Seferis, Kavafis'in, yaşlılık
dönemi şiirlerinde “yeni ve değerli şeyleri sürekli olarak keşfettiği”
izlenimini verdiğini ve yetmiş yaşında öldüğünde, “çok genç yaşında
yitirdiğimiz bir insana duyduğumuz acı dolu merakla bizi baş başa bıraktığını”
belirtmiştir. Seferis sanki hem Kavafis’in son dönem yapıtlarındaki başarıyı
(bilgelik ve özgünlük), hem de Iskenderiyeli’nin yaşamı boyunca sürdürdüğü
“gelişim halindeki yapıtının” (gene Seferis’in bir sözü) Kavafis’in ölümüyle
bariz bir biçimde tamamlanmamış kalmasının yarattığı belli bir düş kırıklığını
dile getirmektedir. Bizzat Kavafis’in yaşamının son günlerinde söylediği şu
sözlerle, bir tür gerçekleştirilememiş olanaklar duygusunu dile getirdiği
belirtilmektedir: “Daha yazmam gereken
yirmi beş şiir var,” bu ise 1935 yılında toplu şiirleri olarak çıkan
yapıtının altıda biri etmektedir. Kavafis’i başlangıç yıllarından olgunluk
dönemine dek izleyen okur, olasılıkla bu yazılmamış şiirlerin ağır yükünü
üzerinde hissedecektir, özellikle şimdi, Kavafis’in arşivlerinde, hepsi de
1920’den önceki döneme ait onca yayımlanmamış değerli çalışma ortaya
çıkarıldıktan sonra. Bu incelemenin argümanı açısından, o yayımlanmamış
şiirleri şairin gelişiminin son aşaması olarak değerlendirmek; Kavafis’in
gelişim halindeki mitinin üç yönünü (Kösnül Şehir, antik İskenderiye ve
Helenizm dünyası), sonuçta belirli bir çoğrafyayı ve tarihi aşan, daha az
ayrıksı, daha az milliyetçi olan ayrıntılı ve tutarlı bir insanlık durumu
imgesi -İskenderiye'ye yönelik ilgisinin ürünü imgelerden daha evrensel bir imge
içinde bir araya getirip, aynı zamanda da genişleten bir eğretileme tarzının
temsilcisi olarak görmek uygun olacaktır. Aslında, onun bu son şiirlerinde
bulduğumuz şey, bütün yönleriyle kurduğu üç imgenin her birine şiirsel bir
mitin boyutlarını veren birbiriyle bağlantılı örneklerin oluşturduğu geniş
zemin olmaksızın bu yönde gerçekleştirdiği bir gelişmenin ilk emin adımlarıdır.
Bu son yönelimin kanıtı yalnızca
birkaç şiire, yaşamının son beş yılı boyunca yazdığı şiirlere dayanmaktadır.
Söz konusu şiirlerin az sayıda ve dağınık olması, şairin "yeni ve çok
değerli şeyleri tutarlı bir imgeye dönüştürme biçimindeki son dönem buluşuna
henüz biçim vermeye başladığını göstermektedir -eğer gerçekten Kavafis
bilinçli olarak, şiirlerin sunduğu imalar için bir örüntü (pattern) kuruyor
idiyse. İmalar tek tek farklı şiirlerde, belki en çok da, yayımlanmasına izin
verdiği şiirler arasında en uzun olanı “Miris: İskenderiye, İS 340”da (1929)
yer almaktadır. Şiirin tarihsel bağlamı okura hemen tanıdık gelecektir: İulianus
imparator olmadan ve pagan tanrılara tapınmaya yeniden işlerlik kazandırma
yolundaki başarısız girişiminde bulunmadan (başlangıçta kendisi de Hıristiyan
olmasına karşın) yaklaşık 20 yıl önce, birbirleriyle yarış içindeki dinler
arasında, hatta Hıristiyanlığın kendi içinde bir çatışmanın yaşandığı dönem
boyunca antik İskenderiye. Şiirin stratejisinde, okurun bu bağlamı bildiği
varsayılmıştır. Yapıtının bu geç döneminde şair şiirden, üç imgesinin yıllar
boyunca okurlar için yarattığı, her yönüyle kurulu mitsel dünyadan güvenle
yararlanabiliyordu. Yalnızca başlığa koyduğu bir tarih ile tarihsel ânı, onun
ima ettiği her şeyi aktarabiliyor ve yalnızca mitsel şehrinin adını tarihten
önce koyarak şiirin dramına ilişkin özel yaşam tarzını gösterebiliyordu.
Böylece okur, monolog başlamadan önce Kavafis’in mitine girmiş olur ve şair
oldukça ekonomik bir biçimde şiirin özel ortamını kurup, onun kendine özgü
hareketini geliştirebilir. Şair aynı zamanda, en azından okurlarından
bazılarının, onun mitinin sağladığı ve şimdi ortaya çıkacak olan dramın
anlaşılmasına katkıda bulunabilecek tutum ve çevre kaynaklarını şiire
getireceğini varsayabilir.
Dram, çatışma halindeki
ideolojiler arasında Kavafis’e özgü tipik bir yüzleşme olarak başlar. Dinsel
inançlarındaki farka karşın, pagan konuşucu ile onun ölmüş olan Hıristiyan
sevgilisinin aynı tanıdık İskenderiye yaşamına, bu yaşamın “bütün gece süren o
güzelim, hayâsız cümbüş”üne, onun her ne pahasına olursa olsun eğlence
tutkusuna, Yunan şiirine olan bağlılığına ve fiziksel güzelliğe tapışına
kendilerini adadıklarını görürüz. Ölen sevgilinin “Kesinlikle bizden biri gibi
yaşamıştı / Hepimizden çok hazza verdi kendini” biçiminde tanımlandığını
okuruz. Kısacası, gerek konuşucu, gerek sevgili, olasılıkla dinsel çatışmaya ve
tarihsel değişime kayıtsız, her şeyin ötesinde kendilerini İskenderiye yaşam
tarzına adamış “sır ortakları” arasındadır. Şairin kendine özgü miti
geliştirdiğine ilk aşamalarda, bu kendi başına yeterli bir tema olabilirdi
(örneğin, “Yahudilere Dair, İS 50” ve “Sidon Tiyatrosu, IS 400” şiirleri).
Ancak, şairin burada tasarladığı özel ortam daha kapsamlı bir konuyu gündeme
getirmektedir. Pagan konuşucu, sevgilisinin cenazesindeki Hıristiyan atmosferin
-yaşlı kadınların, arkadaşının son inanç edimi hakkındaki konuşmaları, İsa'ya
ateşli, daha önce duymadığı yakarışlarda bulunan rahipler-ezici baskısını
üzerinde hisseder ve bu ortamın getirdiği yabancılaşma duygusu, daha önce emin
olduğu ortak adanmışlığa kuşkuyla bakmasına yol açar. Sevgilisinin, kendisini
ve öteki arkadaşlarını içine çekmiş olan bazı pagan hareketlerden uzak durduğu
anları anımsar.
Konuşucunun, kendi inancı ile
sevdiği kişinin buna karşı inancı arasındaki gerilim üzerinde odaklanan iç
dramı, daha önceki yıllarda şair için yeterli bir tema oluşturabilirdi. Sözgelimi
“Kleitos’un Hastalığında sevdiği ve büyüttüğü, ölmek üzere olan genç
Hıristiyan’ın yaşamını kurtarmak amacıyla kara şeytanını çağırmak gibi boş bir
umut içinde pagan edimlere başvuran Hıristiyan dönme dadı ile “Serapeion
Rahibi”nde İsa’yı yadsıyan herkesi reddeden, bununla birlikte “ilençli
Serapeion’daki baba” için yas tutan Hıristiyan dönme. “Miris”de dram yeni bir
ima düzeyine yükselir. Son kıtada çalışma, “gencin ruhu için yakaran” tören
rahiplerinin yerine getirdiği Hıristiyan ritüelin etkisiyle iki sevgilinin
paylaşmış olduğu o yitmiş tutkulu yaşamın etkisi arasındaki bir savaşım halini
alır. İstenirse, buna Hıristiyan gizemi ile dünya belleği arasındaki bir savaşımı
da denebilir:
Pür dikkat kesilmiş,
büyük bir ilgiyle
izliyordum ki
dini vecibelerini
yerine getirişlerini
Hıristiyan cenaze
töreni için yaptıkları hazırlıkları,
birden tuhaf bir duygu
kapladı içimi.
Anlatılmaz bir biçimde
Miris'in benden
koptuğunu hissettim,
bir Hıristiyandı o,
kendi toplumuyla
birleşiyordu şimdi,
bense yabancı
tamamen yabancı
oluyordum giderek. Bir kuşku
düşmüştü içime,
tutkularım aldatmıştı
belki ile beni, her
zaman bir yabancıydım onun için.-
Kendimi dar attım
korkunç evlerinden.
Miris'in anısı alıp
götürülmeden, başkalaşmadan Hıristiyanlıklarıyla, çabucak uzaklaştım oradan.
Bu kıtada dramatik ritim hızla bir epifaniye doğru ilerler:
Konuşucunun sevgilisiyle paylaştığı bağlanmanın derecesiyle
ilgili sorgulamasından, kutsal saydığı tutkunun yapısıyla ilgili ani kuşkusuna
ve oradan da umutsuz bir biçimde bunu doğrulama çabasına. Dram,
pagan-Hıristiyan çatışmalarını ele alan öteki şiirlerden daha kapsamlı, daha
içten bir nitelik kazanmış ve burada geçiş dönemi tarihinin anımsanması, kendi
içinde bir amaç olmaktan çok, bir trajik aydınlanma aracı haline
getirilmiştir. Ancak, bu daha kapsamlı dram, konuşucunun iç savaşımının temsil
ettiği karmaşık insanlık durumuyla sınırlı değildir. Şiirin sonunda, Kavafis
konuşucunun yaşadığı karmaşayı İskenderiye ideolojisi bağlamındaki bir inanç edimini
betimlemek amacıyla kullanmış gibi görünmektedir: sevgilisi Misir’i
“toplum”uyla birleştirdiğini ve kendini tam bir yabancıya dönüştürdüğünü
hissettiği Hıristiyan ritüelinin gizemine koşut, belki de karşıt olması
amaçlanmış, konuşucuya özgü bir inanç edimini betimlemek amacıyla. Anı -Kavafis’in
Kösnül Şehir’ine egemen geçici duyuları saklayan ve sonuçta yeniden yaratan
kaynak— son dizelerde, konuşucunun tutkusunun, ölmüş olan Miris’in ruhunu
yakalamak (ve sözde kurtarmak) amacıyla gerçekleştirilmekte olan Hıristiyan
etkisine meydan okuyabilecek yegâne hatırasına, konuşucunun evden dışarı
fırlayarak anısını kirlenmeden korumak için yaptığı hareket ise kendisini
çevreleyen yabancı gizem karşısında hâlâ mümkün olan bir olumlama eylemine
dönüşür. Anı, İskenderiye ideolojisine bağlanmış olanlar için tek kaynak olarak
kalır: ölümden sonraki bir yaşama ulaşmanın tek yolu olarak. O yitmiş tutkulu
hayatı saflığı içinde anımsayarak, kuşku ya da yabancı etkilerle bozulmamış
biçimde korumak Kavafis inancındaki İskenderiyeli bir hazcının son inanç edimi
gibi görünmektedir. Konuşucunun şiirin sonundaki hareketi, tüm antik ve çağdaş
mitsel sevgililerin, kendilerine özgü bağlanmalarının kaçınılmaz kaybıyla
karşılaştıklarında, teselli ve kalıcılık
için belleğe dönen sevgililerin adına konuşmaktadır.
Hıristiyan inancına hizmet edenlerin beklentilerinin tersine, konuşucunun inanç
ediminin sonuçta kendi yaşamı kadar ölüm yazgılı olduğunu gördüğümüzde, eylem
çok daha keskin bir nitelik kazanmaktadır.
Kavafıs’in “mitsel yöntemi”nin
tüm kaynaklarını, şairin yaklaşık 20 yıllık bir dönem boyunca tarihsel içgörüsü
ile erotik görüsünü tutarlı bir mitolojiye dönüştürmesinin ürünü olan
kaynakları etkin bir biçimde kullanması açısından “Miris” belki de Kavafis’in olgunluk
dönemi şiirleri arasında benzersizdir. Bu şiiri, öteki geç dönem şiirleriyle
(ya net olarak çizilmiş bir tarihsel bağlamın avantajı olmaksızın ölen Adonis
imgesinin keşfedildiği ya da ince insan karmaşalarını kullanmaksızın tarihsel
bir ânın yansıtıldığı şiirlerle) karşılaştırırsak, şiirin kendine özgü
niteliğinin ve tüm olanakları gerçekleştirildiğinde şairin yönteminin
canlılığının çok daha belirgin bir hale geldiğini görürüz. Örneğin, “Miris” ile
aynı yılda yayımladığı ve yazgıları birinin ölmesi, ötekinin ise ölenden
yoksun kalması olan çağdaş iki sevgilinin öyküsünün anlatıldığı "Ona yaraşan
Güzel Beyaz Çiçekler” “Miris”deki sevgilinin yazgısı yanında solgun, neredeyse
bayağı, sonuçta aşırı duygusallaştırılmış görünmektedir. Bunun da nedeni,
sevgililerin kötü yazgılı ilişkilerinde maddesel kazanç ile geçici duygusal
dışından çok az şeyin kazanılacak ya da yitirilecek olmasıdır; hiç şüphesiz,
bir ideoloji ya da dinsel gizem niteliği edinen erotik bir bağlanma türünden
bir şey yoktur bu şiirde. Sevgililerin durumu tarihsel çatışmanın ve
değişmenin baskılarını da yansıtmamaktadır. Bu şiirin, belirli bir zaman ya da
yer belirtilmemiş olan, kendisi dışında çok az şeye göndermede bulunan çağdaş
bağlamında, sevgililer arasındaki tutkunun niteliğine olan inanç kesinkes
konuşucunun bunu dile getirmesine ve okurun ona katılmasına bağlıdır. Söz
konusu tutkunun, özel, paylaşılmış bir yaşam tarzı ya da belirli bir değerler
sistemi tarafından değil, bağlanmaların oldukça gelişigüzel bir biçimde takım
elbiseler ve ipek mendillerle değiş tokuş edildiği çarşı meydanı tarafından
ayakta tutulduğu gösterildiğinde oldukça talepkâr bir istek. Bu bağlam göz
önünde bulundurulduğunda, sevgilisinden yoksun kalan âşığın, dostunun rakip
bir erotik pazarlıktan sonra kendisine yalnızca ona önerdiği yirmi lira için
değil, ‘‘kadim dostlukları/yıllanmış aşkları, aralarındaki derin duygular'’
için de geldiğini öne sürmesinde bir hüsnükuruntudan fazlasını görmek güçtür.
Sonuç olarak, “Miris”teki sevgilinin ikna edici trajik inanç ediminin tersine,
dostundan yoksun kalan sevgilinin cenaze törenindeki hareketi, ne kadar içten
olursa olsun, bir pathos edimi, duygusal bir ritüel izlenimi vermektedir:
Çiçekler koydu ucuz tabutunun üstüne,
ona yaraşan, beyaz çiçekler
güzelliğine onun, yirmi iki yaşına.
Şiir, daha az duygusal olmayan, ama okurun temsil edilen tutkunun
niteliğine olan güvenini artırmada daha tatmin edici de olmayan bir imgeyle sona erer:
Kahveye gittiğinde o akşam, -bir işle ilgili,
ekmek parası için - her zaman birlikte
gittikleri kahveye: bir bıçak gibi saplandı yüreğine
birlikte gittikleri o ölgün kahve.
Çağdaş bir ortamı
konu alan bir başka geç dönem şiirinde, şairin, bir terzinin kalfası olan ve
bir paket teslim etmek üzere lüks bir eve gelen genç bir Adonis’in “bütün
güzelliğini” kutladığı “Sofadaki Ayna"da (1930) benzer zayıflık açıkça
ortadadır. Terzi kalfası geçmişe ya da günümüze ait herhangi bir yönüyle, buna
benzer öteki ortaya çıkışlara -sözgelimi, “Tanrılarından Biri"ne- bir töz
ve karmaşıklık veren tarihsel ya da mitsel bir bağlamla çıkmaz ortaya;
dolayısıyla, bu ânı eğretileme düzeyine yükseltmek amacıyla şair
kişileştirmeye dayanır. Terzi kalfası kıravatını düzeltmek için aynada
kendisine bakar ve ayna birden canlanır -ne yazık ki kelimesi kelimesine bir
canlanmadır bu:
Ama uzun hayatında çok şey görmüş olan
yaşlı ayna-
binlerce nesne, binlerce yüz
sevinç içindeydi şimdi,
birkaç dakika olsun
kucaklamanın gururuyla
bu eşsiz güzelliği.
Etki ikna edici olmaktan çok
tuhaftır: Şiirin haklı çıkarmak ve yüceltmek amacını taşıdığı duygu ya da açık
belagati (“sevinç içinde”, “gurur”, “eşsiz”) zenginleştirmeyen bir geç dönem
patetik yanıltma alıştırması.
Şair, henüz hayattayken
yayımladığı son şiiri “1908 Günleri" nin son dizelerinde görülen benzer
bir alıştırmada daha başarılıdır. Burada çağdaş Adonis figürü gene açımlayıcı
tarihsel bir bağlamdan yararlanılmaksızın sunulmaktadır, ancak Adonis’e okurun
zihninde tüm bu yıllar boyunca Kavafis'in “Kösnül Şehir'inde yaşayan yarı
mitsel kişilerle açık bir bağlantı kurmasını sağlayan kişisel bir tarih
verilmiştir ve şair bu figürün uyandırması gereken duyguyu aktaracak uygun bir
retorik araç bulmuştur. Bu örnekteki kişisel tarih, “Ona Yaraşan Güzel, Beyaz
Çiçekler"deki sevgililerin tarihi kadar bayağı görünmektedir, aptal
oyuncularla kurnazca oynanan ufak çaplı kumarla “korkunç sabahlamalar"
boyunca “halk kahveleri”nde borç alınan paralarla desteklenen yoksul bir yaşam,
şiirdeki kişinin giydiği döküntü giysilerin, özellikle hiç üzerinden
çıkarmadığı tarçın rengi takım elbisenin simgelediği bir yaşam. Takım elbise,
genç Adonis’imizin ara sıra bir sabah yüzmesi için soyunduğunda uzaklaştığı o
yoksul koşulların bir eğretilemesi haline gelir. “Berbat elbisesini” üzerinden
atarak, kendindeki —olasılıkla arındırıcı- değeri gösterme fırsatı elde eder:
‘"Kusursuz güzel, bir mucize” olan bir beden. Bu ortaya çıkışın mucizevi,
tanrısal niteliği "Sofadaki Ayna" şiirindekinden daha incelikli bir
kişileştirme kullanımı ile gerçekleştirilir. Şair, ona özgü kusursuz çıplaklık
imgesini, imgeyi çıplak saflığı içinde gözleme fırsatına ve zevkine sahip olan
uzak geçmişteki yaz günleriyle bağlantılı olarak sunar:
Ey bin dokuz yüz sekizin yaz günleri,
usulcacık kayboldu görüntünüzden
tarçın renkli takım elbise.
Görüntünüz korudu onu
berbat elbisesini çıkarırken,
yamalı çamaşırlarını atarken oraya buraya,
dururken çırılçıplak, kusursuz güzel, bir mucize gibi,
saçları taranmamış, darmadağınık
kolları, bacakları yanmış güneşten
sabah çıplaklığında onu yüzerken ya da kumsalda.
Burada zorlama bir belagat
içermeyen kişileştirme aracı, anımsamayı duygusallaştırmaktan çok, yüceltir ve
sıradan, hatta bayağı olanın, imgelemin yaşamında bir ölçüde kalıcılığa hak
kazanabilecek bir imgeye dönüştürülmesinde ve korunmasında belleğin rolünü
vurgulamaya yarar.
Çağdaş Adonis figürü üzerinde odaklanan Kavafis’in geç dönem
şiirlerinden bazıları, ikna edici şiirsel bir anlatım yerine belagat ve sözden
çok duygu sunar. “Miris” örneği, şairin son yıllarında, en iyi anlarında, hazcı
bağlanımlarını ve özel tarih görüşünü en üst düzeydeki şiire dönüştürmesine
olanak sağlayacak kadar derin ve evrensel bir trajik yaşam duygusuna -ve bu
duyguyu en iyi canlandıran denetimli anlatıma- ulaştığını göstermektedir.
Doğrudan tarihsel bir ânı ele alan öteki geç dönem şiirleri aynı sonuca işaret
eder, ancak hiçbirinde tarihsel bağlam, insanlığın özgül durumunun
karmaşıklıklarıyla “Miris”de olduğu gibi başarıyla ilişkilendirilmemiştir. Bu
geç dönem tarihsel şiirlerde su yüzüne çıkan şey -hiçbir zaman açık değil,
örtülü olarak— insanlık durumu ile ilgili genel ve ele alınmakta olan bağlamı
aşan bir görüştür. Tek tek tarihsel figürlerle onları temsil eden toplumun arzuları
ve beklentileri tarihin genel örüntüsünün karşısına konulmuştur: bazılarının
tarihsel süreç, bazılarının kader, bazılarının ise Tanrı'nın -ya da gerçekte
Kavafıs’de belirdiği biçimiyle tanrıların- işi adını verecekleri tarihsel örüntünün.
Trajik yaşam duygusu, şairin, herhangi bir bireyin ve belirli tarihsel bir anın
başarısının tanrıların elinde olduğu ve dolayısıyla nihai bir ters dönüşe
bağımlı bulunduğu —gerçekte kaçınılmaz olarak ters dönüşe yazgılı olduğu-
biçimindeki incelikli imasında belirgin hale gelir. Bilgelik, insani arzular
üzerindeki bu sınırın ve herhangi bir başarıya çok yüksek değer biçme
kibirliliğinin farkına varmada yatar. Daha önce aynı temayı “Mart’ın Onbeşi” ve
“Theodotos” gibi “didaktik monologlar' da görmüştük —ancak bu geç dönem şiirlerinde
aynı temanın ele alınışı daha incelikli ve daha kapsamlıdır. Şairin sesi her
zaman gizlenmiştir, tutumu dile getirilmemiş bir bilincin tutumudur ve tarihsel
hareketler o hareketleri temsil eden kahramanlar kadar birer kahramana
dönüşür.
Bu son gelişmenin ışığında, görünüşte karanlık ve oldukça
kuru
bir tarihsel anımsatma olan “Aleksandros laneos ve Aleksandra”
(1929) tek başına okunduğunda ortaya çıkacak anlamdan daha fazla anlam kazanır.
Şair. Makkab'lerin tarihindeki bir ânı, Asmon'lerin karşı ayaklanmasıyla,
Yahudiye’nin Asmon kökenli krallarının en acımasızlarından olan Aleksandros İaneos
yönetiminde en büyük ideallerinden birini gerçekleştirdikleri tarihsel ânı
betimliyor görünmektedir. “Başarılı, tepeden tırnağa memnun" olan
Aleksandros İaneos ve eşi Aleksandra, “Yahuda Makabe ve dört ünlü kardeşinin
başlattıkları iş”in tamamlanması olarak gördükleri durumu görkemli bir törenle
kutlamaktadırlar; onların bakış açısından “onca tehlike ve engel arasında amansızca
sürdürülen” bu iş, gerçekte, iç ve dış düşmanlara karşı yapılmış— aralarında
Aleksandros taneos'un azımsanmayacak Farisiler katliamının da bulunduğu— makul
katliamlar tarihini (John Mavrogordato’nun deyişiyle) içeren büyük bir kan
dökmeden ibarettir. Görkemli törenin arkasındaki tarihsel gerçek bize
Kavafıs’in “Theodotos”da söylediklerini anımsatıyor: “Büyük olmaya çalış, ama
cesetlere basma”. Başarılarının kibirli edası içinde kral ve eşi, bir zamanlar
Yahudiye’yi yönetmiş olanların kendini beğenmişliğini vurgulayarak, kendilerini
bulundukları yere getiren şiddete dayalı tarihi umursamazlıktan gelirler:
Yakışıksız hiçbir şey kalmadı artık.
Bitti bütün boyun eğmeler
küstah Antakya hükümdarlarına. Bak,
şimdi eşitler her bakımdan
Kral Aleksandros İaneos
ve karısı Kraliçe Aleksandra Selefkidisler’e
Ancak şairin ironisi, cesetler üzerinde yürümenin burada
kutlanan başarıya yol açtığı gerçeği ile sınırlı değildir; ironi her şeyden
çok, Asmoni Yahudileri’ni Helenleştirme çabası içindeki Selefkidisler’e
savaşımda Asmoni Yahudilerinin özerkliğinin kesin olarak netlik kazandığı anda,
Aleksandros laneos ile eşini bunca böbürlenmeye iten yılların “çalışması’nın
bir sonuca, parlak bir sona ulaştığı yolundaki mağrur varsayıma yöneliktir.
Bunca kan döktükten sonra kazanılan özerklik (üstelik bu özerklik hâlâ
Helenseverlik etiketini taşımaktadır: “İyi Yahudiler, arı Yahudiler, sofu
Yahudiler -hepsinden önce/ama yeri geldiğinde Yunan dilimle de ustalar/Yunan
ya da Helenleşmiş hükümdarlarla da dostlar”) Yahudiye’nin bağımsız bir devlet
haline geldiği Simon’un IÖ 142 yılındaki yönetimiyle Aleksandros taneos’un
oğulları arasındaki rekabetin biçim verdiği şiddet ve ayrılık döneminin
ardından Yahudiye’yi Roma yönetimi altına sokan Pompeius'un İO 63 yılındaki
müdahalesine kadar yalnızca seksen yıl sürmüştür. “Kendini beğenmiş” Selefkidisler’in,
hatta daha çok kendini beğenmiş Asmoniler’in yazgısı sonuçta aynı olmuştur; bu
şiirde kutlanan parlak sonuç da aslında bir sonuç değildi, ne “yakışıksız”
tarihin ne de Yahudiyeliler’in özerklik ve istikrar mücadelesinin sonuydu.
Ancak, şairin erken dönem didaktik tarzının tersine, bu daha kapsamlı ima şiirde
herhangi bir biçimde dile getirilmiş değildir; söz konusu ima bütünüyle şiirin
tonuyla, ironisiyle sağlanmaktadır. Etkisi de yalnızca okurun tarihsel bağlam
bilgisine bağlı olmakla kalmaz, aynı zamanda şairin bakış açısını bilmeye
bağlıdır; bu ise büyük ölçüde şairin yıllar boyunca geliştirdiği bakış
açısının ayrımında olmamıza bağlıdır. Hu bakış açısının ayrımında değilsek,
şiirin son dizelerini yavan bir tekrar gibi okuyabiliriz, aslında bu dizeler
tipik bir ironi ânını göstermektedir:
Yahuda Makabe ve dört ünlü kardeşinin
başlattıkları iş
gerçekten görkemli bir sona ulaştı
çarpıcı bir sona.
E
Eğer bu şiir, kendi denetimleri ötesindeki güçlerin iradesi
ne
olursa olsun, cesetler üzerinde yürüyerek refaha ulaşabileceklerini
ve bu refahı kuşaklar boyunca sürdürebileceklerini düşünen yöneticilerin
gururuna, körlüğüne işaret ediyorsa, aynı yıl (1929) yayımlanan bir başka
tarihsel şiir “Gel, Ey Lakedemonyalılar’ın Kralı”, iktidarlarının sınırlarını
kabul eden ve refahları ile geleceklerini tanrılara bırakan yöneticilerin
vekarına ve ruhsal büyüklüğüne işaret etmektedir. Temsil burada daha açıktır.
Spartalı bir kralın annesi olan Kratisiklia tarihin gerçeklerini bilmektedir.
Sparta en güzel günlerini yaşamıştır ve çöküşünün kanıtlarından biri,
Kratisiklia’nın ülkenin yönetimini “türedi” Ptolemaios’a rehin olarak bırakmak
zorunda kalmasıdır (yukarıda ele aldığımız, erken dönem şiirlerinden
“Sparta”da görmüş olduğumuz gibi). Ancak, Kratisiklia hâlâ nihai yazgısının
kendisinin ötesindeki güçlerin elinde olduğunu bilmektedir. Ve “görkemli
kadın” bunu, üzüntülü oğlu Kleomenis’e şu sözlerle iletir:
"Gel ey,
Lakedemonyalılar'ın Kralı, çıkınca buradan,
kimse ağlarken görmesin bizi, ya da
Sparta’ya yaraşmayan bir biçimde davrandığımızı,
İliç değilse bu elimizde;
ondan ötesi tanrıya kalmış.”
Dile getirilmemiş tema şiirin son
dizesinde yer alır: “Ve bindi 'yazgı’ya doğru yol açan gemiye” -yani
Kratisiklia'nın sonuçta "türedi” Ptolemaios’un ardılı tarafından
öldürülmesi. Buradaki ima, ağırbaşlılığın ve bilgeliğin tanrıların kollamasını
güvence altına almadığıdır; göründüğü kadarıyla bilge ve kibirli insanlar
aynı tasarılara, aynı yazgısal örüntüye bağımlıdır. Ancak, Kavafıs’e özgü bu
gerçekliği anladığı içindir ki. Kratisiklia “görkemli" nitelemesine hak
kazanmıştır. Küçük düşürücü ayrılış anında ağırbaşlılığını korumak için
gösterdiği ısrar neredeyse kahramanlara özgüdür, çünkü karşısındaki güçlere
karşı kendisine bir yarar getirmeyecek olsa da, bunun doğru davranış olduğunu
bilmektedir; bu bilgi, onun tavrını, şimdi kendisine karşı dönmüş olan büyük
tarihe yaraşan, krallara özgü bir eylem haline getirir.
Kavafis’in geç dönem yapıtında
insanın tanrıların iradesine bağımlı oluşunun kahramanca olmayan, alaylı bir
görünümü de vardır. Beşinci bölümde 1930 yılında yazılmış “Tanrılar Akıl
Etselerdi” şiirinin Kavafıs’in mitsel dünyasında tipik gerçekçi-kinik bireyin
imgesini sunduğunu görmüştük. Gözlediği çeşitli karşıt liderlerin “aynı ölçüde
zararlı" hizmet ettiklerini gören ve bu nedenle üçünden birine
yaklaşmayı kendinde hak gören bir kişilik. Ancak bu kişiliğin vicdanını asıl
yatıştıran şey, seçiminin gerçekte “onurlu bir dördüncü” yaratma zahmetine
girmiş olmaları gereken ve böylece zavallı bir insan olsa da onu, yarattıkları
öteki üç budaladan herhangi biriyle çalışmak gereksiniminden kurtaran “her şeye
kadir tanrılardın elinde olduğunu fark etmesidir. Böyle bir uslamlama,
aşağılanmanın öteki yanının, kurnazca ahlak dışı bir yazgıcılık olabileceğini
göstermektedir.
Olayları gerçek yüzleriyle
algılayan kişiler, insanın tanrıların elinde nasıl bir oyuncak olduğunu ve
tarihin başarılarının nasıl kolaylıkla tersine çevrilebileceğini gördüklerinde,
ağırbaşlılık ile kinizm arasında dengeyi korumak kolay değildir; ancak
Kavafis'deki ahlaksal denge, olasılıklar nasıl görünürse görünsün -ki
çoğunlukla bu olasılıklar, algılama gücü daha az olan karakterlerinin
düşündüklerinden farklıdır— yazgılarını kibir ya da aşırı kinizm ile karşılayanlardan
çok, cesaret ve bilgelik ile karşılayanlar- dan yana ağır basmaktadır. Şairin
tarihe bakış açısının karmaşık yönlerini en iyi temsil eden örnek, Kavafis’in
hayattayken sondan bir önce yayımladığı “İO 200 yılında” adlı şiirdir; bu,
tarzı açısından öylesine incelikli bir çalışmadır ki, görünüşteki
belirsizliklerini çözmek için -her ne kadar şiirin gücünün bir kısmı bu
belirsizliğin sürmesinde yatıyor olsa da- dikkatli bir okumayı gerektirir.
Doğru, ancak gene de ironik yaklaşıma açık bir tutum. Şiirin anlatısal odağı,
tarihsel bağlamı bilerek karmaşık hale getirir: İÖ 200 yılında yaşayan bir
konuşucunun, 130 yıl önce başlamış bir tarihi dönem üzerine monologu. Bu
monolog İskender’in Persya’daki fetihlerinden "Helenizmin çöküşünün en
üst noktası"na (Ceorge Savidis’in Toplu Şiirler’deki bir gözlemini
aktarmak gerekirse) ve ima yoluyla daha sonraki Helenizm tarihine kadar
tarihsel olayların ve onlara yapılan imaların gözden geçirilmesini sağlar.
Konuşucunun tutumu onun özel tarihsel durumunu yansıtır, şiirin başlığı İÖ
200 tarihini vurgulamak yoluyla bu durumu daha baştan belirler. Konuşucu
monologuna, tarihlerinin doruk noktalarından birini yaşarken, şiirin ilk
dizesinde anımsatılan İskender'in panhelenizm seferine, “anlaşılabilir” bir
nedenden ötürü, yani Spartalı bir kral olmaksızın yapılan bir askeri sefer
ciddiye alınamayacağı için katılmayı reddeden Spartalılar'a değgin hafif bir
ironiyle başlar. Dolayısıyla konuşucu, Spartalılar’ın kendilerini İskender’in
Granikos, lssos ve Arbela’da elde ettiği büyük zaferleri paylaşma şanından
yoksun bıraktıklarını ima etmektedir. Daha da önemlisi, Spartalılar İskender’in
fetihlerinin sonuçlarıyla ilgili ne bir talepte bulunabilmiş ne de bunların bir
parçası haline gelebilmişlerdir -ve burada konuşucunun sözleri bir hatibin
sözlerine dönüşür:
Ve bu olağanüstü Panhelen seferberliğinden
muzaffer, her bakımdan parlak,
ünü dört yanı sarmış.
şan şerefle dolu,
bu eşsiz seferden bizler doğduk
uçsuz bucaksız, yepyeni bir Helen dünyası.
Biz, İskenderiyeliler, Antakyalılar,
Selevkisler ve sayısız
öbür Yunanlılar, Mısır’dan ve Suriye'den
ve Medya'dakiler, Persya'dakiler ve öbürleri:
her yana yayılmış üstünlüğümüz,
esnek ve sağgörülü bütünleşme politikamızla,
ve Ortak Yunan Dilimizle
tu Baktria'ya, Hindistanlar'a kadar taşıdığımız.
Buradaki belagatın niteliğine ve Kavafis’i çok çeken Helenizm
biçimiyle ilgili bilgimize dayanarak, “büyük, yeni Helen dünyası"nı öven
bölümlerdeki konuşucuyu şairle özdeşleştirmenin çekiciliğine kapılabilir ve
yorumu bu noktada kesebiliriz (Kavafis'in önemli bir eleştirmeninin yaptığı
gibi); ancak ilk bölümdeki sıfatların ağırlığı ve ikinci bölümdeki övüngen
gururun tonu şair adına belli bir ironi şüphesi yaratmıyorsa, başlığın altını
çizdiği tarihsel bağlam yaratmalıdır. Konuşucu, Makedonyalı son Filippos'un
Kynokephaloi'de Romalılar tarafından tümüyle bozguna uğratılmasından topu topu
üç yıl, Büyük Antiokhos III'ün Magnesia!da yenilmesinden ise (konuşucunun böylesine
sakınmasız, hatta etkileyici sözlerle kutladığı büyük, yeni dünya üzerinde Roma
egemenliğini kesin hale getirmiş olan bir yenilgi) yalnızca on yıl önceki yeni
Helenizm'e övgü düzmektedir. Konuşucusu bilmese bile Kavafis bu tarihi
bilmektedir. Ve konuşucu gerçeği gördüğü gibi anlatmakla birlikte -İskender’in
zaferleri ve zaferlerinin sonuçları böyleydi- onun tarih görüsü tabii ki
yaşadığı zamanla sınırlıdır.
Bu nokta şiirin son dizesi ile
pekiştirilmektedir: “Şimdi lakedemonyalılar’ın lâfı mı olur!” Dize, konuşucunun
şimdi, İO 200 yılında, 130 yıl önce İskender’in seferine katılmayı reddederken
gösterdikleri tüm kibirli üstünlüğe karşın, haklarında konuşulmaya değmeyecek
olan Spartalılar’a yönelik iğneleyici alayı olarak okunabilir; ancak şiirin
daha geniş bağlamı göz önünde bulundurulduğunda, Kavafis konuşucusuna şu
yanıtı verebilir pekâlâ: “Şimdi Lakedemonyalılar’ın nasıl lafı olmaz!” Eğer bir
zamanlar büyük ve kendini beğenmiş Sparta şimdi kötü günlere düştüyse, şimdi
böylesine gururla —ve bu son iğneleyici alayla birlikte, böylesine kendini
beğenmişlik içinde- övgü düzülen büyük yeni Helen dünyasının başına ne
gelecektir? Konuşucudan hemen sonra gelen tarih son yorumu yapmamızı olanaklı
kılar. Bu sessiz yorumla, şiir Kavafıs’in bakış açısını, konuşucunun
önyargısının -şairin erken dönem şiirlerinde paylaştığı bir önyargıdır bu-
üzerine çıkarır. İnandığı kültürel ve siyasal değerleri en iyi ortaya koyan
büyük tarihsel dönemler söz konusu olduğunda bile, onun ardındaki daha
evrensel ve zorunlu olarak daha trajik örüntüyü gören şair-tarihçinin bakış
açısıdır bu: esnek, akıla bütünleşme politikası ve ortak Yunanca diliyle Helenizmin
yaygınlık kazanan üstünlüğü. Ancak, konuşucunun dile getirdiği bir gerçeklik
kalıntısı, şairin konuşucunun tutumuyla ilgili ince ironisini aşmaktadır. Eğer
yeni Helenizm'in egemenliği, ondan önce gelen Sparta egemenliği ile ondan
sonra gelen Roma egemenliği gibi sonuçta yıkılmaya yazgılı idiyse ve o an için
en üst düzeyde bulunanların kendini beğenmişliği bu tarihsel ritmin ortaya
koyduğu örüntüye karşı bir körlüğü gösteriyorsa, konuşucunun kutladığı istekli
bütünleşmenin meşruiyeti ve Yunan dilinin etkisi gerçekte onun sınırlı bakış
açısından öteye kuşaklar boyunca yaşamıştır. Sondan bir önceki şiirde, aslında
şairin iki şeyi bir arada gerçekleştirebileceğini gösteren ustalığının
kanıtıdır bu: bir tutumu ironiyle ele alıp, gene de o tutumda içerilen
gerçekler konusunda okuru ikna etmeyi başarmak.
Kavafis'in geç dönem tarzındaki
incelik ve ekonomi, özellikle çokbilmişlik etmeden bir tarihsel bağlamı
kurabilme ve didaktikliğe düşmeksizin -hatta kimi zaman konuşmaksızın— karmaşık
bir görüyü yansıtabilme yeteneği, onun yıllar boyunca gelişim halindeki bir
mit kurmasından kaynaklanan bazı avantajları göstermektedir. Bu geç dönem
şiirlerine, onun kahramanlarıyla ilgili görüşümüzü yönlendirecek kurulmuş bir
kod, şairin önümüze getirmek istediği belirli herhangi bir dramın daha geniş
bağlamını sağlayacak bir yaşam tarzı, betimlenen özel tarihsel ânı dolduracak
bir dizi göndermeler ve hepsinden önemlisi, onun genişleyen bakış açısının
imalarını görmemize yardımcı olacak bir tutumlar örüntüsüyle geliriz. Daha önce
gördüğümüz gibi, geç dönem yıllarında, bu bakış açısı daha erken dönem
yapıtlarında oluşturulmuş olan şairin İskenderiye ideolojisi ile onun
Helenizm’e bağlanımını aşan, insan yazgısıyla ilgili genel bir görüşe doğru
uzanmaktadır. Kösnül Şehir'in yeniden doğmayan Adonis'i ile İskenderiye yazıtlarının
mahkûm edilmiş Adonis’i “Miris”de daha yüce bir rol alır. Burada mutsuzluğa
yazgılı sevgililerin İskenderiye yaşam tarzına adanmış birer kurbandan daha
fazla bir şey oldukları gösterilir: onların durumu trajik bir inanç ediminin
göstergesine, İskenderiye ideolojisine bağlanmış olanların arıtıcı kaynağı
olarak —bu kaynak Hıristiyan gizeminin vaat ettiği ölümdeki kurtuluşu beraberinde
getiremese bile— belleğin olumlanmasına dönüşür. Bu son dönem tarihsel
şiirlerde, kimi zaman şairin, kahramanlarınca temsil edilen belirli tutumların
-kendisinin daha önceki yapıtlarında onayladığı Helenizm yanlısı tutumlardan
bazılarının— ötesinde bir vicdan olarak hareket ettiğini görürüz. Herhangi bir
bireysel başarının ve belirli tarihsel bir hareketin tanrılar tarafından
tersine döndürülebileceğini gören ve insani sınırların farkına varılmasının
getirdiği bilgelik ve cesareti gösteren bir vicdan.
Bu bakış açısının bazı temel
öğeleri. İskenderiye mitinin en başında, şairin Antonius'a yönelttiği uyarıyla
kurulmuştu: tanrı sonuçta sizi terk ettiğinde -ki edecektir- olanlar hakkında
kendinizi aldatmayın, ölümlü yaşamınızdaki başarısızlık gerçeğini cesaret ve
ağırbaşlılıkla göğüsleyin ve son hareketinizi yitirmekte olduğunuz güzel
yaşamın kutlanması haline getirin. Ancak, mitin gelişmesi sürecinde,
başlangıçta retorik ve didaktik otorite açısından zengin olan şairin sesi
giderek daha mesafeli hale gelir, bir dizi dram kişisi ve anlatı stratejisi
tarafından gizlenir ve bakış açısı, mitin kendisi egemen bir ironiye bağımlı
hale gelinceye kadar artan incelikli ironilerle aktarılır. İyi yaşam -son
derece zarif bir tenselliğin, incelmiş zevklerin ve değişen inançların
oluşturduğu yaşam- göründüğü kadarıyla en çok ya bir tür lüks ve zevk düşkünü
çorak ülkede ya da dünyevi zevklere ilişkin mutlak bağlanımlarına meydan
okuyan herhangi bir ideolojiye kayıtsız, kendi içine kapalı toplum dışı bir
“sır ortakları” topluluğunda başarı kazanmaktadır. Her iki durumda da bu,
zorunlu olarak geçici şeylere bağlanımıyla yok olmaya mahkum bir yaşamdır:
gençlik, fiziksel güzellik, âna bağlı tutkular (ister cinsel, ister siyasal,
ister dinsel olsun), pahalı alışkanlıklar, hatırlanan duyumlar, oyun, sahnede
ve sahne dışında tiyatro gösterisi, hatta dile ve imgelemsel yeniden yaratıma
olan geçici saplantılı bağlanım (“Sun devanı Şiir Sanatı/bir an için yarayı
unutturan"). Mir bize, kaçınılmaz olarak olgunlaşmakta olan kendi ölümünü
içinde taşıyan iyi bir yaşam imgesi getirir. Şair de bu merkez" ironinin
bütünüyle bilincindedir; “Tehlikeli Düşünceler”den İskenderiye yazıtlarına,
oradan da “Milis”e dek bu ironi onun İskenderiye dünyasını temsilini renklendirir.
Gene de Kavafis'in bakış açısı içinde, onun gördüğü dünya içinde, kutlanmaya
değer -kutlamanın niteliği ne olursa olsun- bir başka yaşam yokmuş gibi görünür.
Şairin, yarattığı mitsel İskenderiye’ye karşı tutumundaki karşıtlıkları içeren
öğe bir kez daha ahlaksal bir yargıdan çok trajik bir kavrayıştan kaynaklanıyor
gibidir. İyi yaşam -her halükârda devam ettiği sürece iyi- bu dünyadaki başka
herhangi bir yaşam gibi yok olmaya mahkûmdur; bu, eşyanın doğasında olan bir
şeydir ve bu gerçeği böylece bilmek gerekir. Ancak, böyle bir bilginin
karşısındaki dürüst ve saygıdeğer duruş. İskenderiye'yi ya da onun sağladığı
geçici yaşamın anısını reddetmek değil, mitin başlangıcında Antonius'un ya da
mit sona yaklaşırken “Miris"deki sevgilinin gördüğü gibi, içinde
barındırdığı ölümü görsek de onun içerdiği tutkular için kutlamaktır.
Eğer Kavafis'in kendi miti
dışındaki evrensel bakış açısı belirli bir mesafesi olan bir ironiye bağlı
olsaydı belki de daha dünyevi ve daha az trajik yaşam görüşü olanlar için fazla
olan bu mesafe hiç de soğuk olmayacaktı. Ender olarak dile getirilmiş olmakla
birlikte, şairin duygudaşlığı açıkça, ironilerin tuzağına düşmüş olan,
anladığı ve dramını yansıttığı kurbanlara, özellikle ne olduklarını görmek için
kendilerini ve içinde bulundukları trajik koşulları görme cesaretleri olan o
kötü yazgılı ruhlara yönelmektedir. Kavafis'in kendi kendini aldatmaya, özellikle
güçlüler arasındaki aldatmaya karşı gösterdiği alay ve yazgılarını herhangi bir
yanılsamaya kapılmaksızın göğüsleyenlere gösterdiği duygudaşlık onu böylesine
eksiksiz biçimde çağdaş kılan niteliklerdendir. Hem bir ironi düşkünü ve
gerçekçi, hem de “tüm değerleri yanlış” olan bir toplumda dışta kalan
kimselerin savunucusu olarak, Kavafis yaşadığımız dönemin başat ruh haline
seslenir. Gerek antik, gerek modern çerçeveleri açısından yarattığı mit, çağdaş
deneyimin diline kolaylıkla çevrilebilecek bir geçmiş hayalini yansıtır; ister
onun çorak ülkesinin kırık imgeleri üzerinde duralım, ister mitin merkezindeki
özel yaşam tarzına hayat veren hazcılık ve dürüst bilinçlilik bağlanımı
üzerinde. Kavafis’in İskenderiye’si ve onu kuşatan Helenizm dünyası bugün
egemen olan havayı daha önceden öylesine açıklıkla ortaya koymuştur ki. artık
o, yaşamın bir eğretilemesine dönüşmüştür. Özellikle son 20-30 vılda güçlüler
ve güçlü olmayanlarca acımasız bir biçimde oynanan ulus ve parti oyunları
üzerine ironik şüpheciliğin ve belki daha anlamlı olmak üzere, bu yüzyılın
başlarında geleneksel ideolojilere inanmadan kendine inanmaya geçişin, kimileri
için modası geçmiş tabulardan bireysel kurtuluş, kimileri için genellikle
tanrısız, dekadan saplantılara doğru doludizgin bir gidiş anlamına gelen
geçişin yarattığı gerilimlerin (ister Freudcu, ister varoluşçu terimlerle
algılansın) bir eğretilemesine. Kavafıs’in miti, öteki bakış açılarına da yer
veren (yaratısının dışında, tanrısal bir tarzda) yargının askıya alınıp, bağışlamanın
ihsan edilebildiği (iktidar düşkünlerine, aşırı kibirlilere, kör bir biçimde
kendini aldatanlara değil) bir düzeyde kalan daha evrensel bakış açısıyla
birlikte bu iki bakış açısı için de bir model sağlamaktadır.
Kavafıs’in evrensel bakış açısının
ortaya çıkışı onun olgunluk dönemi şiirlerinde belirginleşen benzersiz tarz ile
mümkün olmuştur. Bu, kendi değerler sistemi ve kendi özel tarih düzenlemesiyle
geniş ölçüde kendine kapalı bir dünya haline gelen oluşuma zaman içinde
verdiği biçimdir. Çağrışım ya da artan ima yoluyla, hem değişik öğelerden
oluşan kendi bileşik ifadelerini, hem de son şiirlerin daha evrensel dramlarına
özgü yeterince geniş, yeterince nesnel bir bağlamı sağlayan bir dizi küçük dramdan
kurulmuş bir dünyadır. 1910’dan sonra, şiirler, daha önce görmüş olduğumuz
genel eğretilemeyi yaratacak biçimde birbirlerinin üzerine kurulurlar, bunu da
şairin son, az çok mesafeli açıklamalarına olanak sağlayacak biçimde
gerçekleştirirler. İskenderiye mitinin gelişimi şair tarafından tamamıyla
bilinçli ve bilerek tasarlanmamış olsa da (herhangi bir şairin, eleştirmenlerin
kendisini gösterdiği kadar bilinçli bir biçimde programlı olması olası
değildir). gerçek şudur ki, geç dönem yılları boyunca Kavafis'in
gelişmesindeki her tekil an, okurun kafasında daha önceki şiirlerin yaratmaya
yardımcı olduğu mitoloji çerçevesinde bir yere oturur. Kavafıs'e imgeleminin ve
zekâsının bütün güçleriyle insan yazgısına ilişkin içgörüsünü tüm derinliğini
ortaya koyma fırsatını veren, belirli bir an ile genel örüntü arasındaki bu
karşılıklı oyundur.
Kavafis'in başarısı çağdaş Yunan
edebiyatı içerisinde benzersiz bir başarıdır ve kendi ülkesindeki yüksek
konumu (bu konumun tam anlamıyla tanınması yavaş yavaş ve ancak ölümünden sonra
gerçekleşmiş olsa da) giderek daha sağlam bir nitelik kazanmıştır, onun artık
çağdaşı ya da hemen hemen çağdaşı olan daha oturmuş ve etki yaratmış
Yunanistan dışındaki yazarlarla bağlantılı olarak gerçek yerini bulması
gerekmektedir. 1910’dan sonra kurduğu mitsel dünya etkisi açısından
yüzyılımızın en iyi romancılarınca -sözgelimi, Proust, Joyce, Faulkner—
kurulmuş olan imgelemsel dünyalara eşdeğer görülebilir ve açık bir biçimde Eliot’ın
“mitsel yöntem” adını verdiği şeyi gerçekleştirmiş olan XX. yüzyılın önemli
şairlerinin girişimine paraleldir: Yeats, Pound ve Eliot’ın kendisi. Ancak,
Yeats ile birlikte Kavafis mitini Eliot'ın 1923 yılında Ulysses eleştirisinde
sözünü ettiği yazarlardan daha önce kurmuştur ve bunu Yeats’in etkisinden
yararlanmaksızın gerçekleştirmiştir. İskenderiyeli'nin mitinin boyutları bu
yüzyıldaki öteki büyük yazarların mitlerinin boyutlarından daha küçük
yaratısı, daha az ve daha kısa yapıtlardan beslenen bir yaratı olarak
görülebilir, ancak Eliot’ın bir başka bağlamda belirttiği gibi (Eliot
biyografisinde Robert Liddell tarafından aktarılmaktadır), bir dizi küçük
şiirden ya da tek tek alındıklarında oldukça önemsiz gibi görünebilecek
şiirlerden oluşan bir yapıt —eğer ardında bircörüntü birliği varsa- bir yazarın
‘büyük’ bir şair olabilme savı açısından birinci sınıf uzun bir şiirin
eşdeğeri olabilir”. Kavafis'in 1910 yılından sonraki yapıtı bu “örüntü
birliği”ne sahiptir ve Seferis’in gördüğü gibi bu birlik Kavafis'in "inayeti”dir.
Söz konusu örüntünün gelişimini ve bunun İskenderiyeli’nin benzersiz tarzı ve
bakış açısına giriş açısından sağladığı değeri keşfederek, Kavafıs’e verilen "İnayet"in
20. yüzyılın büyük bir şairi olarak onun yerini güvence altına almaya yeterli
olduğunu gösterdiğimi umuyorum.
Edmund Keeley
(Çeviren: Kemal Atakay)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder