YARATICI MANZARA: NİÇİN TAŞRADA KALIYORUZ?
Martin Heidegger
çev: Erdal Yıldız - Güvenç Şar
ÖZET
Burada çevrilen kısa yazı, Heidegger tarafından 1933 yılında yazılmıştır. Bu yazı, şehir ve taşra hayatı arasındaki farkın Heidegger’in kendisi için felsefe ile nasıl özsel bir şekilde ilişkili olduğuna dair bir kanıt olarak okunabilir. Heidegger için taşra hayatı, onun felsefi çalışma dünyası ile ayrılamaz şekilde iç içe hâldedir. Heidegger’in bu yazıda yapmak istediği, yazının bazı yerlerinde bu konuda şüpheye düşülebilse de, asla şehir hayatına karşı olarak mutlak şekilde taşra hayatının üstün tutulması değildir. Onun burada asıl olarak işaret etmek istediği şey, Berlin Üniversitesi’nden gelen talebi ikinci kez reddetmesinin de bir açıklaması olarak belki de, (ki bu reddetme eğer istenirse felsefenin akademik bir uğraşa dönüşmesine negatif bir eleştiri olarak da okunabilir) bir düşünürün düşünmesinin en mükemmel derecede, düşünürün oranın yerlisi olduğu yerde, yani kendini evinde hissettiği yerde gerçekleştiğidir.
Karaormanların güneyinde geniş bir yayladaki sarp yamaçta, 1150 metre yüksekliğindeki tepede küçük bir kayak kulübesi vardır. Kulübenin zemini 6’ya 7 metredir. Alçak dam 3 odanın üstünü örter: bir tarafı mutfak olan oturma odası, yatak odası ve bir çalışma odası. Dar vadinin eteklerine yayılmış ve aynı diklikteki karşı yamaçta geniş bir şekilde yanyana dizilmiş büyük çatılı çiftlik evleri bulunur. Yamaçtan yukarıya doğru, yaşlı, göğe doğru yükselen, karanlık çam ağaçlarıyla dolu olan ormana kadar, çayırlar ve otlaklar yayılır. Bütün bunların üzerinde de parıldayan mekânda iki atmacanın geniş dairelerle süzüldükleri açık bir yaz göğü yer alır.
Bu benim çalışma dünyamdır -misafirin ve yaz tatilcisinin “inceden inceye yoklayan” gözleriyle gördüğü. Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniş ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik değişimlerini seyre dalarım. Dağların ağırlığı ve kütlelerinin sertliği, çam ağaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtişamı, uzun güz akşamlarındaki dağ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliği, bütün bunlar -gündelik varoluş boyunca- orada yukarıda sürer gider ve ardarda gelir ve salınır durur.
Ve bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide değil, aksine kendi varoluşunu, sadece, “çalışma”nın içerisine yerleştirdiğinde bulur. Bu dağ gerçekliği için mekânı “sadece” çalışma “açar”. Çalışmanın gidişi manzarada olup bitenlere gömülmüştür.
Soğuk kış akşamında sert bir kar fırtınası vuruşlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve herşey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, “o zaman” felsefenin yüksek zamanıdır. İşte o zaman, felsefenin sorulan sade ve önemli olmak zorundadır. Her bir düşüncenin inceden inceye çalışılması, sert ve keskin olmaktan başka türlü olamaz. Dilsel biçim vermenin güçlüğü tıpkı fırtınaya karşı yükselen çam ağaçlarının direnişi gibidir.
Ve felsefi çalışma, bir münzevinin tuhaf uğraşı olarak yürütülmez. Felsefi çalışma köylülerin yaptığı çalışmanın tam ortasına aittir. Genç köylü ağır kızağını sürükleye sürükleye yamaca çıkardığında ve kızağı hemen orada akgürgen kütükleriyle tepeleme yükledikten sonra tehlikeli bir bayırdan evinin avlusuna doğru yönelttiğinde; çoban ağır-düşünceli adımlarla sürüsünü yamaca doğru sürdüğünde; odasındaki köylü, çatısını onarmak için çok sayıda ince çatı tahtası hazırladığında, o zaman benim çalışmamla “aynı türden” bir çalışma yapmaktadırlar. Felsefi çalışma doğrudan köylülere ait olanın içinde kök salar. Şehirli, bir köylüyle uzun bir sohbet yapmaya tenezzül ettiğinde, halkın arasına karıştığını sanır. Akşamları, Dinlenme anlarında köylülerle beraber ocağın başındaki kanepede veya Tannköşesi’nin oradaki masada otururken, çoğunlukla “pek bir şey” konuşmayız. “Sessizce” pipolarımızı tüttürürüz. Bir ara biri, ormanda odunculuğun bitmekte olduğunu, dün gece kümese sansar girdiğini, yarın belki de bir ineğin buzağılayacağını, Oehmibauer’in felç geçirdiğini, havanın yakında “döneceğini” söyler. Kendi çalışmamın Kara Ormana ve onun insanlarına iç aidiyeti, Aleman-Schwaben toprağına yüzyıllardır süren yeri doldurulamaz bir bağlılıktan ileri gelir.
Şehirli sözümona bir taşra ikâmetiyle olsa olsa bir kez “esinlenir.” Ancak benim bütün çalışmalarım, bu dağların ve köylülerin dünyası tarafından taşınmış ve yönlendirilmiştir. Şimdilerde ara sıra, orada yukarıdaki çalışmam; burada aşağıdaki toplantılar, konferans yolculukları, tartışmalar ve öğretim etkinlikleri nedeniyle uzunca bir süre sekteye uğramaktadır. Ancak tekrar yukarıya çıkar çıkmaz, kulübedeki varoluşumun daha ilk saatlerinde, önceki sorgulamalarımın bütün dünyası, dahası onları bıraktığım biçimiyle ortaya çıkar. Kendimi sadece çalışmanın salınımı içinde bulurum ve aslında onun gizli yasasını asla bütünüyle bilemem. Şehirliler çoğu zaman, dağların arasındaki köylülerin uzun, tekdüze Yalnız olma durumuna hayret ederler. Oysa bu yalnız olma değil, “tek başınalıktır.” Gerçi insan büyük şehirlerde de “neredeyse” başka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla “yalnızlığa” düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü tek başınalık bizi “tecrit eden” değil, aksine bütün varoluşumuzun, bütün şeylerin özünün geniş yakınlığının “içine doğru açılmasını sağlayan” kendine özgü güçtür.
İnsan dışarıda bir yerlerde gazete ve dergiler aracılığıyla kaşla göz arasında “şöhret” olabilir. Bu, [insanın] en halis istemesini “yanlış anlamaya” kaptırmasının ve temelli ve çabucak unutulmasının hâlâ en güvenilir yoludur.
Buna karşılık köylü hafızası alçakgönüllü, güvenilir ve ihmal etmeyen “sadakat”e sahiptir. Geçenlerde orada yukarılarda yaşlı bir köylü kadın öldü. Bu köylü kadın benimle sıklıkla ve severek sohbet eder ve bu esnada bana köyün tarihi hakkında hatırladığı bilgileri anlatırdı. Köylü kadın hâlâ günümüz köy gençliğinin daha şimdiden anlaşılmaz bulduğu ve yaşayan dilden kaybolup gitmiş olan köyün eğretilemeli dilindeki birçok ifadeyi ve türlü türlü atasözünü sağlam bir biçimde muhafaza ediyordu. Hatta geçen yıl bu köylü kadın -ben haftalarca yalnız başıma kulübedeyken- 83 “yaşında” olmasına rağmen defalarca sarp yamacı tırmanarak bana gelmişti. Söylediğine göre, her defasında, benim hâlâ orada olup olmadığımı ya da “Biri”nin beni farkına varmadan soyup soymadığını kontrol etmek istiyormuş. Köylü kadın bunu ölmeden önceki akşam akrabalarıyla sohbet ederken söylemiş. “Ölme”den bir buçuk saat önce akrabaları aracılığıyla, “Bay Profesör’e” selam göndermiş. Böylesi bir Anma, benim felsefem üzerine bir dünya gazetesinin sözümona ustaca yapılmış bir “röpörtaj”ından çok daha olağanüstü değerdedir.
Şehir dünyası çürüyen “sapkınlık” içinde çöküp gitme tehlikesinde. “Çok” gürültülü ve “çok” işlek ve “çok” züppece bir küstahlık, sıklıkla köylünün dünyası ve onun varoluşuyla ilgilenirmiş gibi gözükmektedir. Ancak tam da “şimdi yalnızlığın” gerekli olduğu yadsınmaktadır: Köylü varoluşuyla uygun “mesafeyi” korumak, onu kendi yasasına eskisinden daha fazla bırakmak; köylüyü hırpalayıp örseleyerek, toprağa bağlılık ve gelenek üzerine yazan yazarların ikiyüzlü gevezeliğinin içine köylüyü çekmemek için - ’çekin ellerinizi”. Köylü, bu şehre ait göstermelik özenlere asla ihtiyaç duymaz ve bunları istemez. Onun ihtiyaç duyduğu ve istediği, kendi özerkliğinin ve özünün karşısında utangaç bir “ölçülülüktür. Ancak birçok gelen ve geçerken uğrayan şehirli -son olarak da Kayakçılar- bu günlerde sıklıkla, köyde ya da çiftlikte, büyük şehirlerdeki eğlence merkezlerinde “eğlendikleri” gibi davranıyor. “Böylesi davranışlar” gelenek ve görenek üzerine on yıllar boyunca yapılmış bilimsel öğretimin ortaya çıkarabildiklerinden daha fazlasını, “bir” akşamda paramparça ediyor.
Bütün bu kibirli laubalilikleri ve sahte köylücülüğü “bırakalım” -orada yukarıdaki alçak gönüllü, sert varoluşu “ciddiye” almayı öğrenelim. “O zaman” varoluş bize tekrar seslenir.
Geçenlerde “Berlin Üniversitesinden ikinci bir davet aldım. Bu vesileyle, kendimi şehirden kulübeme geri çektim. Dağların, ormanların ve çiftliklerin söylediklerini dinledim. Bu arada eski bir arkadaşımın, 75 yaşındaki bir köylünün yanına gittim. Berlin’den gelen daveti gazetede okumuştu. Ne söyleyecekti? Duru gözlerinin güvenilir bakışlarını yavaşça gözlerime getirdi, ağzını sımsıkı kapalı tuttu, sadık-temkinli elini omzuma koydu ve -ancak güçlükle fark edilir bir biçimde başını “sağa sola salladı.” Bununla şunu söylemek istiyordu: Kesinlikle “hayır!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder