Kulübe Güncesi: Taşra

EV VE KULÜBE

BÎR SPIEGEL-SÖYLEŞİSİNDEN İZLENİMLER

Georg Wolff

Çev: Erdal Yıldız


ÖZET

Burada çevrilen yazı, George Wolff’un 1966 senesinde Heidegger ile yaptığı ve Heidegger’in o zamanki ricasıyla ölümünden sonra 1976 senesinde yayınlanan röportaj için Heidegger ile buluşmasına dair izlenimlerini içermektedir. Wolff’un burada bahsi geçen izlenimleri, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Heidegger’in filozof kimliği ile bir köyün yukarı kısımlarında yaşayan  bir taşralı kimliği arasında nasıl özsel bir ilişki bulunduğunu açıkça ortaya sermektedir.



Cuma, 23 Eylül 1966, Saat 9.52. Biz, Rudolf Augstein ve ben, Freiburg’da Rötebuck No. 47’deki evin kapısını çalıyoruz. Kapıyı filozofun eşi açıyor: Elfride Heidegger.

Dar koridor, dik merdivenler, solda bir kapı -Heidegger bizi çalışma odasında karşılıyor. Biz oturuyoruz, Heidegger de kendi yazı masasında, arkasına yaslanmış biçimde oturuyor. Gergin bir duruşu var. Çok kısa bir süre sonra gözleri kızarıyor. Alnındaki damarlar belirginleşiyor.

O, kendisini bilgelik pelerini içinde göstermeyi öğrenmiş bir adam değildir. Kral gibi bir duruşu, aslan başlı bir hâli yoktur onun. Ne tavrı ne de siması, Tin imparatorluğunun hükümdarlığını talep ediyor.

Kendini her şeye açık tutmak, budur düşünür ve insan Heidegger, bugün ve aslında hep olduğu gibi. Burada hiçbir güçlü müdahale, hiçbir devasa biçimlendirme, ruhu dönüştürücü hiçbir “vaaz” yoktur. “Bunu yapamam.”, diye bizzat kendisi söylemişti bize. “Ve bugün de bunu hiç kimse yapamaz ve yapmamalıdır.” şeklinde anlaşılmalıdır devamı herhâlde.

Boylu poslu biri olmamasına rağmen -boyu belki 1,60 cm kadar- kesinlikle çıtkırıldım görünmüyor. Göğüs kafesi geniş, 76 yaşına göre yürüyüşü sağlam, yüzü düzgün ve pürüzsüz. Küçük, koyu renkli gözlerinin canlı bir görünüşü var, ara sıra endişeli bir şekilde bir şeyler ararmışçasına bakıyor. Zaman zaman sağ gözünü onay verir gibi kırpıyor. Heidegger mizahtan anlıyor. Komik hikâyeleri seviyor ve bayağı kaba saba olanlarını da anlatıyor. Hınzırca bir yüz ifadesi takındığı da oluyor. Jaspers ile ilişkisi hakkında konuşmaya başladığımızda, böylesi bir tebessümle arkasındaki bir çekmeceye işaret ediyor. Yüz ifadesi ve tavırları açıkça şöyle söylüyordu: “Çekmecede Jaspers’in mektupları var, dünya günün birinde orada yazılanları görecek ve onun hakkında düşündüklerinin çoğunu düzeltmek zorunda kalacak.”


Heidegger’in kıyafeti, hiçbir şey söylemek istemediği dışında, hiçbir şey söylemiyor. Öğleden sonra bizi Yukarı Wiesenthal’de, Todtnauberg’in üst tarafındaki kulübesine götürürken -son kısım yürüyerek çıkılmalı- bir süre önümden yürüyor: Kafasında geniş kenarlı bir şapka, sırtında solmuş bir sırt çantası, üstünde kahverengi bol bir pantolon. Mantar yetiştirdiği tarlasına giden şehirli bir emekli olduğunu düşünebilirdiniz. 

Heidegger eskiden geleneksel ceket ve kısa pantolon giymekten hoşlanırdı. Bunun da anlamı neydi -yerli tavırların içtenliği, şehirliliğe karşı itiraz, taşrada olmanın verdiği güven duygusu için gösterilen çaba, gelenek ve ilksel arzu mu?- Heidegger günümüzde bütün bunların dışındadır. Yoksa yerli olanın işaretleriyle ilgili tereddütleri mi oluşmuş?

Konuşma tarzı da gösterişsizdir. Bu tarzda değerli olanı aramaya çalışmak yok, dilsel görkemliliğe yönelik en küçük bir çabalamak yok, karşısındakini gücüyle etkileme denemesi yok -sadece en içten hakikat olarak hissedilene mümkün olduğunca yakın durmanın inatçı çabası var. Hatta konuşma sırasında bir zamanlar meydan okurcasına geliştirmiş olduğu kendi felsefe diline bile şüpheyle baktığını sezdirmekte; örneğin “Ge-stell” kelimesi ile tekniğin özü arasında kurduğu ilişkide olduğu gibi. Şimdi ise sözcük icat etme durumunun kendisine getirdiği alayın belki de bütünü bütününe haksız olmadığını düşünüyor.

Düşünür, İnsan Heidegger’in kim olduğu, “kulübe”den başka hiçbir yerde daha iyi öğrenilemez. Kulübe, yeşil bir yamaçtaki basit ahşap bir yapıdır. Hiç kimse herhangi bir detaydan burada bir filozofun yaşadığına ilişkin bir anlam çıkaramaz. Kulübe, olduğu gibi Harz bölgesinde de bulunabilirdi. Üzerinde süs namına hiçbir şey yok. Kulübenin yakınında, tahta kaplı bir borudan tahta bir su teknesinin içine kaynak suyu şırıl şırıl akmakta. Hoş, ama o kadar.

Kulübede üç oda var: bir açık mutfak, beş veya altı yatağın yan yana durduğu bir misafir odası -başuçlarında asılı dar elbise dolapları- ve Heidegger’in çalışma odası. Oda bir keşiş odası gibi döşenmiş: Ufacık pencerenin önünde bir masa, oda sakini için bir yatak ve kitapları koymak için kullanılan bir yatak daha. Odadaki azlık ürpertici. Öyle görünüyor ki, bu Düşünürün yakınında göze hoş gelebilecek hiçbir şey yok. Burada her şey çıplak.

Biz açık mutfaktaki masada toplanıyoruz. Kabaca örülmüş bacaya dayanan döküm ocağın üstünde Bayan Heidegger’in hazırladığı çay var. Çayın tadı Bremen’in çay kültürünü ele veriyor -Heidegger’in hoşlandığı şu tek büyük şehir. Heidegger kendini Almanlığa sıkı sıkıya bağlı hissediyor. Heidegger yaratıcı olanın sadece vatan toprağından geldiğini söylemişti öğleden önce bize. Öğleden sonraysa, şivenin her yönden televizyon tarafından katledildiğinden şikâyet etti. Burada, kulübede, bize Johann Peter Hebel’in şiveli şiirlerinden okuyor. Bayan Elfride itiraz ediyor: “Ama Martin, beyefendiler bundan hiçbir şey anlayamıyor ki!” Tabii ki inkâr ediyoruz ve Heidegger bundan mutlu oluyor. 

Memleketinin dilinde kendini iyi hissediyor.

Peki, bunun önemi ne? Ve: Heidegger kendini ne denli anlıyor? Çayırlı yamaçtaki kulübesi -eğer bir şeyi açığa vuruyorsa, o da çelişkili bir şekilde, onun yersiz yurtsuzluğudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder