Heidegger kulübenin ufak ve temel ihtiyaçları karşılayan bir tarzda olduğunu düşünmüştü. Heidegger için kulübe çınlayan bir sadeliğe sahipti. Kulübe, onun vadide yerleşmiş olan "çalışma-dünyası" idi. Issız bir odaklanmanın sığınağıydı. Heidegger için kulübe ayrıca doğa şartlarından korunduğu -ama eş zamanlı bir şekilde doğa şartlarıyla da bir arada olduğu- bir sığınaktı. Burada Heidegger doğanın güçleri ile kendisinin doğrudan temas halinde olduğunu hissetti. Heidegger için, doğanın bu güçleri, [Heidegger'in] kendi içinde bulduğu felsefeye yönelen dürtüyü ve yaratıcılığı temsil eder. Dağların elle tutulabilir mevcudiyeti ve mevsimsel devinimler, varoluşsal keşiflere yol açar. Heidegger; Todtnauberg'in "uzakta kendi başına duran" felsefi kelime oyunlarına bir meydan okuma olduğunu hissetti. Dağlık bölgede olmanın yoğunlaştırdığını fark ettiği varoluşun körelmişliği içinde daha yüce bir hakimiyet olduğunu gördü. Heidegger için dağların "tam da yakınında" durmak, onun bu mekana dair düşüncelerini öncelerdi. Felsefe yaparken ihtiyaç duyduğu malzeme zaten orada önünde duruyordu; her ne kadar bu malzemenin dolaysız yakınlığı, malzemenin gücünü kelimelere dökmeye ilişkin karmaşık görevi gizliyor olsa da.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder