Saçma





Camus'nun saçma tanımlaması,insanın durumunu anlatan ilkçağ mitolojisinin kalıplarına uyan Saçma, su ile işkence yapılan ve çevresindeki ağaçlardan meyve koparamayan Tantalus’un, zincire vurulan ve akbabaların sonsuzluğa kadar yiyip duracakları Promete’nin, bir kayayı durmadan her seferinde gene aşağı yuvarlanacağı bir tepeye çıkaran Sisyphus’un durumlarına benzer. Bu temel biçimi ile saçma, insanın tanrılarla boy ölçüşmeye kalkması karşısında tanrıların kızmasını hatırlatır. Gerçekten de Camus saçmayı klâsik tragedyanın bütün yoğunluğu, zorlukları ve evrensellikleri ile işler. Ama saçmayı yine de sorgusuz sualsiz kabul etmeye hazır değildir. Saçmayı insan varlıkları tarafından katlanılamayacak, şu ya da bu biçimle ortadan kaldırılması gereken tutku olarak sunar. 


Valery bir keresinde, alaylı bir şekilde, Sisyphus’un saçma görevi sonunda yine de bir şey kazandığını söylemiş: kasları kuvvetlenmiştir demişti. Ama, Camus daha çok şeyler istiyor. Bir çeşit tinsel kas kazanılıp kazanılmayacağını, kazanılabilirse bunun nasıl olumlu olarak kullanılabileceğini öğrenmek istiyor...


kitap: 
Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı

İŞSİZLİK KÖTÜ ŞEY VESSELAM !

(İzmir / Karşıyaka)

Çoğunlukla dergilerden beslendiğim, zengin çeşitlilikte okumalar yaptığım bir ay geçirdim. Çanakkale'ye, mezuniyet işlemlerimi yapmak üzere gittiğimde Çomü Kütüphanesi'nin süreli yayınlar arşivinde, başlangıcı kırklı yıllara değin uzanan Tercüme dergisinden, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi'ne; Yeni Dergi'ye; Oluşum'a; Yeni Ufuklar'a; Adam Sanat'a kadar pek çok dergiyi taradım, eski okumalara yeni notlar ekledim: sararmış, tozlu sayfalar arasında unutulmuş yazı ve çevirileri okuma ve görme imkanı buldum.* 

*(Yukarıda saydığım dergilerle beraber Cumhuriyet tarihi boyunca çıkmış on yedi derginin  -Adam Öykü (1970-1996) Adam Sanat (1972-1980) Cep (1970-1980) E (1972-1974) Gündoğan Edebiyat (1986-1994) Nar (1986-1987) Oluşum (1981-1985) Papirüs (1989-1995) Tercüme (1975-1979) Yansıma (1975-1980) Yazko Çeviri (1983-1986) Yazko Edebiyat (1982-1984) Yeni Dergi (1971-1978) Yeni Ufuklar (1975-1986) Yenilik (1986-1988) Yusufçuk (1978-1984)- içeriklerinin dökümüne Hacettepe Üniversitesi'nce hazırlanmış siteden ulaşmak mümkün: www.edebiyatdergileri.hacettepe.edu.tr/kunye/ ) 

Çomü Kütüphanesi'nde yukarıda adı geçen dergilerin hemen hepsi belirli sayılarda mevcuttu ve daha önce hiç haberdar olmadığım bu dergilerle karşılaşmak heyecan verici oldu. Çok değerli özel sayılar vardı içlerinde (Mektup, Günlük, İntihar Özel sayısı gibi). Blogda bu ay hem dergi sayfalarından kimi yazıları, hem de bu ay okuduğum kitaplardan düştüğüm notları paylaşıyorum.

Baudelaire, Nerval, Bacon, Pavese, Goya, Van Gogh, Sartre, Camus ve Nietzsche başlıklarını da boş bırakmadım bu ay: Emma Goldman'ın otobiyografisi Hayatımı Yaşarken'de yer alan parçada, Nietzsche'nin sevgilileri nasıl birbirine düşürebildiğini göreceksiniz:   https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/nietzsche.html  Nedim Gürsel'in Yeni Dergi'nin Ekim 1973 sayısında yayınlanan Pavese üzerine incelemesi, aynı yıllarda Tezer Özlü gibi Pavese'nin derinlerine sokulmuş, ona tutkuyla bağlanmış bir başka yazarla karşılaştırdı beni: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/pavese.html Belki bu tutkunun izlerini Gürsel'in Yeni kitaplarından Bana İtalya'yı Anlat'ta takip edebiliriz: www.kitapyurdu.com/kitap/ bana italyayi anlat


Fotoğraf başlığında James Nachtwey ve Sebastiao Salgado yer alıyor. Öncelikle James Nachtwey'in War Photographer belgeselinden paylaştığım video ve yazılar var. En az Sebastiao Salgado'nun fotoğrafları kadar çarpıcı olan Edouardo Galeano'nun Salgado Fotoğrafları yazısı,  https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/sebastiao-salgadonun-fotograflar.html her iki fotoğrafçının ted'de yaptığı konuşmalar yer alıyor. Her iki fotoğrafçıyı da yaşamları boyunca en çok etkileyen olay Ruanda katliamı olmuş. Salgado'yu tanımak için Wim Wenders belgeseli Toprağın Tuzu'nu (The Salt of Earth), Nachtwey içinse War Photographer'ı izlemenizi şiddetle öneririm. Nachtwey'in Ted'deki etkileyici sunumu da Nachtwey'le tanışmak için kısa ve iyi bir başlangıç olabilir: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/james-nachtwey.html

Bunun dışında Andre Kertesz in Paris videosunda Kertesz'le Paris'te kısa bir fotoğraf yolculuğuna çıkıyor, yolda Robert Doisneau'yla karşılaşıyorsunuz: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/andre-kertesz-in-paris.html Sırf Kertesz'in yürürken pardesüsünün içinden makinesini çıkarıp fotoğraf çekişini görmek için bile izleyin derim.

Goya'nın Üç Mayıs İnfazı resmi üzerine blogda pek çok yazı paylaşmıştım, ama bir de onu Picasso'nun gördüğü gibi görün; Goya, Guernica'yı görseydi ne derdi? diye soruyor Picasso:  https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/goya-v-picasso.html

Brancusi ve Giacometti ile birlikte odağımdaki bir başka heykeltraş Henry Moore'un üç yazısı: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/henry-moore.html ve kübist ressam Braque'nin defterlerinden parçalar: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/braque.html ve okumakta her zaman usanç bulduğum Cioran'ın Sıkıntı ve An başlıklı iki yazısını da paylaştım:

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/sknt.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/an.html

Susan Sontag'ın Sado-mazoşizm ve Nazizm başlıklı yazısını Rifensthal'i anlattığı bir yazıdan aldım: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/sado-mazosizm-nazizm.html Çevirisini dört gözle beklediğim on pornography kitabı zamanla bu konularda çok daha geniş açılımlar sağlayacaktır.

"Bağlanma" konusu edebiyatta artık eskimiş bir tartışma olsa gerek. Ama ben Sartre'ın Bulantı'dan Sözcükler'e uzanan düşünce çizgisini önemsiyorum ve Değişen Sartre başlıklı yazıyla birlikte bağlanma konusunda üç yazı paylaştım:

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/degisen-sartre.html


Virginia Woolf'un günlük yazmak, Albrecth Goes'in Mektup yazmak üzerine iki açımlayıcı yazısı ve Amiel'in günlüğünden son sözlerine uzanan yeni parçalar:

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/gunluk-tutmak-virginia-woolf.html

ve Walt Whitman'ın günlüğünden iki etkileyici parça beni bu koca yürekli adama yine hayran bıraktı: 

Whitman'a şiirlerinden aşinaydım ama günlüğünden bu iki parçayı okuduktan sonra, yıllar sonra (yüz altmış beş yıl sonra!) bulunan romanı Jack Engle’in İbretlik Hayat Hikayesi'ni (Ülke İnce çevirisinden, Tekin Yayınları) bir an evvel okuma arzusu duydum. Bu ay ayrıca Federico Garcia Lorca şiirleri okudum: Lorca'nın yapıtına az ya da örtülü olarak yansıyan eşcinselliğini Whitman için yazdığı olağanüstü od'da açıkça görmek mümkün: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/walt-whitmana-od-lorca.html


Birkaç sene evvel Lorca'nın öldürülüşüne ilişkin yeni bir bilgi çıkmış, Lorca'yı öldüren askerin iki kurşunu da eşcinsel olduğu için sıkmış olduğunu öğrenmiştik. (İbnenin götünde iki delik açtım!) Bu bilgiyle birlikte Hem Yüksel Arslan'ın Lorca arture'sini, hem de Lorca'nın Karanlık Ölüme Gazel şiirini paylaştım: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/karanlk-olume-gazel-lorca.html



Blogda iki de mektup örneği yer alıyor. Emily Dickinson'a ait olan mektup Batur'un deyimiyle çığlık mektuplardan: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/emily-dickinsondan-mektup.html (Bu mektup ile birlikte Terrence Davis'in Emily Dickinson'ı anlattığı A Quiet Passion filmini izlediğimi, bir yere kadar keyifli olan teatrelliğinin sıkıcılaşmaya başlamasından ve beni kafamdaki Dickinson imgesinden uzaklaştırdığı için hoşlanmadığımı belirteyim. Keza bunun gibi bu ay içinde izlediğim Giacometti'yi anlatan Final Portrait'i de benzer bir sebeple beğenmedim. Usta oyuncu Geoffrey Rush Giacometti'ye fiziksel benzerliği nedeniyle bu rol için biçilmiş kaftan olsa da Türkçe'de de yer alan James Lord kitabından (Bir Giacometti Portresi, Nisan yy) yola çıkarak çekilmiş filmi sevemedim. Vincent Cassel'in Gauguin'i canlandırdığı merakla beklediğim Fransız yapımı Gauguin'se felaketti.)

Hart Crane'e ait mektup babasına yazılmış: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/hart-craneden-mektup.html  Bu mektubu okuduktan sonra, Hart Crane'in acı yaşamını da düşününce, (34'ündeyken bir gemiden denize atlayıp yaşamına son veriyor), biraz keyiflenmek için "İşsizlik kötü şey vesselam" diye başlayan İşsizlik isimli Orhan Veli öyküsüne sıçrayın derim: 


Bütün bu yazılar, blog için ayırdığım bu küçük seçki bir özdeşlik ilkesine dayanıyor elbette, son zamanlardaki haleti ruhiyemden de büyük ölçüde besleniyorlar: öyle ki paradan söz edince sevgi sözcüklerinin bittiğini gördüm. Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk kitabını yazma gerekçesini "Eugene Dabit bir kitap yazmış ve kendine bir daire almıştı, bense kiramı ödemekte korkunç zorlanıyordum, neden ben de bir kitap yazmıyorum diye düşündüm ve böylece yazmaya koyuldum diye açıklıyor...(sic) :https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/gecenin-sonuna-kadar-celine.html  “Nasıl yapabiliyorsam, ne zaman yapabiliyorsam, nerede yapabiliyorsam yazıyorum. On iki yaşımdan bu yana hiç kesintisiz kendim kazanmam gereken yaşamım boyunca (savaşın dört yılı dışında), beni kullananlardan zaman çaldım, kişisel tasarılarımı gerçekleştirmek için ekmeğimi kazanırken zaman çaldım. Her zaman kaçak olduğum gibi yazıyı da kaçarak yazdım. İşte böyle çalıştım, hep gündelik yaşamdan saatler aşırarak; koca kitaplarımı böyle yazdım..."

Aruoba'nın  93'te Cumhuriyette yayınlanan Edip Cansever üzerine yazısı 
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/edip.html, Bilge Karasu'nun tekrar tekrar okuduğum şiiri çeşitlemeli korku'su: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/cesitlemeli-korku-bilge-karasu.html ve Enis Batur'un şair yönünün irdelendiği ve kendi sesinden şiirlerini dinleyebileceğiniz 2002 yapımı Ücra, Enis Batur belgeseli yer alıyor blogda: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/ucra-enis-batur-blgeseli.html Enis Batur'un Felsefe ve Edebiyat üzerine, düşünme diliyle yazınsal dil arasında yaptığı ayrım önemli:  https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/felsefe-edebiyat.html



 "Dünya çok büyük ve gezmek için bin ömrün yetmeyeceği olağanüstü diyarlarla dolu." https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/04/rimbaud.html


Öyleyse,

"Çabuk! Var mı başka yaşamlar?"






Olmayan dostlara,
selam ve sevgilerimle



* Fotoğraflar genellikle bütün bir öğleden sonraları 
pineklediğim yer olan Cafe Quartet'ten. 

RİMBAUD


15 Temmuz (hava yine çok sıcak, öğleyin otuz-otuz beş derece, gece yirmi beş-otuz derece arası, oysa Harar geceleri on-on beş dereceyi geçmez) her şey yaşanır olmaktan çıkmış ve pahalı, hastane "doktor dahil" on frank.

 "Tek bacağıma pabucumu ancak giyebiliyorum... Gecemi gündüzümü, dolaşma olanaklarını düşünerek geçiriyorum: Gerçek bir işkence! Şunu bunu yapmak, oraya buraya gitmek, görmek, yaşamak, gitmek istiyorum: Olanaksız, en azından uzun bir süre için ya da sonsuza dek olanaksız."

Rimbaud'nun isteği; görmek, yaşamak, gitmek.

"İnanın, diye yazıyor günün birinde Rimbaud, inanın davranışlarım kusursuz. Yaptığım her şeyde, beni istismar eden daha çok başkaları."


İnanılıyor.


"Çalışmak ve hayatını kazanmak için bir yerde kalmak zorunda olmaksızın" (hayatını kazanmak!) yolculuk etme olanağı olsa, onu iki ay aynı yerde bulamayacaklarını söylerken de inanılıyordu Rimbaud'ya.


 "Dünya çok büyük ve gezmek için bin ömrün yetmeyeceği olağanüstü diyarlarla dolu."

Dizinden ve bacağından dolayı zorunlu olarak yerinden kıpırdayamazken, askerî makamlar onun nereye gittiğini merak ediyorlar: Bundan daha tuhaf veya daha kötü bir yazgı düşünülemez. Marsilya'daki Conception hastanesinden yazdığı Temmuz 1891 tarihli mektuplar bunu doğruluyor.

10 Temmuz:

"Koltuk değneklerini kullanmaya başladım. Ne sıkıntı, ne yorgunluk, eski yolculuklarımı düşününce ne hazin bir durum bu, daha beş ay önce ne kadar hareketliydim! Tepeleri aşarak yapılan koşular; at gezintileri, dolaşmalar, çöller, nehirler ve denizler nerede? Şimdi kötürüm yaşıyorum (...), ömür geçti, bense hareketsiz bir kütükten başka bir şey değilim"


Philippe Sollers

Başka Odalar... Başka Düşler...






Deniz Meltemi / Mallarme


Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum...


Şiir: Mallarme
Fotoğraflar: Ayvalık, Nisan 2018


Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasındaki o kuşlar
Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ısığı mı yoksa lambamın,
Beyaz kağıda vurur, korkar dokunamazsın;
Ne o, ne de çocuğuna meme veren o taze;
Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
Belki de fırtınaları çağıran direkler,
Şu anda, rüzgarla gelecek ölümü bekler,
O zaman ne yelken, ne ümit… ama sen yine
Kalbim, gemicilerin sarkılarını dinle.


Çeviren: Orhan Veli Kanık


ÜCRA - ENİS BATUR BELGESELİ

Felsefe / Edebiyat

Yetişme yıllarımda, Felsefe ile Edebiyat’ın eşit payları oldu. İlk ürünlerime doğrudan yansıyan bir durumdur bu. Zamanla, düşünme dilinin yazınsal dille çatışması, Felsefeye duyduğum ilginin ikincil bir düzleme inmesine yol açtı. Bir kopma değil şüphesiz, sözünü ettiğim: Bir mesafe alma sorunu. Bugün, Felsefeyle temasımın farklı bir boyut aldığı kanısındayım-. Artık ona Edebiyat’a bir biçimde zarar verebilecek bir alan olarak bakmıyorum. Şu da eklenebilir: “Sistem” filozoflarından çok “üslup” filozoflarına yakınlık duydum baştan beri; Schopenhauer’den, Nietzsche’den Deleuze’e uzanan bir çizgide.

Enis Batur


Solo, Piano - NYC

Solo, Piano - NYC by Anthony Sherin

Sıkıntı


Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâlâ; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...


Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kâfidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; bâtıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.

Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.


Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur; Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki maddesiz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?

Sıkıntı, o devasız nekahet...)

Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar da var olma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısına gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gereksizliğin algısına yüceltene dek...)

"Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda, "acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgâr, havanın çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan istifa ediyorum. Nâmevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... Arzu', sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."

Cioran

bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/02/sikinti.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/melankoli-can-sknts-zaman.html

Sado-mazoşizm / Nazizm


Üniformalarla ilgili genel bir fanteziden bahsedilir. Üniformalar topluluğu, düzeni (giyen ya da takanın kim olduğunu ve ne yaptığını belirten rütbeler, şeritler, madalyalar, şeylerle) kimliği, yeterliliği, resmi yetkiyi, meşru şiddet kullanımını akla getirirler. Ancak üniformalarla, (erotik malzemeler ve özellikle güçlü ve yaygın bir cinsel fantezi örnekleri olarak SS üniformalarının fotoğraflarıyla) üniforma fotoğrafları aynı şey değildir. Niçin SS? Çünkü SS, faşizmin açıkça şiddet kullanmada hak iddia etmesinin, başkalarının mutlak anlamıyla aşağılama hakkı olduğunu ileri sürmenin ideal olarak somutlaşmış haliydi. 


SS. Regalia kitabının arka kapağında açıklandığı üzere: 

Üniforma siyahtı; Almanya'da önemli çağrışımlarla yüklü bir renk. Bu bakımdan SS'ler, rütbeyi ayırt etmek için yaka yazılarından kurukafalara kadar çok çeşitli nişanlar, semboller, rozetler takıyorlardı. Görünüşleri hem dramatik hem de tehditkardı.

Dünyanın her köşesindeki, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Japonya, İskandinavya, Hollanda ve Almanya'daki pornografi literatürü, filmleri ve muhtelif eşyalarda, SS b,r cinsel serüvencilik referansı haline gelmiştir. Acayip seks imgelerinin önemli bir bölümü Nazizm sembolü altına konmuştur. Botlar, deriler, zincirler, ışıldayan gövdelerdeki demir haçlar, gamalı haçlar, yanı sıra el kancaları ve kocaman motosikletler, erotizm pazarının gizli ve en karlı eşyaları olarak sergilenmektedir. Seks mağazalarında banyolar, deri çubuklar, kırmızı fenerler geniş yer tutar. Ama neden? Neden cinsel bakımdan baskıcı bir toplum olan Nazi Almanyası böyle erotikleşmiştir? Eşcinsellere yapılmadık zulüm bırakmayan bir rejim nasıl geyleri tahrik eden bir nesneye dönebilmiştir?


An


(...) Hafızayı ne pahasına olursa olsun silmek gerekir, içimizde billurlaşmaya uğraşan duyguları da. Bütün kalıcı bağlanmalar, birazcık süren bütün pişmanlık ve özlemler yaşamamızı engeller, bizi zor durumda bırakır ve varoluşumuza tıka basa doluşur. Hatırlamanın ve arzu etmenin neye hayrı var? Sonu olmayan bir içerikler dizisiyle geçmişi doldurmak, bundan daha uzun bir diziyle de geleceği öncelemek niye? Kendilerini zaman içinde ifade eden duyguları muhafaza etmek ve bunlar üzerinden nesnelerle bağ kurmak niye? Eninde sonunda dünyaya bağlanmak niye?

Hayat yolu üzerinde dikilen engelleri, içinde hayatın fiillerini eriten genel bir anlamlandırmanın ve bütünleştirmenin etkisinden kurtaracak saf bir tecrübeyle aşamaz mıydık? Süre içinde yaşamak, hayatın fiillerinin her birini, bir art arda geliş unsuru, zincirin bir halkası, kısmi ve simgesel bir parça haline getirir; bu yolla, hayatın bütün fiilleri hafızayı besleyerek yararsız bir benlik devamlılığı kurar. Zira benliğin sürekliliği ve devamlılığını, duygu evrimlerinin, özlem kabarmalarının ve koyulaşan pişmanlıkların ötesinde hissetmek ve bunun bilincinde olmak yararsızdır. Bütün mesele, hafızayı kullanmaksızın bütünsel olabilmektir. Bu da ancak, hayatın her fiili bütünen gerçekleştirilirse mümkündür; ötekiler nazarındaki göreceliğine ve onlarla ilişkisine bakmadan... Mutlak bir şekilde ânın içinde yaşamak, bireysel hayatın en üst noktada güncelleştirilmesidir ve zaman içinde yaşama ümitsizliğinin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Anları sorun gibi değil de, mutlak eserler gibi yaşamak; her ânı, nihaî, başsız sonsuz bir şey gibi yaşamak. Bir şeye başladığını ve de bir şeyi bitirdiğini hiç zannetme; hayatın, her ânında bütünsel ve mevcut olduğun, unutacak ya da arzulayacak hiçbir şeyin kalmadığı bir sarhoşluk gibi olsun. Sadece an içindeki mutlak eser, bizi, geçmişin ve geleceğin cesetleri eşliğindeki kendi zamanımıza sahip olma işkencesinden esirgeyebilir.

Her anda bütünsel olunduğunda, bertaraf etmek zorunda kalacağımız hiçbir şey yoktur, zira artık dışarıdan hiçbir şey üzerimizde ağırlık etmez, ve bir varoluş gibi, hayat ve ölümün artık hiçbir anlam ifade etmediği bir varoluş doluluğu gibi kalınır. O zaman, kendi kendine, canlı olunduğu söylendiğinde de, ölüneceği hatırlandığında da aynı ölçüde şaşırılır.

PAVESE


Nedim Gürsel'in Pavese üzerine yazdığı erken tarihli bir yazı (Yeni Dergi / Ekim 1973):

ÖLÜM GELECEK




Cesare Pavese'ye duyduğum ilk ilginin nedeni "ölüm gelecek... adlı şiirinin bende uyandırdığı çağrışım oldu.

Herkese bir bakışı var ölümün ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak dızelerini okuduğumda on yedi yaşındaydım henüz; — bundan beş yıl kadar önce "Yeni Dergi "nin intihar özel sayısında yayımlanmıştı bu şiir — o dönemdeki deneylerimle aşkın ölüme yakınlığını simgeleyen bu dizeler arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüştüm. Yaşam-ölüm ikileminin karşıtlıktan çok bir süreklilik oluşturması, bilinçaltındaki ölüm dürtüsünün aşk ilişkisine de yansıması, giderek histeriye dönüşme olasılığı, İstanbul'da aydın çevresine sokulmaya çalışan küçük burjuva kökenli birçok genç arkadaşım gibi beni de etkiliyordu. Oysa bu dizelerde duyarlık değil bir durum, hattâ o durumu aşan belli bir sorun sözkonusu. Bugün beni Pavese üstüne yazmaya iten de karşılığını bir gencin duyarlığında bulan çağrışımları anımsamaktan çok yazarın küçük bir ayrıntıda, bir "bakış"ta somutlaştırdığı ölüm imgesinin ardında yatan çağdaş gerçek oldu. Pavese'nin, kısa bir süre önce Türkçede "Yaşama Uğraşı" adıyla yayımlanan günlüğünü okurken dünyayla somut bağlar kurmaya çabalamış, yaşamı bütün nesnelliği içinde kavrayabilmek isteyen bir insanın ölümü seçmesinin nedenlerini düşündüm. Bu seçmeyi bazı özel koşullardan çok genel bir durumun, bir çağdaş sorunun — gerçeklikle ilişki kurabilme, dünyayı değiştirme sorunu — belirlediğine inandığımdan Pavese'nin intiharı üstüne değil, ama Pavese üstüne yazmak istedim. Önce şunu belirteyim bir yazarın kişisel serüveni yarattığı dünya açısından ilgilendiriyor beni. Bu dünya insan bilincine yabancı kalmadığı, tarihin itici gücü olan sınıf çatışmasında geleceğe dönük yerini aldığı ölçüde yazarın bireysel deneyi insanlığın ortak deneyine bir katkıda bulunabiliyor. Pavese'nin yapıtına da, onu birey olarak çöküşe götüren varoluşunun kafamızda uyandırdığı sorulara da bu anlayışla yaklaşmak gerekir sanırım. Yoksa her kişisel edimi toplumsal gerçekliğin dışında, benzersiz ve anlamını yalnız kendi içinde taşıyan kapalı bir birim olarak değerlendirme yanlışına düşeriz. Bu da doğruluk yönünden geçersizliği bir yana bireyi sınıf çatışmasının, toplumsal ilişkilerin dışında ele alan idealist bir aydın tavrıyla bütünleşmek olur.




https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture -cesare-pavese.html


PİEMONTE TEPELERİ

26 Mayıs 1938'de Pavese günlüğüne şunları yazmış:

“Yazdıkların için zengin bir kaynak bulduğun tek dönem 6-15 yaşların arasındaki yıllardı. O zamanlar belli bir olgunluğu ve havası olan hikâyelerle şiirler hemen aklına geliyordu, bunun nedeni de şuydu o yıllarda, bir dana gibi ilgisiz, ama 'dünyada', çevrendeki dünyanın bir parçası olarak yaşıyordun. Benliğin dünya ile arandaki gündelik bağlara ilgi duyuyor, seninle dünya arasındaki duygu alış-verişini etkilemiyordu."

Burada "dünyada olmak" bir anlamda insanın kendisini nesnelerle özdeşlemesidir. Çocukluğunu geçirdiği Torino yakınlarındaki San Stefano Belbo köyünü çevreleyen doğa, özellikle de tepeler Pavese'nin yapıtı için tükenmez bir esin kaynağı oldu. Yaşamı boyunca içinde taşıdığı çocukluğu dünyayla arasına giren uzaklığa bir misilleme gibiydi. Çünkü dış dünyanın bir parçası olmak, kendini yaşamın içinde duyabilmek ancak, gerçekliğin her türlü yanlış bilinçlenmenin dışında algılanabildiği çocukluk döneminde mümkündür. Oysa dış dünya bir nesne olarak kavrandığı ölçüde, yani insanın kendisini dışta tutabildiği sürece nesnel bir gerçeklik kazanabilir. Ama bir de, bu nesnel gerçekliğin oluşturduğu bir iç dünya, yani "varlık"ın belirlediği "bilinç" var. Her birey gibi Pavese'nin de yaşamına yön veren, başka bir deyişle onun varoluşunu çizen bu "dış" ve "iç" karşıtlığının oluşturduğu dinamiktir. Ne var ki, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda bu karşıtlığın dengeli bir çözüme ulaşamaması bazı dirençsiz kişilerde yaşamdan çok ölüm eğiliminin ağır basmasına yol açabiliyor. Belirli koşullar yüzünden kişinin iç dünyasının aşınması, bireyin nesnel gerçekliğin yankısını duyurabileceği bir iç ortamdan yoksun kalması yaşama direncini azaltıyor ister istemez. Pavese'nin dünyasına yaklaşmak isteyen herkes bu soruna değinmelidir, bence. Çünkü yazarın yapıtıyla kişisel serüveni arasındaki ilişki ancak bu açıdan bir yaklaşım denemesiyle ortaya konabilir. Hele sözkonusu yazar yaratıcı eylemini "ben"le "ben olmayan” arasında gidip gelen. bu yüzden acı çeken, en sonunda her ikisinin de dışına düşen bir bilinç aracılığıyla gerçekleştirmişse.

"Tepelerdeki Şeytan”ın  bir yerinde romanın başkişisi Poli şöyle der "İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı"’ (s. 280).

Pavese'nin yapıtlarındaki dünyayı Piemonte bölgesiyle sınırlandırması yazardaki çocukluk özleminden çok, iç dünyasına. imgelem gücüne kaynaklık eden ilk gerçekliğe sıkı sıkıya sarılmasından geliyor. Tinçözüm (psychanalyse), psikozu çocukluktan kalma özlem ve hayallerin yetişkin insan ”ego"sunu kaplayıp iki dünya arasında uzlaşma olanağının bütünüyle ortadan kalkması olarak tanımlar. Amacım Pavese'nin tinsel yapısını freudçü bir yöntemle inceleyip bazı tartışma götürür sonuçlara varmak değil. Ben yalnızca yazarın "Köyün kente, doğanın insan hayatına, çocuğun adama dönüşmesi" olarak nitelediği şiirlerinde, daha sonra yazacağı öykülerin hemen tümünde ve romanlarının çoğunda ele alacağı çocukluk temasının aslında bir kişiliğini bulma — kendisi olma — sorunuyla olan bağlantısına dikkati çekmek istiyorum.

 "Benim bile, konusu Piemonte'ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama, bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Kökleri doğuştan çevreme bağlı olan imgeleri özümlemekten öteye geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemeyeceğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu. yoksa kanıma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?" 

Edip

Oruç Aruoba, 
Edip Cansever'i anlatıyor:



Hep yalnız oldu - bu da doğruydu.

Kendisi gibi oldurdu şiirini de: Yalnız ve doğru...

*

Kendisi gibi, şimdi en sevdiği yer de yok: Bebek Gazinosu’nun önünde, Boğaz’a çıkılmış platformun üstündeki barda ziyaret ederdim onu, esintili yaz ikindilerinde.

Başlangıçta mesafeli bir nezaketti takındığı - kimdim ki ben?... Ancak sonraları biraz açmıştı kendini.

Söylediklerinden birçoğu aklımdan gitmiyor - özellikle de biri: ‘Alkol ve şiir’ gibi bir şeyler konuşuyorduk - galiba Turgut Uyar’ın ardından ortaya çıkan pis kara çalma açmıştı konuyu. Bir durup düşündü, gözlerini dalgalardan ayırıp bana çevirdi; sakin ve kuşkuya yer bırakmayan bir sesle, şunu söyledi:

“İçkiliyken tek bir dize yazmadım.”

Sonra yazma biçimini anlattı: Sabahları, kahvesinden sonra, öğleye kadar...

Her şeyin alkol parantezine alındığı ‘modern-entelektüel’ dünyada bir ayıklık odağı oluşturmuştu kendine - ve şiirine.

*


Olanaklar oluşturdu - yaşadıklarından ve yaşayamadıklarından; “bir yeni biçim ekle(di) insan olacağa”: Kendini...

Türkçe şiirin hep kurumlaşmaya; ‘ideoloji’ ya da ‘ekol’ olmaya yönelik eğilimlerinden uzak durdu: “İnsan olacağın” kendi kendinde sınadığı olanaklarını -ve olanaksızlıklarını- şiirleştirdi. Sahiciliğin odağıydı, o odak.

*

“Öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki

Bildiğim, dünyanın adamakıllı yansımış bir parçası olmalıyım
Yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.”

Bu “yük”; bu “çok ağır bir yük”, kendi taşıdığı kendisiydi - “hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı

“Bir çağda”, “bütün eksik kalmaların 
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığı” olmanın yükü.

Hiçkimselerin ilgilenmediği
"Bazı olayların tarihçisi" gibi hissettiği oldu kendini: Yalnızca kendi "olma"sıyla ilgili düşüncelerini, oysa, imgelere dönüştürüp şiirleştirirken, dünyayı yansıtıyordu.

Yakup'tan başlayarak temel bir gelişme çizgisi, şiirini kişi-imgeler çerçevesinde kurmak oldu: Hiçbir kurumlaşmaya oturmayan, hiçbir toplumsal yeri olmayan kişi-imgeler. Yalnızca yaşamanın yükünü ve acısını; bazen de sevincini ve neşesini taşıyan kişiler. Buna, baştan beri izleri görülen, ama sonradan son kitabının odak noktası olan bir katıldı: Otel...

Kişilerin - yolcuların: Gezginlerin gelip gittiği geçici yaşam yerleridir oteller: Onların yazgısıdır; kişiler, gelirler ve zorunlu olarak geçicidirler; geçip giderler.

Bu imgeyle yaklaştı yaşama ve kişilere: Son yazdıkları, bir otelin bahçesinde, bazı imge kişiler arasında oluşan; tiyatro oyununu andıran bir dramdı.

"Gelmek", "geçmek", "gitmek" fiilleri ağır basıyordu. ‘Dize’ ve ‘replik’ arasındaki fark neredeyse yitiyor, karşılıklı ‘diyalog’ içinde birbirlerine şiirler okuyordu, kişiler. Sonunda da, oyunların sonuna konan büyük bir “BİTTİ”...

*

Edip Cansever’in yapıtı, ölümünden sonra, ‘bütün'lendi, ‘cilt’lendi. Sonraki kuşak(lar) bu yapıtta neler bulacaklar, ondan neler alacaklar onu ne yön(ler)de ileriye götürecekler, şimdiden bilinemez; ama, şimdiden belli olan bir şey varsa, bu ’alıp götürme’nin hiçbir kurumlaşma yönelimi taşımayan kişiler için söz konusu olabileceği ancak; ancak tek başına ve kendi kendine oluşacak şiir girişimleri için yol gösterici olabilecek.

Onun gibi olanlar, onda kendilerini bulacaklar.

*

Hep yalnız durdu - bu doğru muydu?

NİETZSCHE


Emma Goldman'ın
Hayatımı Yaşarken kitabından: 


Nietzsche, dilinin büyüsü, görüşlerinin güzelliği düşümde bile hayal edemeyeceğim doruklara yükseltti beni. Her satırını yutmak için çıldırıyordum ama kitap alacak param yoktu. Neyse ki Grossmann'da hem Nietzsche'nin hem de Öteki modernlerin yapıtları vardı. Uykuyu feda etmak pahasına okuyordum; Nietzsche'ye duyduğum hayranlığın yanında uykusuzluğun verdiği rahatsızlığın sözü mü olurdu? Ruhunun ateşi, şarkısının ahengiyle hayat bana eskisinden daha zengin, daha dolu, daha harikulade geliyordu. Bu hâzineleri sevgilimle paylaşmak için ona uzun mektuplar yazıyor, yeni keşfettiğim dünyayı ona da tanıtmaya çalışıyordum. Gelen yanıtlar kaçamaklıydı; Ed'in yeni sanat konusunda benim duyduğum coşkuyu paylaşmadığı anlaşılıyordu. Derslerime ve sağlığıma ilgi gösteriyor, temelsiz kitaplar okuyarak enerjimi boşa harcamamamı öğütlüyordu. Doğrusu beni hayal kırıklığına uğratmıştı ama, kendisi okuma fırsatı bulunca, yeni edebiyatın devrimci ruhunu takdir etmekten geri kalmayacağını düşünerek teselli buldum. Ne yapıp etmeli, para bulmalı, Ed'e bu kitaplardan götürmeliydim.

(...)

Viyana'dan döndüğümden beri Ed'in getirdiğim kitapları okuyacağı umudunu taşımıştım hep. Okuması için ısrar etmiş, o da bana vakit bulunca okuyacağına söz vermişti, dünyadaki yeni edebi akımlara Ed'in bu denli ilgisiz kalmasından üzüntü duyuyordum. Bir akşam Justus'un yerinde bir veda partisi için toplanmıştık. James Huneker'te genç arkadaşlarımızdan, yetenekli bir ressam olan P. Yelneck de oradaydı. Aralarınada  Nietzsche'yi tartışmaya başladılar. Büyük filozof-şaire duyduğum hayranlığı ve yapıtlarının bende yarattığı etkiyi dile getirerek ben de katıldım tartışmaya. Huneker şaşkınlığını gizlemeyerek, “Propagandadan başka bir şeye ilgi duyacağını düşünmemiştim," dedi. "Anarşizmin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyorsun da ondan" dedim. “Yoksa hayatın her alanı ve her çabayı kapsadığını, eskiyi, zaman aşımına uğramış değerleri ise yıktığın bilirdin.’ Yelineck sanatçı olduğu için anarşist olduğunu; tüm yaratıcıların anarşist olması gerektiğini, çünkü yaratıcı ifade için özgürlüğe ve ferahlığa ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Huneker sanatın "izmler“le bir ilgisi bulunmaması gerektiğ düşüncesindeydi. “Nietzsche de şahsında bunu kanıtlıyor zaten." diyordu. "O bir soylu, ideali se üştür, insan. sürü için de yer alan sıradan insanlara ilgi duymuyor, güvenmiyor onlara." Nİetzsche'nin bir toplum kuramcısı değil bir şair, bir isyancı ve bir yenilikçi olduğuna dikkati çektim. Soyluluğu ne doğuştan ne de kesedendi; ruhuydu soylu olan. Bu nedenle de Nİetzsche anarşistti, tüm gerçek anarşistler soyluydu bana göre.



Ed söze karıştı. Sesi soğuk ve sinirliydi; ardında gizlenen fırtınayı fark etmekte gecikmedim. “Nietzsche bir ahmak, dedi. "Hastalıklı bir beyni var. Onu sonunda pençesine alan deliliğe doğuştan mahkûmdu zaten. On yıl geçmeden unutulup gidecek; sözde modernler de aynı akıbete uğrayacak. Geçmişteki büyük değerlerle kıyaslandığında bunlar birer kukladan başka bir şey değil."

Kendimi tutamayarak "Ama sen Nietzsche'yi okumadın ki" dedim öfkeyle. 'Nasıl hakkında konuşabilirsin?" 

Rimbaud Efsanesi


Erginlik çağında Rimbaud kime benziyordu acaba? Otuz yaşındaki serüvenci, yazdığı şeylerden, dolayısiyle de kendi kişiliğinden, kendisi olduğunu sandığı kişiden nefret ediyordu. Bizi büyüleyen delikanlı, olgunluk çağına gelince, eski Rimbaud’dan iğrendi; bizler çocukluğumuza sevgiyle eğildiğimiz halde, o, çocukluğuna bakmak bile istemiyordu. Charleville’den, annesi Rımb’den, annesinin güçlü bileğinden kaçan düşçü Parmak Çocuk’u geçmiş günler duygulandırmıyordu ; çocuk ayaklarının kanadığı yolları ansımıyordu.

iste böyle, bir zaman gelir, şiirin yalnızlığını yaşıyan, onu ta içinde duyan, sözcüklerle bu yalnızlığı dile getiren kişi, sonra küçümser onu, yadsır. Ondan kaçmıştır, onu fırlatıp atmıştır çünkü; geriye sadece bir biçim olarak kalan, bir böcek düşüncesi olarak kalan saydam koza kurtları, yazılı sayfalarda bizler buluruz şairin yalnızlığını. Olgunluk çağındaki Rimbaud, on sekiz yaşındaki varlığını kuran şeyleri bile ansımıyordu artık. Bizden de çok, onu seven bizlerden de çok daha yabancıydı o eski varlığına. Daha ileri gideyim: belki de iğrenç, kirli imgesinden hayatı boyunca kaçmak istemişti, içinde, bakışları altında tuttuğu, bizim ona verdiğimiz o melek yüz değil de; bitlerle kemirilmiş sert, kaba bir baş, pirelerle dolu koltuk altları, gün ağarır ağarmaz onu pençeliyen pelinli içkiyle çürümüş bir ağızdı. Kaç kez yolumuz üstünde rastladık bu Rimbaud’ya da, öbür kaldırıma geçtik! Gerçek Rimbaud mu? Campagne-Premire caddesinde onunla birlikte oturmuş olan yaşlı Forain : «iri bir köpek diye tanımlıyor onu bize.

Asıl bizim Rimbaud'muz, kendisi değil, biziz; işte gerçek Rimbaud, düşünüp gerçekleştiremediğimiz başıboş kişidir, doğduğumuz, yaşadığımız, öldüğümüz burjuva odasından hiçbir zaman kaçamıyacak olan bizleriz : Rimbaud efsanesi budur. -

jim dine 1973, rimbaud

SANATÇI / GOTTFRIED BENN



SANATÇILAR DÜNYAYI 
DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
GOTTFRİED BENN

Çeviren : Kâmuran ŞÎPAL


A.: Şimdiye değin bir yığın yazınızda sanatçıyla ilgili olarak aşağı yukarı şöyle bir görüşü savundunuz: Sanatçının zaman üzerinde hiç bir etkisi yoktur, sanatçı tarihin akışına karışmaz, özünden ötürü yapamaz bunu, tarihin dışında bulunur. Bu biraz saltık bir görüş değil mi?

B.: Sanatçı parlamentoyla, belediye işleriyle, arsa alım satımıyla, hasta sanayi ile ya da beşinci toplumsal sınıfın kalkınma sorunuyla ilgilenmelidir diye mi yazayım isterdiniz?

A.: Ama sizin bu yadsıyan görüşünüzü paylaşmayan ve zamanın bir dönüm noktasında bulunduğumuz kanısından yola koyularak; yeni bir insan tipinin oluştuğu, baştan başa değişik ve daha mutlu bir geleceğe götürecek yolun yazılıp çizilerek gösterilebileceği görüşünden kalkarak çalışmaya koyulmuş bir hayli ünlü yazar var.

B.: Daha iyi bir geleceği tasvir etmek mümkün tabiî. Her vakit düşçü yazarlar çıkmıştır, sözgelişi Jules Verne  ya da Swift. Zamanın dönüm noktasında olduğumuza gelince, zamanın habire değiştiğini, boyuna yeni insan tiplerinin oluştuğunu, insanlık şafağı ve nurlu sabahlar gibi sözlerin yavaş yavaş efsanevî bir sağlamlık ve düzenlilikte deyimler haline geldiğini şimdiye değin tekrar tekrar göstermeye çalıştım yazılarımda.

A.: Demek oluyor ki, sanatçının günlük sorunların tartışılmasına herhangi bir katılışı doğru bir davranış değil sizce?

B.: Bana göre bir heveskârlıktır. Bakıyorum da kimi yazarlar 218. maddenin, kimileri de ölüm cezasının kaldırılması için uğraşıp duruyor. Aydınlanma’dan beri toplum içinde görülen bir tip yazarlardır bunlar. Çalışma alanları, Voltaire’in Calas için giriştiği ünlü savaşla Zola’nın J’accuse ünü  andıran yerel (mevziî) uğraşılar ve düşünce özgürlüğüne yönelmiş çabalardır.

Â.: Siz de bu yolda bir yazarlığı sanat sınırları içerisine sokmuyorsunuz demek ?

B.: Tecrübeler böyle bir yazarlığın binde bir sanat sınırları içerisine girdiğini göstermiştir. Çalışmalarını uygarlığın deneysel kuramlarına yöneltmiş olan yazarlar, dünyayı gerçekçi bir açıdan duyan, dünyayı maddi bir kılık altında görüp üç boyutlu olarak etkinliğini hissedenlerin tarafında yer alır; teknisyenlerin, savaşçıların, sınırları yerlerinden oynatan ve yeryüzüne teller çeken ellerle ayakların tarafına geçer, yüzeyde kalan, tesadüfi değişimlerin çevresine girerler. Oysa sanatçı, ilke olarak, bir başka çeşit yaşantı sahibidir; pratik etkisi olan ve kalkınma sorununa hizmet eden kompozisyonların değil, daha başka türlü düzenlemelerin ardından koşar.

A.: Teknisyen ve savaşçı dediniz, yani size göre dünyayı yalnız bunlar mıdır değiştiren?

B.: Dünyanın değişebilecek olan yanını. Teknisyen ve savaşçının üstünde bir deyim olan bilgin deyiminin, sanatçının tamamen ve taban tabana karşıtı olduğunu söylemek isterim. Varı yoğu, sözde genel bir geçerliliği öne sürülen, ama aslında yalnız fayda sağlamaya yarayan bir mantıktır bilgin kişinin. Bilginler, denenebilme herkesçe öğrenebilme ve değerlendirilebilme gibi halkın sevdiği tasarımları geniş ölçüde benimseyen bir gerçek kavramının tutunmasına yol açmışlardır, ortanın üstünlüğünü sağlama amacı güden bîr ahlâkın propagandasını yaparlar. Sanatla bilimi her vakit bîr çırpıda söyleyivermekten başka bir şey öğrenmemiş bir ulusun, sanatçıyla bilgine her vakit yanyana yer veren Aydınlanma'nın bilgeliğine ister istemez açgözlülükle sarılacağını ve gerçekten büyük çapta yaratıcı bilginlerin yetiştiği bir yüzyılda haydi haydi bu davranışa yöneleceğini bilmiyor değilim. Ama bildiğim daha başka şeyler de var: Bir pazar kalkıp Berlin'in 160 kilometre kuzeyindeki Büyük Seçmen Prens'in topraklarına, Fehrbelen’e  gidin. Büyük Frederik'e ait yerlere gidin; bir arazi göreceksiniz, cılız ve kuru, dünyada anlatılacak gibi değil, yoksulluk ve darlığın ta kendisi, nedensellik güdüsünün gerçek yuvaları. Bu yerlerde, çiftlik sahipleri ve muhtarların etkisinde işe yararlılık ilkesini renksiz duygularına temel edinmiş bir halkın neden Penthesilia yazarına sıkıcı ve küstah bir yazar olarak baktığını anlayacaksınız.

A.: Yani Penthesilea'nın büyük bir sanat eseri olduğunu, ama ne siyasal, ne toplumsal, ne de kültürel bakımdan en ufak bir etki yaratmadığını mı söylemek istiyorsunuz ?

B.: Evet, budur söylemek istediğim. Ayrıca, Penthesilea'dan sonra en büyük Alman sanat eseri, yani Heinrich Mann’ın Die kleine Stadı da örnek olarak gözlerimizin önünde. Bu eser de, üslûp bakımından bile olsa, en ufak bir etki yapmış değil. Bunu ancak şöylece ifade etmek mümkün: Sanat eserleri görüngü (fenomen) dünyasının malıdır, tarihsel bir etkileri yoktur, pratiğe gelmezler, zaten büyüklükleri de buradadır.

A. : Ama bu düpedüz nihilist bir sanat görüşü değil mi?

Günlük Tutmak / Virginia Woolf


20 nisan 1919 (Paskalya günü, pazar)

Defoe üzerine uzun bir denemeden sonra üstüme çöken tembellikle günlüğümü çıkardım, okudum. Kişi kendi yazdıklarının üstüne bir çeşit suçlu dikkatiyle eğiliyor. Açık söyliyeyim, çoğu zaman gramer kurallarını hiçe sayan, bazı kelimeleri değiştirilmek için haykıran, yontulmamış, gelişigüzel üslûbu azıcık canımı sıktı. Acaba hangi kişiliğim, çok daha iyi yazabileceğimi, böyle ıvır-zıvırla vakit kaybettiğimi, yabancı gözler önüne serilmesinden dikkatle kaçınmam gerektiğini söylüyor? Bir yandan da günlüğümü övmekten kendimi alamıyorum. Aceleci, savruk, rastgele ama sırasında turnayı gözünden vuruyor. Daha doğrusu böyle kendim için yazma alışkanlığı iyi bir idman. Oynak yerlerimi gevşetiyor. Eklere, sendelemelere aldırmamak. Bu hızla giderken amaca en kısa yoldan saldırmam gerek. Kalemimi mürekkebe batırıncaya kadar kelimeleri yakalamalı, işime geleni seçmeli, gelmeyeni fırlatıp atmalıyım. Son yıl boyunca profesyonel yazılarımda akşam üstü çayından sonraki bu yarım saatlik karalamalara borçlu olduğum bir rahatlık seziyorum. Günlüğümün ulaşabileceği biçimin kocaman gölgesi dikiliyor karşıma. Gitgide bu gevşek yaşama birikintisini nasıl kullanacağımı öğrenirim belki, hikâyede, romanda çok daha bilinçli, çok daha dikkatli kullandığım ham maddeyi yepyeni, bambaşka bir biçime sokabilirim. Günlüğümün nasıl olmasını isterdim? Gevşek örülmüş ama sallapati, değil, aklıma gelen ciddî hafif ya da güzel herhangi bir şeyi içine alabilecek kadar esnek. Günlüğüm kişinin eline geçeni çekmecelerine tıkıştırıverdiği eski, geniş bir yazı masasına ya da bir sandığa benzesin isterdim. Bir iki yıl sonra geri dönüp biriktirilen şeylerin kendiliğinden düzene girdiğini, bölümlendiğini, güzelleştiğini, bütünleştiğini görmek isterdim. Deniz dibindeki çöküntülerin esrarlı bir şekilde biçimlenivermesi gibi. Hayatımızın ışığını geçirecek kadar saydam, gene de bir sanat yapıtının uzaklığını, ayrılığını sezdiren devamlı, durgun, duru bileşimler.. Eski defterleri karıştırırken sansür kesilmemeli, içten geldiği, akla estiği gibi yazmalı. Çalakalem çiziktirdiklerimin üstünden geçerken, asıl anlamı, zamanında gözüme çarpmıyan yerlerde buldum. Ama yazıda gevşeklik çarçabuk dağınıklığa, pasaklılığa dönüveriyor. Kaydedilmesi gereken bir kişi ya da olayla yüzyüze gelmek için biraz çaba ister. Kalemi büsbütün başı boş bırakmağa gelmez. Sonra Vernon Lee gibi şapşal, düzensiz olur kişi. Onun oynak yerleri bana göre fazla gevşek.


Pazartesi, 25 ekim 1920 (kışın ilk günü)

Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi? Aşağıya bakıyorum. Başım dönüyor. Sonuna kadar nasıl yürüyeceğim? Neden böyle duyuyorum acaba? Ama ağzımdan çıktı ya bir kere, duymuyorum artık. Ocak yanıyor. «Dilenciler Operası» nı dinliyeceğiz. Üstümde bir eziklik var. Bir güçsüzlük, etkisizlik, önemsizlik duygusu. Burada Richmond’da oturuyorum. Bir tarlanın ortasına dikilen lâmba gibi ışığım karanlıklar arasında kayboluyor. Yazdıkça melankolim dağılıyor. Öyleyse niçin daha sık kâğıda dökmüyorum derdimi? Bir kere insanın gururu engel oluyor.'Kendime bile başarılı bir kişi diye yutturmak istiyorum kendimi. Gene de üzüntümün derinliğine inemiyorum. Sebep ne? Belki çocuksuzluk, dostlardan uzakta yaşamak, fazla boğaza düşmek, yaşlanmak. Nedenleri, niçinleri fazla düşünüyorum. Kendimi fazla düşünüyorum. Zamanın etrafımda kanad çırpması hoşuma gitmiyor. Tabiî çalışmak var. Ama çalışmaktan da beziyorum. Bir oturuşta fazla okuyamıyorum. Bir saat yazmak yetiyor. Buraya kimse hoşça vakit geçirmeğe gelmez. Geldikleri zaman da cinlerim başıma toplanır. Londra’ya inmek uzun iş. Nessa’nın çocukları büyüyor. Onları çaya çağıramam, hayvanat bahçesine götüremem. Cep harçlığım neye yetiyor ki? Bunlar önemsiz şeylermiş. Beni buna inandırıyorlar. Bazen yaşamanın ta kendisi gibi geliyor bana. Bizim şu karabahtlı kuşağımız. Hangi gazeteyi açsan koca koca başlıklarla kara haberler veriliyor. Bu öğleden sonra MacSwiney, İrlanda’da karışıklık, en azından grev! Mutsuzluk her yerde, hemen kapının ardında, ya da budalalık, mutsuzluktan da beter. Gene de ısırganotunu etimden çıkarmak elimde değil. Jacob's Room’u yazmanın dokularımı yeniden canlandıracağını seziyorum. Ama şimdi yazdıklarım hoşuma gitmiyor. Her şeye rağmen ne kadar mutluyum. Yalnız, bir uçurumun yanıbaşındaki daracık yolda yürür gibi olmasam.


bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/virgina-woolfun-gunlugu_6.html


Yolun Sonu / Picasso


1898 yılında yapılan“ Yolun Sonu”:

 İnsan kalabalıkları, ortak bir büyük kapıya çıkan iki sarp yolda yürümektedirler. Bu, Picasso’nun
burada doğal olarak toplumsal eleştirel bir ahlakla oluşturduğu iki yaşam yolunun eski bir alegorisidir:

 “Zenginler yokuşu atlı araba ile, fakirler yayan olarak çıkıyorlar. ”

Günce / Amiel

İnsanın kendisi için tuttuğu «günlük» tembelce yaslandığımız bir yastıktır. Konuların çevresini incelemekten bizi alıkoyar, tekrarlanıp duran şeylerle gününü gün eder, iç âlemin, bütün keyif ve heveslerine, dolambaçlı yollarına kapılır, kendinin hiçbir ereği olmaz. Bu «günlük» ciltler dolusu konular ele almıştır. Şaşılacak derecede zaman, düşünce ve kuvvet israfı! kimseye yararı olmayacak, hattâ, kendine bile... Olduğu gibi yaşamaktan ziyade hayata yan çizmekten başka bir şeye
yaramamış olacak. Günlük, bir sır ortağı, yani dost ve eş yerine geçer. Acılara karşı bir tesellidir, bir yol değiştirmektir, bir kaçamaktır. Her şeye burnunu sokan ve her şeyin yerine geçen bu nesne, aslında doğru-dürüst bir şeyi temsil etmez. (26 temmuz 1876)



5 nisan 1851

Kalbimin zarı pek ince, hayal gücüm kaygıyla dolu, hayal kırıklığına uğramam kolay, duygularımın yarattığı etkiler de sürekli. Olabileceğini tasarladığım şey, olanın tadını kaçırıyor, olması gereken şey de zehir oluyor bana. Bundan dolayı, gerçekten, içinde bulunduğum zamandan, yeri doldurulamayandan, kaçınılmaz olandan nefret ediyorum, hattâ korkuyorum. Hayal ve sezme gücüm, bilincim bol bol var; ama karakterim yeteri kadar güçlü değil. Hayatın yalnız kuramsal olan yönünde esneklik, yücelik, tamir, zaman giderme olanakları vardır; hayatın pratik kısmı beni ürkütüyor.

16 eylül 1851

Büyük adamlar devri geçiyor; karınca yuvası, çok yönlü bir hayat çağı geliyor. Bireycilik çağı, eğer salt eşitlik üstün gelirse, birşeyler bulamamak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bireyin bir düzüye aynı düzeyde tutulmak istenmesi ve işbölümü yüzünden, toplum, her şeyin yerine geçecek ve insanın yalnız başına yeri olmayacaktır. Nasıl vadilerin dibi bitkisiz kalan dağların kayıp çökmesiyle yükseliyorsa, büyük insanlara karşı ortahalliler yükselecektir. «Müstesna», ortadan kalkacaktır, insan topluluğunun görünüşü, gitgide daha az engebeli, karşıtsız, biteviye olacaktır. İstatistikçi gittikçe artan bir ilerleme, ahlâkçı ise derece derece bir düşüş kaydedecektir. Nesnelerde ilerleme, ruhlarda düşüş, çöküntü. Faydalı, güzelin yerini alacak; «endüstri», sanatın; iktisat politikası, dinin; aritmetik, şiirinkini... İç sıkıntısı eşitlik çağının hastalığı olacaktır.


26 temmuz 1853

Çekingenlik ve öğrenme merakı, edebiyat mesleğinde bana engel oluyor. Burada, her şeyi başka zamana bırakmamı da unutmamak gerek. 

 Öğrenme merakı yüzünden her şey, bir deniz kabuğu da, bir dağ kadar beni çekiyor, ilgilendiriyor, bundan ötürü de, bir türlü incelemelerimi tamamlayamıyorum. Her şeyi daha sonraya bıraktığım için hep başlangıçtayım, bir türlü de eser vermeğe başlayamıyorum. Her ne kadar, bu bir oluş (vakıa) ise de, başka türlü de olabilirdi. Durumumu anlıyorum, ama kendimi onaylamıyorum.


11 Ocak 1867 (Cenevre)

Ömrümün damla damla sonsuzluğun uçurumuna düştüğünü açıkça duyuyorum. Ölümün önünde günlerimin kaçıp gittiğini duyuyorum. Gün ışığını içime sindirebileceğim önümdeki haftalar, aylar ya da yıllar bir geceden, çabuk sona ereceği için hesaba katılmayan bir yaz gecesinden farklı görünmüyor.

Ölüm! Sessizlik! Uçurum! Ölümsüzlüğe, mutluluğa, olgunluğa hasret duyan insan için korkunç sırlar.. Yarın, az zaman sonra, artık nefes alamayacağım vakit nerede olacağım? Sevdiklerim nerede olacaklar? Nereye gidiyoruz? Neyiz? Bu sonu gelmeyen sorunlar amansız yücelikleriyle her ân önümüze dikiliyor. Çepeçevre Hep sır! Bu kuşku karanlıkları içinde parlayan her yıldız bir inan niteliği taşımakta. Zararı yok! Yeter ki, dünya iyilik için yaratılmış olsun, görev bilinci de bizi aldatmamış olsun. Başkalarına mutluluk vermek, iyilik etmek, işte bizim yasamız, son umudumuz, yolumuzu aydınlatan ışık, var olmamızın nedeni. Bütün dinler çökebilir, ama, bu saydıklarım ayakta kalırsa, yine bir ülkümüz var demektir; bu da yaşamağa değer. Karşılık beklemeden yapılana, candan bağlılığa inan — bunların mihrapları boş kalmadığı sürece — insanı yüceleştirir. Sen kendinde sevmek gücü bulduğun sürece de bunları kimse yok edemez.


9 Şubat 1880

Uçurum ne kadar da yakın; küçük tekne bir ceviz, hattâ bir yumurta kabuğu kadar ince. Açılan delik bırazcık büyüsün, gemici için her şeyin biteceğini hissediyorum. Beni ahmaklıktan, delilikten, ölümden ayıran bir hiçtir. Küçük bir bozukluk, benim varlığım, ömrüm denen bu nazik ve özenle kurulmuş iskeleyi yerle bir etmeğe yeter.

... Oldukça kötü bir gece. Bronşitim yüzünden üç dört defa uyandım. Bir melankolidir geldi, kaygılandım. Bu kış gecelerinin birinde tıkanıp kalmam işten değil, Artık her şeye hazır olmamın, her şeyi bir düzene sokmanın uygun olacağını hisseder gibiyim. Her şeyden önce yakınmaları, acıları, silivermeli; herkesi bağışla, kimseyi yargılama. Sana karşı yapılan kötülüklerde, düşmanlıklarda yalnızca bir anlaşmazlık olduğunu kabul et. «Elimizde olduğu kadar, bütün insanlarla barış halinde olalım.- Ölüm yatağında zihin ancak sonsuz, ölümsüz şeyleri görmeli. Zamanın bütün bayağılıkları silinir, kaybolur. Savaş bitmiştir. İnsanın yalnız gördüğü iyilikleri hatırlaması ve Tanrı’nın yolunda gitmesi uygun olur...

23 ocak 1881

Bu sabah pek az insanın, hastalıklarımızın, dertlerimizin farkında olduğunu düşünüyordum. Yakınlarımız ve en yakın dostlarımız bile, o korkuların en büyüğünü getiren melekle yaptığımız konuşmalardan habersizdirler. Kimseye açamadığımız düşünceler ve kimseyle paylaşamadığımız acılar vardır. Hattâ, bir çeşit cömertlikle bunları gizlemek bile gerekir. İnsan tek başına hayal eder, tek başına acı çeker, tek başına ölür, o -altı tane tahtası olan hücrede de tek başına kalır. Bu ağırbaşlı monolog bir diyalog haline girer, düşmanlığın yerini uysallık alır, her şeyden vazgeçiş, huzurla sonuçlanır, acı ile ezilmek yeniden özgürlük olur.

29 ocak 1881

Korkunç bir gece. Üç dört saat beni boğanlarla savaştım, ölümü yakından gördüm. Şüphe götürmez ki, beni bekliyen boğulup kalmaktır, havasızlıktır. Boğularak öleceğim.

Elimde olsaydı böyle bir ölüm seçmezdim. Ama bir seçim yapma gücüm olmayınca, sessizce boyun eğmek gerekiyor. Spinoza, evine çağırttığı doktorun önünde öldü. Beklenmedik bir ânda, gecelerden bir gece, farenjit'in boğazını sıkmasıyla ölmeğe hazırlanmalısın. Bu ölüm, çevresinde dua eden, yakınları bulunan bir patriarkın son nefesine benzemez, öyle bir değer taşımaz. Beni bekliyen ölümün güzellikle, büyüklükle, şiirle ilgisi yok. Ama stoacılık, vazgeçmek, razı olmak demek değil midir?


19 nisan 1881 (*)

Halsizlik, bedenin ve düşüncenin bitkinliği.
Yaşamak ne kadar da güç, ey yorgun yüreğim!



Çeviren: Fuat Pekin


(*) Amiel, 29 nisan 1881 tarihine kadar günlüğünü yazdı ve 11 mayıs 1881 de öldü.

Mektup Yazmak



Mektup yazmak yüce bir ödev, yaşantıyı biçimliyen bir gereklilik. İnsan geriye bakarak günleri, yılları aşar, sonra da kendine sorar: neler yaptım ben şimdiye dek? Cevap verir: mektup yazdım! Peki ya, neler yitirdim bu yüzden? Birçok karşılık verilebilir buna: hayatı, bir saati aşan sevmeleri, gülmeyi sonra, gezintileri, yıldızlı göğü, okumakla geçirilecek bir akşamı, satrancı, eğlentiyi, kalemi başka yollarda kullanmak olanaklarından en az birkaçını. Yazılmamış öykülerden, şiirlerden söz açmıyorum: gerçekten biçime varmak istiyenin, ışığa koşması önlenemez. Ama «günlük» e gelince örneğin, mektupların yüzünden en yoksul başlangıçlardan öte gidemedi yirmi yıldan beri. Kaç kez güzel ciltli bir defter, önümde günlük olarak hazır durdu, kaç kez birkaç yapraktan sonra alınyazısı değişiverdi; saymak istemiyorum. Sonunda, akıllanınca kişi, vazgeçiyor bundan, öz-söz-lerle günün getirdikleri yazılan bir nöbet defteri tutmakla yetinir oluyor; şöyle örneğin:

«17 ocak. Durgun bir sabah, tam çalışmak için. Akşam üzeri Bettine D. Tauwind geldi. Tıp duruşmasıyla ilgili inceleme okundu. Sonra köye. 'Hermann hasta. Kanser olabilir. Sonra bir kez daha, Daphnis ile Chloe’ye kapıldım, yine sarıcı. İkiye dek mektuplar. «İkiye dek» —gecenin ikisine dek tabiî—. «Mektuplar»: 

Bu durumda nasıl başka eser yazılsın? Yıllar boyu böyle gitti bu. Hayır, bizden sonrakiler —bütün suçlu sevincimizle alalım şu yüce «bizden sonrakiler» sözünü— şöyle böyle okunabilir bir günlükten yoksun kalacaklar, ama çağdaşlar da dürüst bir mektup yazarı kazandılar buna karşılık.

Bunun nedenleri, hayat koşullarıdır yalnızca; birinin yaşantısı herkesin yaşantısıdır. İnsan erkenden evden ayrılmıştır, ve —ister istemez— mektup yazmak zorundadır- Pazarları kısa haberler ya da haftanın olayları: sınıfla yapılan gezi, kompozisyon notu, hastalık ve arkadaşı görmeğe gidiş; doğum günlerinde şu ilkönce karalaması yapılan güzel mektuplar; bayramlardan sonra ise, hani haklarında Albert Schvreizer’in bir sürü gerçek, şaşılası şeyler yazdığı teşekkür-nameler. Kutlu ana babamıza mektuplardı bunlar, kardeşimize, belki birkaç akrabaya, arkadaşlara. İşte bu sırada arkadaş mektupları önem kazandı birden. Bizim kuşağın çocukluğu ve gençliği, savaşta, ilk Dünya Savaşında geçmişti; o zamanlar sahra postası mektupları çıktı ortaya: kimse onların sonradan bizim için ne demek olacağını düşünmedi o zamanlar. Savaş bittiğinde çocukluğumuz da hemen hemen bitmişti. - Mektuplaşma gittikçe, çevremize girmiş, şu ya da bu yaşlının karşısında başarılmış, kendi kendimizle bir hesaplaşma, böylece de önemli bir kazanç halini almıştı. Hemen sonunda da ona buna tutulmalar; mektuplardan, kâğıt parçacıklarından, itiraflardan ve yankılardan başka kurtuluş yolu görünmüyordu ortalıkta. İlk kez lâmba geceyarısından sonraya dek yanık kaldı, mektup yazmak bir iş oldu, bu sözü hak eden bir iş. Gönlün işi; yönetmenin yaptığı gibi yapılamazdı bu iş; «Yazınız kızım: - Sayın Bay!..» Şunun bilinmesi gerek: mektup yazmayı bitirmek sözü barbar bir dünyadan geliyor. Bitirmek sözcüğü bitirmek eşittir öldürmek düşüncesini korkulu bir yakınlığa getiriyor hemencecik. Hayır, nice zaman ayırırsak ayıralım, mektup yazmayı ikinci derecede bir iş olarak görmemeliyiz. Mektup yazmıya koyulan, yaptığı işin, hiç olmazsa bir noktada dünya yalnızlığını kırmak, yer ve zaman uzaklığını yüreklice yenmek denemesinden daha az önemli olmadığını bilmelidir. Engeller sezilecek, gerilimler, tedirginlikler, yabancılıklar, yanlış anlamalar olacak. Mektup yazan ise bu, durumda edindiği her şeyi, işi için bir araya toplıyacaktır: düşünüş gücünü, ölçüyü, değer duygusunu, inceliği ve mizahı, ruh ve sevgiyi. İyi mektup, ancak kendisini her şeyiyle birleştirebilen bir insanın başarısıdır; bu durumda ona, şu ya da bu mektup için nice zaman harcadığı sorulduğunda o: «Kırk beş dakika ve bütün hayatımı» gibi bir karşılık verirse, bu aşırılık ve ölçüsüzlük değildir.

Albrecht Goes

ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/09/Mektuba Ağıt
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/mektup-sanat.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/09/çığlık mektuplar

bir de Nietzsche:

Kitap yazmayan, çok düşünen ve yeterli toplumsallık içinde yaşamayan birisi, genellikle iyi bir mektup yazarı olacaktır. https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/deha-tapns-kibirdendir-nietzsche.html