belki de felsefi veya dinsel yaşamın çıkış noktası bu direnmedir.
İnsanın kendi kendisiyle
savaşımı, insanı hiçbir yere götürmeyen pratik yaşamla bir amaç varmış
yanılsamasını mümkün hale getiren dinsel- felsefi yaşam arasındaki uzlaşmanın
zorluğundan doğmaktadır. Kendini akıntıya bırakmak, içgüdülerin mutlak egemenliğini
kabul etmek çoğu insanın seçtiği yoldur ve sonu anlamsız bir hiçliktir.
Yaşam bize verilen biyolojik bir
sıçrama mıdır? Buradaki “biz” ne anlama gelmektedir? Biz kendimize
atfettiğimiz metafizik bir öze işaret etmektedir. Biz veya ben olgusu yaşama
dışarıdaki bir fenomen olarak bakmamızı sağlar. Bizi dışarıya doğru uzatan bu
biyolojik sıçrama içinde hep potansiyel bir düşüşü taşır. Yaşam kısa bir süre
yükselen ve daha sonra sürekli düşüşe yönelen bir titreşim gibi algılanabilir.
Etiketler:
Felsefe
Dostluğun Güzelliği: Foucault, Erillik ve Sanat Yapıtı
Kendisini hiç gizlemeyen, kişiyi deli eder: öylesine
çekinmeniz gerektir çıplaklıktan! Evet, tanrı olsaydınız, o zaman utanabilirdiniz
giysinizden! Dostun için ne denli süslensen azdır; çünkü sen onun için, bir ok
ve bir özlem olmalısın Üstinsana.
(Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt)
“Kendi yaşamının şairi” olan Üstinsana geçiş, tek başına
aşılacak bir yol değildir. Dostluk, Nietzsche'nin insanın yaşamını nasıl “gösterişli
bir tarzda” düzenleyeceğine dair görüşlerinde önemli bir rol oynar. Dostlar,
sanat gibi, kendi yaşamımıza belli bir mesafeden ve farklı bir bakış açısından
bakmamızı sağlar. Nietzscheye göre dost insanın “en iyi düşmanı” olmalıdır.
Yani dost, ötekinin bütün çirkin ve sağlıksız yanlarının düşmanı olmalıdır.
Dost, insanın amaç edineceği bir güzellik deneyimi sunmalı ve böylece ötekini,
mevcut durumunun sefilliğini küçümsemeye cesaretlendirmelidir. Nietzsche’nin
metinlerinde sanatçının rolüyle dostun rolü arasında belli bir yakınsama
gözlemlenir. Sanatçılar bir şeyi güzelleştirmek için o şeyden uzaklaşmanın
yolunu ortaya koyar. Benzer biçimde, (iyi) bir dostlukta da mesafe gereklidir.
Bunun nedeni, dostluğun “hata ve aldatma" üzerinde temellenmesi ve bu
türden insanca (pek insanca) ilişkileri sürdürmek için bir miktar sessizliğin
gerekli oluşudur. Bundan da anlaşılacağı üzere, dost "görmek istememelidir
her şeyi” (Zerdüşt, s. 59). John Coker’a göre, Nietzsche başkalarını oldukları
haliyle değil neye dönüştüklerine göre kabul edip sevmek gerektiğini savunur.
Bir başka deyişle, dost başkası olarak sevilmelidir, komşu ya da Aynı olarak
değil. Nietzsche bu görüşünü şu dizelerde ifade eder:
Lütfen burnumun dibinden biraz öteme yerleş,
Biraz uzağımda, biraz da yükseğimde eğleş!
Yoksa nasıl derim ben, “cananım yıldızlara eş”?
(Nietzsche, Şen Bilim, 30)
Nietzsche, sanat gibi dostluğu da iki temel türe ayırır:
yaşamı olumlayan ve yaşamın tıka basa doluluğunda temellenen dostluk ve yaşamı
reddeden ve şefkatte ve yaşamın yoksullaştırılmasında temellenen dostluk. Şöyle
buyurur Zerdüşt: “Kendisinde dünyanın yetkin durduğu, iyinin kabı olan dostu
öğretiyorum size - her zaman bağışlayabileceği yetkin bir dünyası olan
yaratıcı dostu.” (Zerdüşt, s. 63) Nietzsche, iyi dost olmadan önce kendimizi
(yani olabileceğimiz şeyi) sevmemiz gerektiğini savunur. Antikitede dostluğun
en yüce duygu kabul edildiğini ve kendine yeterliğin ve bereketin “kutsal
kardeşi” olduğunu iddia eder. Ben bu makalede Foucault’nun son dönem
yazılarında, bu antik ethos'u yirminci yüzyılın son dönemi bağlamında hayata
döndürme yolunda bir çabanın bulunduğunu savunacağım. Nietzsche şöyle sorar:
“O yüce sanatı, şenlik sanatını kaybedersek, sanal eserlerimizin sanatının ne
anlamı kalır?" (Şen Bilim, s. 144) Zerdüşt yanıt verir: “Yeryüzünün
şenliği olsun size dost ve üstinsanın önceden duyulması” (Zerdüşt, s. 63) Ben
dostlukla sanat arasındaki ilişkinin Foucault'nun son dönem yazılarında tekrar
ortaya çıktığını öne süreceğim. Foucault'nun çalışmaları bazen erkek egemen
yapısı nedeniyle eleştirilse de, bana göre onun “bir sanat yapıtı olarak yaşam
mefhumu egemen erkeklik söylemlerini aksatır. Bundan başka, dostluğu modern
toplumsal cinsiyet rejimine ve onun temelindeki heteroseksüel söyleme meydan
okumanın temel alanı olarak konumlandırmamızı sağlar.
Gelgelelim, burada duraklamamızın
bir nedeni de muhtemelen Nietzsche’nin dostluk anlayışının eril yapısıdır.
Linda Williams, Nietzsche'nin dostluk anlayışında kadınlara da yer olup
olmadığını sorgular. Geleneksel dostluk söylemini bozan bir şey varsa onun
Kadın olduğunu işaret eder. Nietzsche, sadece kadınların değil erkeklerin de
dost olma yeterliliğini eleştirerek endişelerimizi biraz olsun yatıştırır.
Şöyle yazar: “Ama deyin bana siz erkekler, hanginiz dostluğa yeterlisiniz? Ah
sizin yoksulluğunuz, ey erkekler, hele sizin gönül oburluğunuz! Sizin dostunuza
verdiğiniz kadarını, ben düşmanıma dahi veririm, hem bununla züğürtleşmem.
Arkadaşlık var: ko dostluk olsun!” (Zerdüşt, s. 58) Buna rağmen, Nietzsche'nin
mesafe ve sessizliği takdir edişi bizim için, dostlukla ilişkilendirilen duygu
ve yakınlığın “eril” reddini andırmaktadır. Nietzsche’nin düşünceleri yine de
dostluğun doğasına ilişkin önemli sorular öne sürmektedir ve bizim de ona yöneltecek
daha çok sorumuz olacaktır. Ama öncelikle Nietzsche’nin zamanında ve bizim zamanımızda
(özellikle erkekler arasındaki) dostluğun durumunu ele alalım.
Oscar Wilde'ın 1895'te "bariz ahlaksızlık” suçlamasıyla
yargılanmasından sonra erkekler arası dostluk yeni bir boyut kazandı. Bundan
böyle cinsellik meselesi “eşcinsel” figürüyle birlikte erkekler arasındaki
bütün ilişkilerin merkezine oturacaktı. Gerçekten de erkekler arası dostluk,
eşcinsellik hayaletinin güçlü heteroseksüel erillikler için bir tehlike teşkil
ettiği en önemli alandır. Wilde’ın başına gelen felaketin, erkeklerle sanat
yapıtı arasındaki kati ayrımda izini bıraktığı nadiren dile getirilir. Wilde’dan
bu yana, “sanatın” alımlanışı hem “dişil” olanla hem de "eşcinsel” olanla
kati biçimde ilişkilendirilmiştir- Wilde’ın etkili bir örneği olduğu
“estet-dandy” figürünün bünyesindeki üç unsurdur sanat, dişillik ve
eşcinsellik. Dolayısıyla, heterosek-süellik kurumu ve eşcinsellik korkusunun,
eril kimliklerin sanatla bağlantı kurmasını etkin biçimde engelleyen baskın
erillik mefhumlarının inşasının esas unsurlarından olageldiği söylenebilir.
Sanat, erillik ve dostluk arasında karmaşık karşılıklı-ilişkilerin söz konusu
olduğu bu belirsiz alan, bu makalenin daha sağlam bir dayanak bulmak adına
üzerinde temelleneceği zemindir. Heteroseksüel / eşcinsel ayrımının
belirsizleştiği bir alan olarak dostluk, erkekler ve sanat arasındaki ilişkiyi
tekrar düşünme imkânı sunabilir.
Eve Sedgwick eril eş-sosyal
(homosocial) arzu ve eril eşcinsel arzu arasında bir devamlılık olduğunu
savunur: “Bir erkek için, başka bir erkeğin erkeği olmak, ‘erkeklere ilgi
duymak’tan sadece görünmez, dikkatle bulandırılmış, hâlihazırda aşılmış bir
hatla ayrılır." Homofobi burada, erkekler arası eş-sosyal ilişkilerin
çağdaş biçimlerini ayakta tutan güç olarak ele alınmaktadır. Sedgwick’e göre
eşcinsel / heteroseksüel zıtlığı yirminci yüzyılda, bütün Batılı kimlikler ve
toplumsal örgütlenme biçimleri açısından asli öneme sahip esas kodlardan biri
olmuştur. Modern Batılı toplumların örgütlenişine özgü dostluk belli ki bu
bağlamda da bir rol üstlenmektedir. Ancak dostluğun toplumsal cinsiyet
sorununun ortaya çıktığı bir alan haline gelmesi sadece “homoseksüelin”
maskesinin toplum önünde indirilmesinden sonraki döneme özgü değildir. Örneğin
Alan Bray, on altıncı yüzyıl İngiltere'sinde “eril” dostla "oğlancı"
arasındaki farkın, Elizabeth döneminde ileri sürüldüğü gibi keskin olmadığını
söyler. Bray’e göre, cinsel açıdan uygunsuz fiil suçlamaları, erkekler arası
dostluğun kamusal emarelerinin kolaylıkla farklı -oğlancı- bir ışıkta
okunabileceğine dair örtük inanca dayanıyordu. Bunun sonucunda, Elizabeth
döneminde, erkekler arasındaki yakın ilişkilerde takdir edilecek davranışlarla
korkulacak davranışlar arasında bir ayrım yapmanın zor olduğunu görüyoruz.
Burada, yirminci yüzyıldan oldukça farklı bir bağlam söz konusu ama bu
farklılığın temelinde, oğlancılığın yaygınlaşmasının herkes için büyük tehlike
teşkil edeceği düşüncesi var. Buna karşın, modern erkekler, korkularının yer
değiştirmesini olanaklı kılan bir “eşcinsel azınlık’a sahip olmanın sağladığı
rahatlığa (ya da rahatsızlığa) sahip. Burada sorgulanan, bu yer değiştirme
stratejisinin başarısı.
Nietzsche’de Siyaset, Dostluk ve Yalnızlık
(Derrida’nın
Dostluğun Siyaseti’ndeki Nietzsche Okumasına Karşılık)
PAUL J.M. van TONGEREN
Bu makale, Nietzsche’nin, kişinin kendisiyle dost olmasının
imkânsızlığını temel alan sinik dostluk anlayışına odaklanmak suretiyle
Derrida’nın “ütopik” Nietzsche okumasına karşıt bir okuma önerir. İnsanın
siyasi tabiatını paylaşılan rasyonalitede ve ortak dostluklarda temellendiren
Aristoteles’in aksine Nietzsche, sadece siyasetin değil, aynı zamanda bizzat
insanın kendisinin de şiddetli bir teslimiyet ediminde kurulduğunu ve
süregelen bir iktidar mücadelesi üzerinden tanımlanabileceğini öne sürer.
Bu makale, dostluk ve siyaset
üzerine iki farklı düşünce geleneğini incelemektedir. (Esas olarak Aristoteles
ile bağdaştırılan) ilk gelenekte, ikisi (dostluk ve siyaset) arasında pozitif
bir ilişki vardır ve gerçek bir gerilimin varlığından söz edilemez. Öte yandan
(esas olarak Montaigne ile bağdaştırılan) diğer geleneğe göre dostluk siyasetle
uzlaştırılamaz.
Dostluğun radikal aldatıcı
tabiatını kabul edilmez bulduğundan aynı derecede katlanılmaz bir yalnızlığa
doğru yol alan Nietzsche’de bu iki geleneğin unsurlarına da rastlamak
mümkündür. Çünkü inzivanın, kendini kendisinin başkasına dönüştürdüğünü ancak
bir keşiş bilir, bu da gerçek dostluk için bir gerekçe, yalnız keşişi kendi
kendini sorgulamanın derinliklerine dalmaktan kurtaran bir üçüncü unsurdur.
Makalede, Nietzsche için
dostluğun, bütünüyle gerçekleştirilmiş bir dostluğa -yani içsel bir farklılık
veya çoğulluğun dostluğuna- ulaşma yolunda, (insanlık halinin tümüyle ötesinde
olan şeye, “Üstinsan'a götüren yolda) sadece bir aracı işlev görebileceği
gösterilecektir.
1. Giriş:
Derrida’nın dostluğun siyaseti üzerine kitabındaki Nietzsche
Derrida’nın kitabını doğru bir biçimde, bütünüyle ele almak,
en azından benim açımdan imkânsız; kitap motifler, iddialar ve farklı
doğrultularda uzanan yan yollar bakımından öylesine zengin ve dolu ki, hakkını
vermek için bir dizi makaleye ve hatta ciltlerce kitaba ihtiyaç olduğuna şüphe
yok. Benim burada yapmayı hedeflediğim, Derrida’nın kitabına dair birtakım
özetlerle işe başlamak (ki bu özetler, her şeyden önce, kitabın ne kadar azını
anladığımı da kaçınılmaz olarak göstermiş olacak) ve esas yazarın Nietzsche
olduğu bölümler üzerinde yoğunlaşmaktır.
Kitap, esas kökeni bilinmemesine
rağmen kültürümüz tarihinde çokça tekrarlanmış ünlü bir alıntıyla açılır. Bu
alıntıyı kullananlardan biri de Nietzsche’dir. Ama Nietzsche bu alıntıyı
devrimci bir şekilde tekrarlar, yani onu tersyüz eder:
“Belki de herkesin şöyle
diyeceği bir neşeli gün de gelecek: ‘Dostlarım, dost yoktur!' diye haykırdı
ölmekte olan bilge; 'Düşmanlarım, düşman yoktur’ diye haykırıyorum ben de,
yaşayan budala.” (İPİ I, 376)
Derrida’nın bu ters çevirme
üzerine düşünme yollarından biri de onu, Nietzsche’nin dışlayıcı karşıtlıklara
dair metafizik inanca ya da -Nietzsche’nin ifadesiyle- “değerlerin karşıtlığına
dair inanç’a (İKÖ 2, s.18) yönelik eleştirisiyle ilişkilendirmektir, bu inanç,
metafizikçilere, her kim bir şeyin karşıtından doğacağına inanıyorsa (hayal
ediyorsa, der Nietzsche) o “bir budaladır”, bir delidir, dedirtendir. Derrida,
dosttan düşmana geçişin, salt, bir şeyden onun karşıtına geçme anlamında bir
ters çevirme olmadığını, dışlayıcı karşıtlıklar üzerinden düşünmekten başka bir
düşünce biçimine, karşıtlık ve dışlayıcılık mantığından, farklı bir mantığa
geçiş olarak da algılanması gerektiğini öne sürer.
Bu bir yandan radikal bir çatlak
veya yarılma, diğer yandan da yarılma kavramıyla bağını koparan bir kırılmadır.
Böyle bir kırılma veya kırılmama, tersine çevirme veya çevirmeme durumu
(Nietzsche’nin gerçek dünya ile görünen dünyadan bahsettiği noktada muhtemelen
en açık hale gelen düşünme biçimi) Nietzsche tarafından sıklıkla kullanılan şu
sözcük aracılığıyla ifade bulur: "vielleicht", “belki",
"peutetre”. Nietzscheci düşünme biçimi “belki’nin düşünülmesidir. Bu
düşünme biçimi radikal bir yeniliği, yeniliği ya da farklılığı metafizik
karşıtlıklar mantığı uyarınca düşünülemeyecek olan şeyi duyurur ve
gerçekleştirir. Nietzsche "belki"yi -kelimenin Heideggerci manasıyla—
bir olaya dönüştürür. Derrida, bu belki kullanımını, tipik Nietzsche
cümlelerindeki teleiopoietik (veya auto-teleiopoietik)* biçim diye nitelendirdiği
yapıyla ilişkilendirir. Bu cümlelerin çoğunda Nietzsche dostlarına: “meine
Freunde...” [dostlarım] diye seslenir.
Dolayısıyla, başlangıçta
bahsettiğimiz terse çevirme -yani, dosttan düşmana, bilgelikten deliliğe
çevirme (“Dostlarım, dost yoktur!" diye haykırdı ölmekte olan bilge;
“Düşmanlarım, düşman yoktur” diye haykırıyorum ben de, yaşayan budala)- aynı
zamanda bir bağlantı, henüz orada olmayıp da bu duyurma sırasında gerçekleşen
bir bağlantı olarak da düşünülmelidir.
Dost ve düşman arasındaki ilişkinin,
halihazırda bir geleneği olduğu herkesin malumu. Bu geleneğin önemli bir
unsuru kutsal metinlerde geçen şu ifadedir: “Düşmanını sev!” Fakat bu ifade,
dostluk ya da sevgi ile düşmanlık arasında bağlantı kurmanın oldukça farklı
bir yoludur. Çünkü buradaki bağlantı veya geçiş, sadece dışlamayı dışlamakla
kalmaz, aynı zamanda tüm karşıtlığı da ortadan kaldırır; ayrımı nötrleştirir.
Sevilen bir düşman, artık düşman sayılamaz. Düşmanlarını sevenlerin düşmanları
yoktur. Farkın, ertelemenin, teleiopoiesis kavramındaki "tele"
unsurunun bu yok edilişinin aksine, Derrida, farklılığı ve mesafeyi kurtaracak
bir devrime, bir ters çevirmeye başvurma konusunda Nietzsche’nin yanındadır:
aranan, orantısızlığı kurtaracak bir dostluk, oikeiotessiz bir
philia ve salt farklılığın değil ayrılığın da siyasetidir.
Bu dostluk arayışı Nietzsche’nin
dostluk imgesiyle, aslen inzivanın dostu olan dostlar ya da “dayanışma içinde”
değil de "bir başına” olan dostlar imgesiyle mümkün kılınır: Bunlar birbirleriyle özellikle dost olarak ilintili değildir ve demokratik bir
topluluk oluşturmak bir yana, bir topluluk bile oluşturmazlar; bunlar, öylesi
dostlardır ki geleceğin filozofları olarak, hakikatin müşterekleştiği andan
itibaren hakikat olmaktan çıktığını düşünürler.
Nietzschenin yazılarında bu topluluk olmayan topluluk tasvir
edilir ve bizlerden -aidiyet olmayan bir aidiyet içerisinde- ona ait olmamız
beklenir. Öte yandan, hitap edilenler olarak bizler, kendimizi, bu garip
dostlarla dost olmuş buluruz - ya da ortaya böylesi bir görüntü çıkar.
Derrida'nın ütopik Nietzsche yorumu
Derrida’nın Nietzsche okumasının (ne oranda benim yorumumdan
kaynaklandığını bilemesem de) az çok iyimser-kehanetvari ve hatta ütopik tonu
beni oldukça şaşırttı. Derrida'nın da kabul ettiği bazı korkutucu olasılıkları
muhtemelen hafife aldığımın farkındayım. Ancak Derridanın “belki”ye atfettiği
önem de azımsanamaz: “belki”, bütün güvenceleri ve tahminleri aşan bir
olasılığın ilanıdır. Derrida, Nietzschenin hitap ve duyurularındaki teleiopoietik
yapıyı işaret eder; bu yapıda uzakta-olan eşzamanlı olarak hem gerçekleştirilir
hem de belli bir mesafede tutulur. Derrida, bu teleiopoiesisi mesihsel bir yapı
olarak nitelendirir.
Derrida, Nietzschenin
okuyucularını -onlara doğrudan hitap edip- kendisiyle beraber, olacak
olanların habercisi veya selefi yaparak, onları (yani, bizi) ilan edilen şeye
karşı yüklenilen sorumlulukta pay sahibi yaptığını gösterir-diğerlerinin
(geleceğin filozoflarının) önünü açma, onların ortaya çıkmasına müsaade etme
sorumluluğudur bu. Ve Nietzsche bunu, bize dost diye hitap edip, bizleri kendi
dostuna dönüştürerek yapar. Derrida, 317. sayfada, Zerdüşt’ün dost ve komşu
üzerine olan sözlerini ele alır ve onları İncil deki komşu sevgisi üzerine
sözlerle ilişkilendirir; Zerdüşt'ün İncil deki bu deyişi saptırdığını kabul
eder, fakat bunu "pour en tenir la promesse” (vaadini yerine getirmek
için) yapar.
Derrida, bu kehanetvari ve ütopik
bakış açısından, bir topluluğa ait olmayanların oluşturduğu topluluk içinde
bir dostluk imgesi seçer; hediyenin mantığı ve başkanın indirgenemez
önceliğinin hükmettiği, dostluğun ve sevginin ötesinde bir sevme (ainıance), bir “olay” imgesidir bu sevgi. Ve Derrida karşılıklılık ve eşitlik idesinden bu
ayrılmanın siyasal sonuçları ve imalarını sorgular,
siyasal
kavramını değiştirecek bir imkân arayışına girer.
Derrida'nın bu tavrı beni hayli
şaşırtmıştı çünkü benim Nietzsche okumalarıma göre -özellikle Nietzsche’nin
dostluk üzerine yazdıklarında- asıl ön-plana çıkan, dostluğun imkânsızlığıydı.
Bu makale aracılığıyla açıklamak istediğim de Nietzsche'de bulduğum bu zorlu
dostluk imgesidir. Ve tartışmanın ilk bölümünde, bu iki Nietzsche okuması
arasındaki farkı incelemeyi öneriyorum.
Bu hususta nasıl yol alacağıma
gelince: Ütopik bir dostluk imgesinden yola çıkarak benzer şekilde ütopik bir
siyasete varmaktan ziyade, Nietzsche’nin siyaset üzerine düşüncelerinin bazı
yönlerini sunacağım ve sonrasında Nietzsche’nin dostluk üzerine yazdıklarına
geçeceğim. Bu noktada ikinci bir soru veya başka bir tartışma konusu ortaya
çıkacak: Ben bu aşamada, Nietzsche’nin sinik dostluk görüşüne temel
oluşturanın, kişinin kendisiyle dost olmasının imkânsızlığı olduğunu
önereceğim. Fakat öncelikle, sıradaki konuyu inceleyelim:
2. Nietzsche’nin siyaset üzerine düşünceleri / Bir
siyaset felsefecisi olarak Nietzsche
Etiketler:
Nietzsche
Varolmak İçin Yazı
Ergenlikte yazının taşıdığı özel öneme çok sayıda psikanalist
eğilmiştir. Bu sözcük açlığına, hissedilen şeyi sözcüklere tercüme etme
yönündeki bu ihtiyaca, bu aciliyet duygusuna ve -kimi zaman işitilmeyen,
bilinmeyen— bu hissedilenlere eğilmişlerdir. Ergenlik döneminde yazı, yaşanmış
olanın en sadık ifadesi olarak görülür. Çocukluktan bu kopuş ve bilinmeze doğru
bu büyük sıçrayış karşısında herkes kendi nirengi noktalarını bulmaya çalışır.
İnsanın kaygılarını ve kuşkularını, sorularını ve korkularını, dünyada varolma
ve konumlanma güçlüğünü yazı yoluyla kaydetmekten daha iyi ne olabilir ki? Bir
dönem günlük tutmaya ya da az çok mutlu bir halde şiir yazmaya kalkışmamış ergen
var mıdır? ilk deneyimlerin ve başlangıçların çağına dair bu çiftanlamlı anıyı
her birimiz kendi içimizde taşırız.
Yazı, çocukluğun bilinen dünyası
ile uyanmakta olan ergenliğin bilinmeyen dünyası arasındaki eşiği saptamaya
çalışır. Yazı, kişinin kendisiyle sürdürdüğü tekil bir diyalogdur; burada sır
açma, umutsuzluk, tespit, düş ve hayal alanı, en çılgın ve en gizli arzular
ifade bulabilir.
Oidipus yasasının ifade bulduğu
dil olan anne dili. Ergenin kendini ayırmak zorunda olduğu bir başka istikrara
kavuşur. Böylece, başka bir yerde başka bir dil, başka bir açıklama, yeni bir
vaat aramak mantıklı gelir. Ergen, yazı aracılığıyla, anne babasının üstben
kaydından, dönemin kültüründe cisimlenen kolektif üstbene geçer. Ütopyaların
alanı, kimi zaman parçalanma yaratan bu “iki aradalık” içinde bulunur.
Psikanalist Moustafa Safouan şunu
söylemektedir: "Yazı, sözün bir ediminden başka bir şey asla değildir.” Morrison sözünü yazıya bağladığından ve
yazı kaydından söz kaydına geçtiğinden bu açıklama akla yatkındır. Ama yazı
ergenin bir geçitten geçmesini sağlar ve böylelikle itkisel bir değişikliğe yol
açarken, Morrison, çok zengin hayal gücünü sergileyerek, sanki sembolik kayda
istiflenmek ihtiyacı içindeymiş gibi yazıya dahil olmuştur. Çünkü “sembolik
olanla bir ilişki içinde yeniden doğabilmek için nesneyle belli bir hayali
ilişki içinde ölmek” gerekir diye belirtiyor Jacques Lacan. Biz bunu, kişinin
kendini yaratmasının zorunlu yolu olarak anlayabiliriz. Ama Morrison özellikle
semboliğe bu geçişe gelip çarpar. Düşünmeyi ve yazmayı öğrenmek, yerleşik kural
ve yasalar karşısında konumlanmayı kabul etmektir. Yazı gerçeğin alanına dahil
olur ve kimi zaman orada semptom oluşturur. Şiir ise sözcüklerin müziğinden
yararlanır, imleyen bileşimlerinin ürettiği anlamsızlık etkilerinden
yararlanır. Bu anlamsızlıklar başlı başına bir semptom oluşturmaz, semboliğe
katılımı engelleyici noktaları belirtirler, gerçeğin uçlarını yaratırlar. Bu
nedenle şiir evrensel ve ebedidir. Shakespeare ebedi ergen Hamlet’e “Words,
words, words...” (“Kelimeler, kelimeler, kelimeler...] dedirtmişti.
Ergen James Douglas’ın özel
kişiliği açısından bu saptamalar akla yatkındır. Ama kişiliğinin
derinliklerine girebilmemiz ve tüm karmaşıklığı içinde kavrayabilmemiz için bir adım
daha atmamız gerekiyor.
James Douglas’ın fazla eklektik
okumaları muhtemelen yazısının niteliğini saptırmıştır; onun edebi ve şiirsel
referanslar bütünü, düşüncesine olduğu kadar yazısına da etkide bulunmuştur.
Kendi sorgulama ve özlemlerine yakın bir edebiyat türü onu çok erken yaşlardan
beri cezbetmiştir. Şiirden beslenir, aralarında ezoterik ya da felsefi kimi
akımların da bulunduğu birçok edebi türe girip çıkar. İçgüdüsel olarak
araştırıcı ve meraklı ruhu onu son derece çeşitli türlerdeki metinleri okumaya
yöneltir.
Bilgiye sınırsız bir açlık duyar.
Yeni dünyalar keşfetmek ister ve bu araştırmayı öncelikle okuma ve yazmada
gerçekleştirir. Daha ilerde, gerçeklik içindeki deneyimlere yönelecek ve kendi
kanatlarını yakmaya dek varan, vazgeçemeyeceği bir hareketlik içine
atılacaktır. Okumalarına paralel olarak, bütün varlığıyla yazıya doğru kaygı
verici bir gerilim içinde yönelir.
Her ergen için yazı önemli bir
dayanak ve güçsüz kalan sözün yerini tutan bir ifade tarzı olsa da, James
için, daha acil koşullarda, yaşamsal bir zorunluluk söz konusudur: Hayat
tehlike altındadır, ölüm kol gezmektedir. Onu, kendisine rağmen yazıya iten şey
bir tür hayatta kalma güdüsüdür. Kimi kişilerin içlerinde dayanıksız, kırılgan
bir hal vardır ve bu onları bastırılamaz bir yönelimle yazıya doğru iter.
Kişide çok erken nüksetmeye başlayan kendine zarar verme ve özkıyım itkilerine
kısmen de olsa karşı koymanın bir yolu olduğu hipotezini ileri sürebiliriz.
Şiirin Yasadışılığı
Etiketler:
Edebiyat,
Jim Morrison
Depresyon Cehennemi
Jim Morrison yazılarında depresif yaşantısının acı dolu
havasını ifade eder. Onun öznelliği yıkım ve terk edilme duygularının izini
derinden taşımaktadır (Freudcu hilflosigkeit bebeğin başlangıçta hissettiği
yıkımı da ifade eder).
Moırison’un duygu yoğunluğu ve
bunları ifade tarzı döneminin gençliği içinde yankı bulmuştur: Tüketim
toplumunun yapay politik idealleri ile Vietnam Savaşı’nın dehşetinin şiddeti
arasında bocalayan bir gençlik. Ama döneminin ötesinde, sonraki kuşaklar da
Morrison’un yıkım çığlığını ve bunun yanı sıra müthiş özlemini, çılgınca
umudunu işittiler: olasılıklar alanını, gerçekliğin sınırını daima daha öteye
itme yönündeki anlamsız fikir.
Karanlık fikirler onun şiirinde
defalarca ifade bulmuştur.
uBir Amerikan
Duası”nda şunu belirtir:
“We’re perched headlong
on the edge of boredom
We’re reaching for death
On the end of a candle
We’re trying for something
That’s already found us.”
“Baş aşağı tünemişiz
sıkıntının kıyısında
Ölüme ulaşmaya çalışıyoruz
Bir mumun ucunda
Bir şey bulmaya çalışıyoruz
O bizi buldu çoktan.”
Ölüme olan ilgisi süreklidir;
sanki var olmak için ölümle yan yana gitmek, sürekli ölümü düşünmek zorundaymış
gibi hisseder.
Marazi olan şeyden aldığı hazzın
ötesinde, bu, onun çöken öznelliğinin temelini, yani intihar fikrini ifade
etmektedir. Şiirsel üslup ve metaforlarla bu fikirleri süsleyerek bir anlamda
yüceltiyordu.
Yaşam ile ölüm arasındaki bu
hududun, ancak bir kez aşılabilecek bu eşiğin esiri olmuş, bu hudut onu
büyülemişti. Canlılar dünyasıyla ölüler dünyasını birbirinden ayıran Antik
Yunan’nı mitsel ırmağı olan Styx ancak tek bir yönde geçilebilirdi; ırmağın kayıkçısı
Kharoon hariç.
Ama Morrison’un sorunsalı her
şeyi araştırmak istemesiydi: Ruhsallığının gizleri, başkalarıyla
ilişkilerindeki gizler; gerçekliğin ve yaşamın sınırlarını, ölümün hudut
bölgesinin hemen yakınına dek, görünürün, olasının ötesinde geriletebilecek
olan şeylerin gizleri.
Geri dönüşsüz bölgeye yaklaşmak
her zaman mümkün olsa da, aşılmaması gereken nihai bir sınır vardır.
Bu bastırılamaz ölüm içgüdüsünün
dolaylı olarak “elini ateşe sokma” tavrında ifade bulup bulmadığını bu bakış
açısından sorgulamak yerinde olur... Morrison’un ölümü kesin olarak hangi
koşullarda gerçekleşmiş olursa olsun, onun gündelik hayatı yaşayış tarzının,
sonuçta yaşama ve önüne çıkan her şeyden haz alma yönündeki korkunç açlığına
baskın çıkan bu kendini yok etmeye varabileceğini düşünebiliriz.
Bu yoğun yaratıcılık yıllarından
sonra Jim, Miami davası
dolayısıyla gerçekle yüz yüze gelir. Kimi zaman düşmanı olarak
gördüğü ama yaratıcılığını daha da geliştirebilmek için aldatmayı bildiği bu
dünyada neler olup bittiğini artık anlayamamaktadır. İlgisiz olmadığı başarı
onu muhtemelen bir süre ayakta tutacak kadar yeterli narsistik tatmini
sağlamaktadır.
O, sözcüklerin kıyısında
durmaktadır. Özel bir işlev taşıdığına inandığı sözcüklerin sembolik yapısının
eşiğine yerleşir. Bu özel işlev, onu temsil etme eğilimi, özellikle de var
edebilme eğilimidir, yani onun bir bilinçdışı öznesi olarak kalmasını
sağlamaktır. Eğer yazı bir dayanak olmazsa, hem narsistik düzlemde hem de
kişilik düzleminde çökebilir.
Lacan James Joyce’un yazısında
kendine özgü ve tuhaf şeyler saptamıştır. Bunlar onun biricik yazısının hem
dilbilgisi yapıları içerisinde hem de metnini renk renk süsleyen dilsel icatlar
ve uydurmalar içinde tekilliğini, aynı zamanda da özelliğini oluşturmaktadır.
Lacan, bu sözcük kuyumcusunun
yazısındaki özel bir işlevi bir yana ayırdı. Ona göre Joyce’u temsil eden şey
yazısıdır. Anılan özelliklerle birlikte yazısı olmasa, James Joyce, kişiliğinin
dayanaklarını ciddi olarak tehdit eden psikoza karşı kendini savunamazdı.
Lacan’a göre bir özne ancak
gerçek, sembolik ve hayali kayıtların çok belirgin biçimde düğümlenmesiyle
tutarlılığa kavuşuyorsa, bu durumda, kimi öznelerde bütünlüğü koruyan ilave
bir öğe gerekir ki, Lacan da bunu semptom sözcüğünün eski yazılışıyla sinthomc
olarak niteler. Bu sembolik eksikliği, yapı içinde kalabilmek için, yani özel
bir psikopatolojik duruma yol açacak şekilde dengesizliğe düşmemek için bazı
öznelerde temel önem taşır. Hatta Lacan Borromea düğümlerinin uzaydaki
figürasyonu yoluyla matematik bir modellendirme de önermiştir. Bu düğümler,
kendi aralarında işbirliği yaparak, ancak eğer üçü birden -yani hayali,
sembolik ve gerçek düzlemler-bağlıysa bütünü koruyabilecek şekildedir. Dahası,
sirıthome kavramı üzerinde çalışarak, yeni bir düğümlenme biçimi keşfetmiştir;
bu, üç yerine dört yuvarlaklı bir model- biçimidir.
Joyce örneğinde, onun bütünlüğünü
koruyan şey yazısı, yazılı dille ilişkisiydi. Edebi yaratıya bu şekilde
bağlanmasaydı, deliliğin kıyılarına erişme riski içinde kalırdı.
Ama James Douglas Morrison
hakkında ne denebilir? Yapısının aynı türde olduğu ve yazıya yaşamsal bir
zorunluluk olarak başvurduğu söylenebilir.
Bu ise, tersine, yaratıcılık ile
psikopatolojik yapı arasındaki ilişkilerin sorgulanmasını gerektirir. Bu özneyi
yazmaya, yaratmaya, tek kelimeyle yüceltim yolundan geçmeye iten şey nedir?
Morrison sürekli yaratma
durumundaydı. Tüm defterlerini dolduruyor, metinleri daktiloda tekrar tekrar
yazıyordu. Meçhul kişilerden oluşan bir kitlenin kahramanı olan Morrison, kendisini
yazmaya yönelten, yaşamsal bir aciliyet, hayatta kalma hali içinde çalışmaya
yönelten bir çatlak, bir kırılganlık taşıyordu içinde. Hayalgücünü dolduran
iblisler birçok açıdan son derece tehditkâr görünüyordu. O, düşme tehdidi her
gün biraz daha belirginleşirken, uçurumun kenarında olmanın rahatsızlık verici
konumunu tanımlamaya ve yazmaya çalışıyordu. Günün birinde aşmak zorunda
olduğunu bildiği bu dar kapıyı tanımlamak istiyordu. Bu sonla yüzleşme ânını
sürekli erteliyordu; o ânın kendi ölümüyle randevusu olmasından çekiniyordu.
Etiketler:
Jim Morrison
Aşırılık Peşinde
Morrison sınırlara, aşırılıklara, neredeyse tekrar tekrar ve
hep aynı düzenlilik içinde gidip gelir. Sanki yaratıcı potansiyeli tahrip
eden, ama aynı zamanda kişiliğini imhaya da onu yönelten görünmez bir çizgiyi
takip ediyor gibidir. İşlenen bir cinayetin sorumluluğu ya da suçluluk duygusu
için kişinin kendini Tanrıya teslim ettiği ortaçağ uygulamaları misali, ölüm
riskini göze aldığı davranışları deneyimler. Sahnede olduğu gibi gündelik
yaşamda da, ölüm riskine koşturan bu davranışları temsil eden şey, risk almaya
yönelik içgüdüsel eğilimidir.
Aralarında amfetamin, kokain, LSD
ve afyonun da bulunduğu çok sayıda uyuşturucu dener. Bunların düzenli ve aşırı
kullanımı onun için hem bir esin kaynağıdır, hem de özyıkımını hızlandırmanın
bir biçimidir, ihlal edici boyut, bütün bu yasadışı maddelerin kullanımında
elbette mevcuttur. Baudelaire ya da Rimbaud gibi bazı yazarlarla
özdeşleşmesinde afyon önemlidir ve bunları idealleştirir. Paris’te
Baudelaire'in tarif ettiği afyon tekkesinin yerini bulup ziyaret eder. Bu konudaki
edebi göndermelere her yerde rastlanır. En başta da
Aldous Huxley’e, keza eski ve çağdaş çeşitli şair ve
yazarlara başvurur.
Yeni fiziksel ve psişik duyumlar
peşinde sürekli koşarak, toksik maddelere bu başvuru yoluyla “algının kapıları’
nı aşmaya çalışır.
Morrison, yazgısının yolu
üzerinde, asla geri dönmeden ilerler. Çılgınca koşusunun, aynanın ötesinde,
semboliğin öte tarafında umutsuzca mutluluk arayışının kendisini nereye
götürdüğünü bilmekte midir? Her türlü heyecanı fazlasıyla deneyimlemiş,
yaşamış, tecrübe etmişti; duyumlarının polifonisinin ve bilincin sınırlarına
dek varmıştı. Bununla birlikte, yaşamama, ölümün yakınından geçme ve kendini
yok etme içgüdüsü bir an bile gözünü üzerinden ayırmıyordu. Tespitte bulunmak
kolaydır, ama bu yıkım arayışına olası bir psikolojik köken ileri sürmek için
henüz çok erken. Freud'un ölüm itkisi olarak tanımladığı bir itki vardır ama bu
klinik olarak her zaman saptanamaz çünkü ender olarak açıkça işler. Genellikle
dolaylı biçimde ifade bulur. Oysa Morrison'da mevcut bir dizi argüman bu
ilkinin onun kişilik yapısındaki varlığını ve önemini açıklamaktadır.
Böylece Morrison’un düşkünlüğünün
tayfının kendini gösterdiğini görürüz.
Düşkünlük Tayfı
Alaycı kahkahalar, oturaklı tavırlar, tehlikeli tutumlar
Moırison’un gündelik yaşamını doldurmaktadır. Her türden aşırılıklarına
gelince, o da çoğu insan gibidir: bunlar hakkında hiçbir şey bilmek istemez.
Zaman zaman bilincinin anlık olarak berraklaştığı görülür ama hatalarını inkâr
hızla baskın çıkar. İlk gençlik çağından beri yaptıklarını tekrar eden,
dokunduğu şeylerin çoğunu, özellikle de duygusal alanına girebilecek olan
varlıkları yok eder.
Kadınlar konusundaki tutumu hep
aynıdır: Onları küçümseyerek ya da değersizleştirerek işe başlar, sonra da
yumuşak ve sevgi dolu görünür. Beklenmedik şiddet ya da saldırganlık krizlerine
girdiği de oluyordu ve bu durum çevresindekileri şaşırtıyordu.
Niçin sahneye tek başına, kendi
adına çıkmaz? Artık Doors’un parçası olmamak ve tek başına şarkı söylemek konusunda
niçin tereddüt etmektedir? Bu yönde ona birçok öneri yapılmış ve her zaman
reddetmiştir. Güvenli bir yerde kalmaya, hayalgücünün eşiğinde, ama aynı
zamanda deliliğin kıyısında, onu destekleyen ve ona eşlik eden başka kapıların
ortasında bir kapı olmaya can atar.
Müzik onun açısından olmazsa
olmazdır. Ancak bu sayede yıkıcılığının tersi yöndeki bir şeyin içinde serpilip
gelişebilir. Yaratıcı yan sanatının yüceltilmesinde cisimlenir. Sesinin pes
tınısı çok çeşitli duygu düzeylerini aktarsa da, birçok kişi tarafından
istisnai lirik yeteneği olmayan bir şarkıcı olarak kabul edilir. Bununla
birlikte tartışmasız sanatsal niteliklere sahiptir, duyguları kitleye ya da
dinleyicilere aktarma yönünde inanılmaz bir yeteneği vardır. Bu karizma onu
sahnede görülmek istenen bir şarkıcı yapar; bunun nedeni yalnızca provokasyonları
ve tuhaflıkları değil, özellikle ortaya koyduğu, sesindeki ve müziğindeki şiir
dolayısıyla aktarmayı başardığı bu enerji ve güçtür.
Yaşamındaki bu varolma
eksikliğini, ham haldeki duygulanım aktarım yoluyla geçirebilir. Totem hayvanı
olan kertenkeleyle özdeşleşmesi, kendini -nörobiyologların dediği gibi
sürüngenlere özgü olan- derin bir belleğin sahibi olarak düşündüğünü
göstermektedir. Çok sayıda hayvan türüyle paylaştığımız bu sürüngen beyni, her
birimizin içinde yatan evcilleştirilmemiş, vahşi yanı temsil eder.
Etiketler:
Jim Morrison
This is the End
Sondan Önce
Gelişimini gerçekleştirdiği çevreden uzaklaşma kararı uzun
bir düşünme sürecinin meyvesidir.
Morrison Doors üyelerinden büyük
ölçüde uzaklaşmıştı. Sözleşme yükümlülükleriyle bağlı olduğundan, onlarla birlikte
L. A. Woman adlı son bir albümün kaydını bitirdi. Davalarının neden olduğu
sıkıntılardan, özellikle onu özgürlüğünden neredeyse yoksun bırakacak olan
Miami davasının sıkıntılarından kısmen kurtulmuştur. Artık ne kendine ne de
geleceğine büyük bir güven duymaktadır. Rock starı olarak geleceğine dair tam
bir kuşku içindedir. Bıkkınlık ve tükenme hissi içindedir; bu dönem ve
karşılaştığı şey onu çökertmiştir. Kaynaklarına dönmek, bir süredir ihmal etmiş
olduğu şiirsel ufuklara doğru yeniden açılmak istemektedir. Eşi, öfkesini ve
alkol bağımlılığını artıran bu kısır gürültü patırtıdan uzaklaşmaya
yöneltmektedir onu. Hayran olduğu sayısız şairin şehri olan Paris’e gitmeyi
önerir. Paris onun için şiirin kökenlerine geri dönüş yeri olacak, yazıyla
yeniden bağ kurma imkânı sağlayacaktı.
"Road days” adlı bir şiir bu
dönem ki ruh halini ifade etmektedir.
“Fear of plane death
And night vvas Night
Should be
A girl, a bottle, blessed sleep
I have ploughed
My seed thru the heart
Of the nation.
Injected a germ in the pyschic blood vein
Now 1 embrace poetry
Of business and become for
A time a - “Prince of industry”
A natural leader, o poet,
A Shaman, w/the Soul of clown.
What am I doing
İn the Bull Ring
Arena
Every public figüre
Running for Leader
Spectators at the Tomb -
riot watchers
Fear of Eyes
Assassination
Being drunk is a good disguise
I drink so I
Can talk to assholes
This include me.
The horror of business
The problem of Money
Guilt
Do I deserve it?
The meeting
Rid of t he managers agents
After four years. I’m left w/a
Mind like a fuzzy hammer
Regıet for wasted nights
wasted years
I pissed it all away
American music.
End w/fond goodbye
plans for the future -
not an actor
writer- filmmaker
Which of ıny cellves
Will be remember’d
Goodbye America
I loved you
Money from home
Good luck
Stay out of trouble.”
Otobiyografik ve trajik yanı
nedeniyle bu şiiri eksiksiz çevirmek gerektirir.
Yol Günleri
“Uçak korkusu
ve gece geceydi yalnızca
olmalıydı
bir kız, bir şişe ve mutlu bir uyku
Daldırdım
Tohumumu kalbine dek
Ulusun
Ruhsal kanın damarına enjekte ettim bir tohum.
İş hayatının şiirini
Kucakladığım şu anda
ve ben oluyorum -bir
süreliğine- bir “sanayi prensi.”
Lider doğmuş biri, bir şair,
Bir şaman, donanmış
Bir soytarı ruhuyla.
Ne
Yapıyorum ben
Bu boğa güreşinde
Her kamusal insan
Özlem duyar iktidara
Mezar seyircileri
- tuhaf isyanlar
Gözlerde korku
Cinayet
Sarhoş olmak iyi bir kisvedir.
İçiyorum
Kıç deliklerinden söz edebilmek için
Ben dahil.
İş hayatından korku
Para sorunu
Suçluluk duygusu
Bunu hak ediyor muyum ben?
Toplantı
İş adamlarından ve görevlilerden kurtulmuş
Dört yıldan sonra beraberim
Ruhla flu bir çekiç gibi
Pişmanlık dolu geceler
Ve heder edilmiş yıllar
Hiç işim olmaz
Amerikan müziğiyle.
Yumuşak bir hoşçakalla sonuçlandırmak
Ve gelecek projeleri
- tek bir aktörü
yazarı-sinemacıyı
“Benleı im”den hangisi
hatırlanacaktır?
Hoşça kal Amerika
Sevdim seni
Para sorunu yok
iyi şanslar
Sakin ol.”
Kopuş
Morrison Amerikan endüstri ve toplumuyla, artık istemediği,
kendisine benzemeyen bu imgeyle hesaplaşır. Morrison bu aydınlamış üslupla
kendini defalarca ifade eder.
Şiir prensi haline geçişinden
açıkça söz eder ve farklı ödünç kişiliklerini yeniden ele alır: lider, şaman,
hokkabaz, sarhoş adam ve de şair.
Paranın, iktidarın,
show-business’in ve kişiliği ortadan kaldırıcı sanayisinin güçlerinin
hizmetinde geçirdiği dört yılı, bu kuruntuların içine sürüklenmenin
pişmanlıklarıyla birlikte, açıkça yeniden yerli yerine yerleştirir.
Şiirin sonunda, cellves uydurma
sözcüğü özel bir tuhaflığı barındırır. Morrison, birçok figür halinde kırılıp
parçalanmış kişiliğine dair açık seçik bir bilince sahiptir. Aynı zamanda,
başkalarına bırakacağı anılarla, eli kulağında bir ölümü hatırlatmaktadır.
Bu sorgulamayı bir başka
düzlemde, Morrison’un öznelliği düzleminde de anlamak gerekir. Öznel bir
düzeyde, kendi kendini sorguladığını düşünebiliriz. Bağdaşık bir kişilikte insan
kendini nasıl bulabilir? işleyen bölünme mekanizmaları kuşkusuz ki kendini
bulmayı engellemektedir. Onun farklı kişilik düzlemlerinde işlemesine imkân
tanıyan şey, tersine dönerek ona geri döner. Başkaları beni farklı farklı
yerlerde düşünüyorsa ben kimim?
Tüm bu nedenlerle, Jim Morrison, yukardaki şiirde görülen
umutsuz bilinç açıklığının ötesinde, nerede olduğunu bilemez.
Kendini yeniden bulmaya çalışmak, kendiyle barışmak için Jim Morrison, gözden
kaybetmiş gibi gözüktüğü James Douglas Moırison’u aramaya gider.
İstikamet Paris’tir ve bu onun
sonuncu istikameti olacaktır.
Morrison eşi Pamela Courson’la
Paris’te Mart 1971’de buluşur. Doors’un son albümünün kaydını tamamladıktan
sonra Los Angeles’ı terk eder. Grubun diğer üyeleriyle ilişkiler son derece
gerilimlidir, kopma noktasındadır. Ne miksajı bekler, ne de kaydın son halinin
verilmesini. Paris’e bu kaçış, kendini bulma, yeniden inşa etme yönünde bir
teşebbüstür; çünkü yıllardır kendini yok etmeye çabaladığının bilincindedir. Şiirin
ülkesine geri dönmek, yaratının kaynaklarına geri dönmek, onun için son bir
şans ve son bir hamle olacaktı.
Yazar ve sinemacılarla ilginç
bazı buluşmaları olur. Agnes Varda ve Jacques Demy ile birlikte, yaratı, sanat
ve edebiyat üzerine fikir alışverişlerinde bulunur. Fas’a, Ispanya’ya bir iki
seyahate çıkar. Ancak içki alışkanlığı hiç eksilmez; uyuşturucu alışkanlığı da
öyle. Genellikle hep bitkin bir haldedir, bütün gecelerini çeşitli
birahanelerde içerek geçirir.
Bir gece hastalanır, Pamela
Courson’la birlikte dairelerine dönerler. Kusar, sonra eşine duş alacağını söyler.
Pamela gidip yatar ve birkaç saat sonra Jim’i banyoda ölü olarak bulur.
Şaşkınlık içerisinde bir arkadaşlarını çağırır, o da gelip ölümü saptar ve önce
bir doktor çağırır, sonra da yetkililere haber verir. Ölüm ilanı kendi adıyla
verilir, ama önadlarının sırası tersine çevrilerek en azından birkaç gün daha
kimliğinin saptanamaması ve kamusal cenaze törenlerinden kaçınmak sağlanmaya
çalışılır.
"Douglas James Morrison,
Amerikalı şair,
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."
Etiketler:
Jim Morrison
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)